8 Haziran 2017 Perşembe

karanlığımızın içindeki ışık, Wonder Woman (2017)

Hep savaşıyoruz. Şu dünya üzerinde belirdiğimizden beri savaşıyoruz. Toprak için savaşıyoruz, para için, daha fazlası için, gururumuz için, kibrimiz için; hiçbir şey bulamazsak kendi kendimizle savaşa tutuşuyoruz. İnsan olmanın gerekliliğiymiş gibi, durmadan savaşıyoruz. Yakıyoruz, yıkıyoruz; yine yıkacağımızı bile bile hep yeniden inşa edip de durmaktan geri kalmıyoruz. Ve bu yıkımlarımız için hep bir bahane yaratıyoruz. Tarih boyunca dinlerle, mitolojilerle, fikir akımlarıyla artık o dönem ne modaysa onunla açıklamaya çalıştık bu yıkımlarımızı. Şeytan yaptırıyor dedik, savaş tanrıları/tanrıçaları yaptırıyor dedik, ama önce onlar saldırdı dedik, ama önce biz saldırmazsak onlar saldıracaktı dedik, özgürlüğümüzü alacaklar dedik, özgürlük vereceğiz dedik, biz haklıyız dedik, hep ama hep biz haklıyız. Oysa bir türlü asıl gerçeği kavrayamıyorduk. Kabullenemiyorduk, aklımızın ucundan bile geçirmeye yanaşmıyorduk. Böyle doğmuştuk. Fabrika ayarlarımızda vardı o karanlık, bu kadar basitti. Kötüydük, şeytan da bizdik Ares de.
İşte tam da bu yüzden arada bir - ama o araları çok açmasak iyi olurdu - bize sadece bu kopkoyu karanlığımızdan ibaret olmadığımızı, aydınlık bir yanımız da olduğunuz hatırlatacak bazı şeylere ihtiyaç duyuyorduk. Tıpkı - biraz daha büyüyünce Wonder Woman olacak olan - Themiscyra prensesi Diana'nın siperden tüm o ışıltısıyla fırlayıp, taraflar arasındaki meşhur "no man's land"i aydınlatması gibi. İçindeki o hala yenilmemiş, kirlenmemiş saf inançla, iyiliğin hala var olabileceği inancıyla dolup taşmış Diana bir elinde kalkanı, bir elinde kılıcı, İtilaf Devletleri'nin siperinden fırlayıp, Alman siperinden gelen yoğun ateş altında koşturuyor evet ama işte iyilik de ayrıntıda gizli, bu sahne sadece İtilaf Devletleri siperindeki askerleri gaza getirmiyor. Diana, karşıda Alman askerlerini öldürmek üzere yola çıkmıyor, o yoğun kurşun yağmurunu yapan aletleri yok etmeye gidiyor. Çünkü insanlığa dair inancı sapasağlam ayakta. O askerlerin de suçu yok diye düşünüyor, Ares kandırdı onları. Tüm bu savaşın, yıkımın sebebi Ares. İnsanları aslında yapmayacakları şeylere sürüklüyor, diye düşünüyor.
Bu inançla Ares'in peşine düşüyor. Çünkü görevinin de bu olduğunu biliyor, Zeus Amazonları insanlığa sevgi ve barış getirmeleri için yaratmış. Bu yüzden de dinlemiyor mesela annesi Amazon kraliçesi Hippolyta'yı. Hippolyta seni hak etmiyor insanlar diyor Diana'ya. Senin bu saf inancını, güvenini hak etmiyorlar. İnsanlıkla henüz tam anlamıyla tanışmamış Diana inanmıyor tabi ilk başta. Ama o da tüm bir film hikayesi boyunca acıyla, kayıpla, hayalkırıklığıyla öğreniyor bizim de çağlar boyu kabullenemediğimiz gerçeği. Kötüyüz, karanlığız. Ama tüm bu karanlığımızla Diana yine de yıkılmıyor. Çünkü o, bize ışığımızı hatırlatacak olanlardan biri. Ve yine de görüyor içimizdeki ışığı, yine de hatırlatıyor bize. Umut, Pandora'nın Kutusu'nda - ilk başta - saklı kalmış olabilir ama Diana bize inanıyor ve umut ediyor, severek o karanlığı zaptedebiliriz belki diye.
Bu mesajı anlatmaya çalışıyor işte Wonder Woman. Ne çok bekledik, neler umduk, nasıl yükselttik beklentilerimizi bu film için. Sanki tek bir Wonder Woman gelecek ve tüm bu kötülüğün, dünyanın karanlığının ilacı olacakmış gibi, öyle umut ettik yani. Tamam film o kadar da devasa bir yere ulaşmıyor, önce onu söyleyeyim. Aksine o kadar naif, o kadar sade bir anlatımı var ki bir süper kahraman filminden çıkmış gibi olmuyorsunuz. Bir tuhaf bir hafiflikle baş başa kalıyorsunuz film bitince. Bir Man of Steel izledikten sonra ya da bir Avengers, Captain America filmi izledikten sonra o koltuğa yapıştıran, kafanızı ağrıtan, boynunuzun tutulmasına yol açan ağırlıkla dolu keyif gibi değil; bir başka bir keyiflilik, bir hafiflik. Yavaş çekimde neredeyse kare kare takip edebildiğiniz savaş sahnelerinin estetikliğinden, güzelliğinden mesela tekrar tekrar izlemek istiyor insan. Diana'nın bu dünyaya ilk defa düşen masum köylü halleri ya da, oraya buraya savrulan Thor gibi kahkahalar attırmıyor ama gülümsetiyor, çok daha doğal duruyor. Tüm diyaloglarında kararlılık dolu sonra, her türlü yere çekilebilecek, saçma yerlere gidebilecek, klişeye gömülebilecek konular hakkında gayet tadında, kararında, akıl dolu, mantık dolu diyaloglar izliyoruz. Hikayenin ana mesajına, asıl kahramanına yönelik bir film izliyoruz. Bir dolu olay, karakter, mesaj birbirine girmiyor. Dört bir yandan teknolojiler, aletler, kötüler, kahramanlar uçuşmuyor. Kafamızı arap saçına döndürmüyor Wonder Woman. Uzun zamandır izlemediğimiz bir şeyi yapıyor, sade bir hikaye ve ışık dolu bir kahraman sunuyor.
Ama dediğim gibi, dört dörtlük bir film de değil bu. En başından itibaren güzellikle dolu savaş, mücadele sahnelerinin ardından filmin sonunda olayı bağlayacak son mücadele çok daha saçma kalıyor. İyi hazırlanmış, altına mesajları iyi döşenmiş asıl kötümüzün alt edilmesi, onunla mücadele bizi etkilemediğinden filmin vuruculuğu zedeleniyor. Orası da tam olsa mesela, yine o hafiflikle ama vohooo diye kalkacağız koltuğumuzdan. Ya da çok çok iyi anlatılan Diana'nın karakter gelişiminin yanında, oluşan ekibin ekip olmasına dair bir aksiyon göremiyoruz. Yani Diana çok iyi oluşuyor, esas oğlanımız Steve Trevor'ın da hikayesi bir şekilde Chris Pine'ın oynamasından halloluyor ama ekibin üyeleri Sameer, Charlie ve Chief'in Diana ile bir dinamiklerini göremiyoruz. Tek tek hepsine bir alt metin yazılıyor ama dolduran bir şey göremiyoruz. Ama Gal Gadot, hakikaten inanılmaz. Hem fiziksel olarak hem oyunculuğu açısından. Büyük ihtimalle yazılan hikayeden ve yönetmenden dolayı her hareketi, her sekansı yerinde, kararında. Adeta su gibi akıyor. Fiziksel olaraksa hem duru bir güzellikle büyülüyor, hem de ne çok kaslı ne de hantal, ne çok kadınsı ne de cinsiyetsiz duruyor.
Yine de - bence - alabildiğine kıymetli, birçok açıdan kararında, izlemesi keyifli, düşünmesi keyifli bir film olmuş Wonder Woman. Tamam belki bekleme sürecinde çok aşırı yükselttiğimden beklentimi, biraz az kaldı bana ama o adeta tanrıların mucizesi tema müziği eşliğindeki evde dövüş sahnesi için bile saygıyla eğilirim önünde. Böyle filmlere ihtiyacımız var, böyle hikayeler anlatmaya ihtiyacımız var.

IMDb'de Wonder Woman-->http://www.imdb.com/title/tt0451279/

5 Haziran 2017 Pazartesi

2011 yapımı Jane Eyre

Annesini babasını kaybettikten sonra dayısının ailesiyle birlikte yaşamaya başlayan küçük Jane'in hayatı, dayısını da kaybetmesiyle onu hiç sevmeyen yengesinin ve küçük birer şeytan olan kuzenlerinin elinde iyice bir işkenceye dönüşmüştür. En başından itibaren onu hiç sevmeyen, sevmeye çabalamayan, dahası nefret eden yengesi sonunda Jane'i kızlar için olan bir yatılı okula gönderir. Victoria dönemi İngiltere'sinin en katı ahlakçılığı ve mantıksız kuralcılığının egemen olduğu bu okulda geçirdiği yıllar boyunca da hiç sevgi veya sıcaklık görmeyen Jane, talihin yüzüne güldüğü bir gün Thornfield'e mürebbiye olarak işe başlamak üzere yola çıkar. Alabildiğine genç ve deneyimsiz Jane Eyre, bu kasvetli ve karanlık yerde hayatla tanışır, kendi hayat yolculuğunu çizer.
Hiç bilmeyenler, şimdiye kadar hiç bir şekilde kıyısından köşesinden haberleri olmamış olanlar için Jane Eyre 101 dersine giriş böyle yapılabilir. Charlotte Bronte'nin 1847'de yayınlanan romanını ilk defa okunduğu o yıllarda şimdikinden daha farklı eleştirilerle karşılaşmış tabi. İlk bakışta genç, hiç bir pırıltısı yokmuş gibi görünen, sıradan bir mürebbiyenin orta yaşlı, ruhunu karanlığa hapsetmiş bir adamla imkansız aşkını anlatıyor gibi görünüyor belki roman. Ama daha o günlerde bile pek çoklarının yergisine maruz kalmasına neden olacak çok daha köklü, çok daha can alıcı bir konusu var aslında. Yalnız bir insanı anlatıyor Jane Eyre. Yalnızlığı elinde olmadan yaşamak zorunda kalmış, içinde sevmeye hazır bir çocuk olmasına rağmen hiç bir şekilde sevgi görmemiş, dürüst bir insanı anlatıyor. O dürüstlük ki kafasını giyotine koysalar yalana razı gelmeyen bir insan yaratıyor. Sevgisizlikten alabildiğine ürkek bir çocuktan önce yalnız, el değmemiş bir kar tanesi kadar saf ve kaskatı bir genç kadına dönüşmüş bir insanın yaşadıklarıyla, hayatla, deneyimleriyle birlikte artık kendini tanıyan, yapabileceklerinin ayırdında olan, kendine ve sevgisine, değer verdiği şeylere sahip çıkabilen bir kadın haline gelmesini anlatıyor. Saçma sapan yazısız kurallarla bir toplumun belleğine yerleşmiş anlayışların insanları ne hale getirdiğini, hayatlarını hiç yoktan yere zorlaştırdığını, mahvettiğini gösteriyor.
Böylesine bir hikayeyi anlatmak kolay iş değil. Şimdiye kadar birçok defa uyarlanmış olsa da sinemaya, televizyona, hangisi ne kadar hakkıyla yerine getirebildi bunu bilmiyorum. Çünkü evet, izlediğim ilk uyarlamasıydı bu Jane Eyre'nin. Moira Buffini'ninn yazdığı senaryoyu Cary Joji Fukunaga yönetmiş, Jane olarak Mia Wasikowska, Rochester olarak da Michael Fassbender önümüze gelmiş. Kitabı ilk ne zaman okuduğumu bile hatırlamıyorum ama çok sonra, artık üniversiteyi bitirdiğim, Jane'in yaşından az biraz daha büyük olduğum ve anlatılan hikayeyi ilk defa okuduğum çocukluk yaşlarıma göre daha iyi anlayabileceğim yaşlarda bir daha, adamakıllı okumuştum. Yaşadığımız çağda artık eskisine göre daha temiz bir kafayla okuyamıyoruz kitapları. İnternetin, bilgisayarın, cep telefonlarımızın olmadığı dönemlerde kitap okurken tam olarak kendi bilincimizle, hayalgücümüzle hareket edebiliyorduk ya mesela, şimdi bu mümkün değil. Kitabı elinize aldığınızda karakterleri kendiniz hayal edemiyorsunuz artık. Önünüze dayatılan resimler var, dört bir yandan maruz kaldığımız görüntü kirliliği var. O kadar çok dizi film izlemişiz ki kitapta bir evden bahsediyorsa hemen gözümüzün önüne geliveren görüntüler oluyor mesela. Tertemiz bir hayalgücüyle okuyamıyoruz hiçbir şeyi. Neyse, nereden geldim buraya? Aslında hiç böyle şeyler söylemek yoktu hesabımda. Hayal ettiğim Jane'i düşününce sanırım yol aldık buraya. Çünkü Mia Wasikowska bana fiziken bir Jane Eyre veremedi. Ama hakkını yemeyeyim, ruhen oydu. Bir parça. Onun Jane'i daha keskin hatlı geldi bana. Ve en büyük hatası bu uyarlamanın, Rochester rolünde bir Michael Fassbender. Bronte kardeşlerin yazdıklarının en büyük farkıdır bu konu, esas kadınlarımız alabildiğine gösterişsiz, kimsenin dikkatini çekmeyen yapıdalarken esas adamlarımız da ruhlarındaki şiddetten, karanlıktan ya da ortalığı kasıp kavuran havalarından başka bakılacak bir şeye sahip değilmiş gibi dururlar. Bu anlamda baktığımızda Fassbender gibi adeta ilahi güzellikte yaratılmış bir adamı Charlotte Bronte'nin anlattığı Rochester kalıbına sokarsanız, hikayenin ana elementlerinden birini yerle bir etmiş olursunuz. Jane'le birlikte adım adım, yaşayarak, gözyaşlarımızı içimize akıtarak aşık olacağımız bir adamdansa daha ilk görüşte ayaklarına kapanılacak bir Rochester çıkarırsanız karşımıza, eh hissedemeyiz haliyle o acıları. Wasikowska bize tüm o dünyayı tanımak, görmek arzusuyla tutuşan, yaşama karşı taşıdığı kocaman iştahla hiç bir erkekle bile konuşmadan ölecek olmaktan korktuğunu söyleyen Jane'in yalnızlığını, umutsuzluğunu iliklerimize kadar hissettirirken Fassbender daha ekranda ilk göründüğü andan itibaren hem bizle hem Jane'le adeta flört ediyor (gene de tabi Wasikowska'nın Jane'i yüzde yüzlük bir performans göstermiyor, böyle bir iki yerde parlıyor ama genelinde "duygusuz" kalıyor). Oysa beni yakışıklı buluyor musun dediğinde biz de Jane gibi hissederek, hesapsızca hayır diyebilmeliyiz ki sonrasında tıpkı Jane gibi farkında olmadan, ince ince aşık olalım Rochester'ın ruhuna. Çünkü ancak o zaman biz de sonrasında o büyük yıkımla kahrolup, Jane gibi kendimizi yeniden ayağa dikebilecek kudreti, St.John Rivers'ın kuralcı dayatmasına kadın gibi bir haklı gururla karşı koyabilecek gücü bulabilelim. Ama olmuyor.
Filmle ilgili olmamış bir diğer nokta da çocukluk bölümü. Biraz daha yavan, biraz daha üstünkörü gibi kalıyor izlediğinizde. Jane'in ruhunun yapıtaşını oluşturan asıl temeli görebileceğimiz bu kısımlarda kuzeniyle olan sahne hariç çok da yaşayamıyoruz gibi geldi bana. Ama bunun dışındaki hikaye anlatımı için seçilen yol filmin en azından görsel açıdan güzel olmasını sağlıyor. Düz ve sıralı bir anlatım yerine geri dönüşlerle birbirine bağlanan sahneler oldukça keyifli hale geliyor.
Yine de filmi izlemenizi tavsiye eder miyim, bilemedim şimdi. Çünkü büyük ihtimalle daha hakkını veren uyarlamaları vardır gibime geliyor. Misal, ilk iki bölümünü izlediğim 2006 yapımı bir mini dizisi var ki atmosfer olarak o daha uygun göründü bana. Oradaki Jane de fiziksel olarak olmamış olsa da, oynayan oyuncuya - Ruth Wilson'a - kanınız ısınıveriyor. Hele Rochester olarak Toby Stephens çok daha iyi bir seçim gibi duruyordu ilk iki bölümde. Hem oradaki çocuk Jane ve çocukluk kısımları daha iyiydi. Bunun dışında bahsedebileceğim bir de 1996 yapımı sinema filmi var Charlotte Gainsbourg ve William Hurt'lü ama ona hiç bakmadım. Siz bilirsiniz, Fassbender izleyeyim, azıcık da Victoria dönemi romantizmi yaşayayım derseniz, izleyin.
ah jane ahh keşke kardeş keşke...

IMDb'de Jane Eyre (2011)-->http://www.imdb.com/title/tt1229822/

14 bölümde Little Dorrit (2008)

Amy Dorrit, Marshalsea borçlular hapishanesinde doğmuş, büyümüştür. 21 yaşına gelse de ufak tefektir, sevimli ve canayakındır; ailenin de en küçüğü olunca herkes ona Little Dorrit demektedir. Yaşlı babası William artık neredeyse 25 yıldır o hapishanededir. William dışarı çıkamaz ama onunla birlikte yaşayan Amy her gün kapı kapanış ziline kadar işlerini halletmek üzere, arkadaşlarıyla görüşmek için falan dışarı çıkıp, geri gelebilmektedir. Yaşlı William'ın ziyaretçileri de olur elbet, her gelen bir iki ufak bir şey bırakır acıyarak. Hapiste de olsa bir şekilde karınlarını doyurmaları gerekir, bu yüzden Amy, yaşlı ve tekerlekli sandalyede evinden hiç çıkmayan Mrs.Clennam'ın yanında dikiş nakış işleri yapmak üzere kendine bir iş bulmuş olur. Bu sırada Mr.Clennam uzaklarda, 20 yıldır oğluyla birlikte iş yaptığı Çin'de ölür ve ölürken oğlu Arthur'a annesine götürmek üzere bir cep saati verir. Elinde bu saat ve kafasında aile sırlarına ilişkin bir dolu soruyla Arthur Clennam tam da Amy'nin işe başladığı sıralarda evine döner ve kendisine bile doğduğundan beri adeta bir taş duvar gibi davranan annesinin bu zavallı kızcağıza acıyıp, iyilik ediyor oluşuna şaşıp kalır. Kendi kendine senaryolar yazmaktan geri kalmaz, düşünür ki bizimkiler zamanında herhalde feci bir iş etti, bu kızın da ailesine falan zararı oldu bunun. O gazla soluğu Marshalsea'da alır ve Dorritlerin durumunu derinlemesine öğrenince de kendini ailenin koruyuculuğuna atayıverir. William Dorrit oraya neden düştü, nasıl düştü, nasıl kurtulur, Amy'e, sorumsuz ve gerizekalı abisi Edward'a, görgüsüz ablası Fanny'e nasıl yardımım dokunur diye dört döner. O bunlarla uğraşadursun, Amy çoktan aşık olmuştur bu orta yaşlı adama. Eh ama bir yandan da doğduğundan beri bir arada olduğu, hapishanenin baş gardiyanının oğlu John Chivery de ona aşıktır. Arthur Clennam, Dorritleri kurtarma peşinde koşarken, Amy de hem yaşlı babasına sahip çıkmaya çalışır hem de kader bu iki aileyi (Clennam ve Dorritleri) iyice birbirine bağlarken geleceğin ona getirdikleriyle baş etmeye çabalar.
İnanın Little Dorrit'in konusunu böyle tek bir paragrafta özetlemeye çalıştığım için madalya hak ediyorum. Çünkü konu Amy imiş gibi görünüyor ama dizi 14 bölüm boyunca Amy'nin yanında milyon tane karakteri ve onların milyon tane sorununu da anlatıyor. Amy'nin klarnet çalarak hayatını kazanan yaşlı amcası Frederick, Bleeding Hart Yard diye bir mahalle-sokak gibi bir yerdeki evlerde yaşayanların ev sahibi durumundaki Mr.Casby, kiraları toplamakla görevli ve bir yandan da her olayı araştıran kendi çapında dedektif Mr.Pancks, Casby'nin kızı ve aynı zamanda Arthur Clennam'ın çocukluk aşkı Flora, Casby'nin kiracılarından ve bir şekilde hep her olayın içine dahil olan Plornish ailesi, Clennam evindeki kahya Flintwinch ve evin diğer bir çalışanı Affery, Arthur Clennam'ın eve dönerkenki yolculuğunda tanışıp kaynaştığı Meagles ailesi ve yine aynı yolculuktaki Miss Wade, Meaglesların kızı Pet'in uzun zamandır aşık olduğu ailesi sosyetik ama kendisi çulsuz ve sorumsuz ressam Henry Gowan, Mr.Meagles'in mucit arkadaşı Daniel Doyce, Amy'nin ablasının salak aşığı Edmund Sparkler ve onun annesi ile üvey babası büyük bankacı Mr.Merdle, katil Fransız Rigaud ve İtalyan Cavaletto,...Sayfalarca ama sayfalarca karakter. Hepsi de birbirinden ilginç ve şahsına münhasır bu karakterler bir şekilde ana olaya ucundan kıyısından dahil oluyorlar. Yani direkt olmasa da, Amy ve Arthur üzerinden dokunuyorlar diyelim. Esasında bir ana olay da var mı, onu tam olarak söyleyebilir miyim bilmiyorum. Yani birçok olay var hikayenin merkezinde, birbirine geçmiş bir sürü tema var ama sanırım iskeletin ağırlık merkezi bir şekilde hep Amy.
Amy ve ablası Fanny
Dizinin hikayesinin parçalarını oluşturan ilk öğe Amy'nin ve babasının hapishane ortamı. Borçlarını ödeyemeyen insanların kaldığı bu bir çeşit fakir oteli görünümlü yerin saçmalığı ilk temamız diyebiliriz. Borçlarını ödeyemediği için burada kalmak zorunda kalan insanların orada kaldıkları için o borçları ödemek için para kazanma, bir şekilde durumu telafi etme şansları da yok. İkincisi Clennam ailesinin uhuu çok karanlık denilen geçmişi. Mrs.Clennam öylesine sarsılıyor, öylesine dudaklarını mühürlüyor ki bu geçmişin her bir bağlantısında ulan herhalde bunlar karı koca bir köye daldı, hepsini aç karnına yedi yamyam gibi, sonra da örtbas etti diyorsunuz. Öylesine bir algı yaratıyor hikaye. Sonra Meagles ailesinin saçmalıkları var. Kızları Pet'in istemedikleri Gowan ile evlenmesi ve sonrasında Henry Gowan'ın evlilikteki saçma sapan tutumunu izliyoruz. Ha asıl, kesinlikle anlam veremediğim Tattycoram ve Miss Wade hikayesi var. Meaglesların yanlarına aldıkları ailesiz Tattycoram'ın isyanları ve Miss Wade'in kendi karanlık geçmişinden dolayı ona yanaşması durumu. Miss Wade'in ona, yaptıklarını yapmasına sebep olan motivasyonu veren geçmişi için de bölümlerce ama bölümlerce tıpkı Clennamlarda olduğu gibi bir algı yarattıktan sonra dizi, pöh bu muymuş dedirten bir açıklama getiriyor. Herşey, her bir iplik böyle böyle bir şekilde birbirine bağlanıyor tabiki ama her olay, her geçmiş o kadar da büyütülecek bir hikaye konusu sunmuyor.
Ya da belki beklentilerle ilgili bir şeydir bu. Dizinin konusundan üç beş haberim vardı izlemeye başladığımda ama yine de kendimce ana konuyu Amy ve Arthur arasında gelişmesi gereken romantizme dayandırmış olabilirim. Ki bu durum da, diğer bir çok yan hikayeyi ilginç bulmuş ve izlemek istemiş olsam da son bölümün yarısına kadar hiçbir şekilde ilerleme kaydetmeyen bu hikayeyi beklerken ömrümü çürütmüş olmama sebebiyet vermiş olabilir. Üstüne bir de hiçbir türlü kimyalarını gözümde bir yere oturtamadığımdan, sonunda ortaya çıkan tablo tatmin edicilikten çok uzaktı. Şimdi o konuya geliyorum.
Little Dorrit ve babası Marshalsea'deki hapishane odasında
Arthur Clennam rolünde, seneler evvel Colin Firth'ün Darcysi'sini görmemişken izleyip aşık olduğumuz Matthew Macfadyen var. Kendisinden MM diye bahsedeceğim. MM bu diziden yalnızca üç sene önce hayat verdiği, adeta ruhuna büründüğü Mr.Darcy olarak bambaşka biriyken, Little Dorrit'te tamamen başka biri. Ohoo şahane oyuncu o zaman ne istiyorsun diyorsunuz değil mi? Oyunculuğunu kastetmiyorum, bilakis oyuncu olarak çok da farklı şeyler ediyor gibi görünmüyor. Adamda zaten direkt 19.yy.insanı tipi var, inanın bıraksak oraya zerre sırıtmaz. Beni rahatsız eden fiziksel görünüşü. Tamam insanların görünüşüne takık vaziyetteyim ama bir insan sadece 3 yıl içinde 20 yıl yaşlanır mı? Olabilir mi böyle bir şey ya?! Kilolu insanlara garezim yok, yanlış anlamayın ama hem kilo almış hem yaşlanmış. Tamam belki hikayenin özünde (ki oraya da birazdan geleceğim) karakter tam da böyle anlatılmıştır bilemem, ama öyle bir uzaktan seveni, takdir edeni olarak, en büyüğü onun Darcysisini bağrına basmış bir insan olarak üzüldüm, yağmur altında sokak ortasında dizlerimin üstüne çöküp "nedeeeen" diye ağladım. MM böyle bir Arthur Clennam vermişken bize, Little Dorrit rolünde Claire Foy tabiki ışıldıyor. Daha az bir zaman önce Crown'da kasıntı kraliçe Elizabeth olarak izledikten sonra yıllar yıllar öncesinin bu toy, tazecik Claire Foy'unu tüm o duygu karmaşası yığını içinde Amy Dorrit olarak izlemek çok güzel. Ama bu dizide oyunculuk anlamındaki asıl övgüyü alanlar diğer karakterlerimiz. Öyle bir William Dorrit oynuyor ki mesela Tom Courtenay, hem nefret ediyor hem böğüre böğüre ağlıyorsunuz. Sonra kardeşi Frederick Dorrit olarak James Fleet çıkıyor yanına, yutkunamıyorsunuz. Yeminle James Fleet'i bir yerde görürsem dünya gözüyle, boynuna sarılacağım, a be amcaaaam ah ah ah diye ağlayacağım. Ki o artık nasıl bir oynamaksa Outlander'daki Peder Wakefield olarak izlemişim Fleet'i ama şimdi bile iki karakteri yan yana koysam yine de aynı adam diyemem. Hele sonra bir Mr.Pancks var, Eddie Marsan resmen harikalar yaratıyor, şovu çalıveriyor ellerinden. John Chivery rolünde Russell Tovey öyle bir aşık ki, öyle bir yüreğimize dokunuveriyor ki, atlayıp Arthur'a iki yumruk sallamak, Amy'e de a benim salağım şu çocuğu üzeceğine kendini kuleden atsana diyesim geldi. Cavaletto olarak Jason Thorpe her diziye lazım müthiş keyif veren karakter olarak gözümüzün önünde coşsa da, asıl her şeyi ele geçiren, diziye karakterini kocaman bir mühürle basıveren kesinlikle Andy Serkis'in Rigaud'u. Ekranda belirdiği her saniye tüyleriniz diken diken oluyor, nefesinizi tutuyorsunuz istemsizce.
Rigaud rolünde Andy Serkis
Ha peki bunca şahane performansa şahitlik eden bir hikaye bize ne sunuyor? Bir kere hikaye anlatımı bizi sıkıyor. 14 bölüm olarak yayınlanmış dizinin ilk ve son bölümleri birer saat, diğer bölümler yarım saat. İlk bölümü izlemesi biraz zor oluyor haliyle, bunalıyorsunuz. Sonra olaylar ve karakterler harekete geçtikçe aralardaki bölümlerde keyifleniyor hikaye ama yine de bir şeyler yerine oturmuyor. Belki hikayenin anlatımında belki de senaryonun oluşumunda bir sorun var, bilemiyorum. Bir dolu yan hikaye ve karakterin ele alınmasında zaman zaman insanı sıkan, off hadi ama dedirten şeyler oluyor.
Esasında Charles Dickens'in 1855 ile 1857 arasında aylık olarak yayınlanan romanından uyarlanan dizinin belki de bu kadar dolu bir hikayeyi 8 saate sığdırmaya çalışmasından kaynaklanıyordur sorun. Eminim Dickens onlarca sayfada adamakıllı yazmıştır ama dizinin senaryosu birçok yan hikayede anlamsız çıkışlar gerçekleştiriyor. Yeterli alt metni sağlayamadığı noktalarda e bu şimdi sebebi neydi ki diye geçiveriyorsunuz. (Halbuki bizde çekilse dizisi herhalde bir Arka Sokaklar'dan daha uzun sürerdi.)
Yine de bir Dickens kitabı uyarlaması olarak Little Dorrit'i izlemek keyifli ve yine her Dickens hikayesinde olduğu gibi kendi dönemine, toplumuna, insanlarına, dünyasına yaptığı eleştirileriyle allah kahretsin 200 yıl sonra yine de hiçbir şey değişmemiş dedirten umutsuzluğuyla ama bir yandan da her şeyi ne olursa olsun kötülerin kaybedip iyilerin kazandığı bir mutlu sona bağlamasıyla güzel bir seyirlik. Hem belki hikayelerde mutlu sonları yazmaya devam edersek, bir gün hakikaten biz de kavuşuruz o mutlu sona.

IMDb'de Little Dorrit-->http://www.imdb.com/title/tt1178522/
Tv.com'da Little Dorrit-->http://www.tv.com/shows/little-dorrit/

2 Haziran 2017 Cuma

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Sanayi Devrimi zamanında bir Pride&Prejudice güzellemesi, 4 bölümlük North&South (2004)

Sene 1851'de, neredeyse 10 yıldır Londra'daki akrabalarının yanında kalıp, nasıl hanım hanımcık bir kadın olunur öğrenen 19 yaşındaki Margaret Hale, kuzeni Edith'in Captain Lennox ile olan düğününden hemen ertesinde evine, güneyin cennet gibi bir köşesi olan Helstone'a döner. Oradaki kilisenin rahibi olan babası bir süre sonra çok da açıklama yapmadan kuzeydeki sanayi kenti Milton'a taşınacaklarını söyler. Annesi ve Margaret, baba Hale'le birlikte Milton'ın soğuk, gri ve fakirlikle dolu ortamına balıklama dalar böylece. Eski rahip baba Hale, kilisenin öğretileriyle ilgili - kendi içinde - bir sorun yaşamaktadır ve çareyi başka bir yere taşınmakta bulmuştur. Yer olarak da eski arkadaşı Mr. Bell'in tavsiyesiyle Milton'ı seçmiştir. Baba Hale bu bildiklerinden çok farklı bir yer olan Milton'da tüccar ve sanayici kesimin erkekleriyle dolu bir ortamda arkadaş edinip, yeni şeyler öğrenmeye çabalarken iş olarak da öğretmenlik yapmaya çalışır. Margaret ise ilk bakışta hiç de kollarını açmış gibi durmayan bu soğuk ve renksiz yerin kurallarını, hayatını anlamaya çabalar. İşçi kesimiyle tanışır, kendine arkadaşlar edinir. Güneyden getirdiği geleneklerle onların yollarına uyum sağlamaya çalışır. Hale ailesi hayatlarını bu yeni düzene alıştırmaya çalışırken Sanayi Devrimi kollarını örümcekler gibi sarmıştır etrafa. İşçilerin haklarını aramaya başladıkları, her geçen gün yeni teknolojilerin makinelerin ortaya çıktığı ve insanlığın yüzyıllardır bildiği kuralların yeni baştan yazılmaya uğraşıldığı bu dönemde Milton'daki pamuk atölyelerinden birinin sahibi olan Thornton ailesi de yeni gelen Hale ailesi ile arkadaş olur ve John Thornton ile Margaret Hale ilk görüşte birbirlerine karşı yıkılamaz önyargılarla örülürler.
kitabın kapağı da tabiki diziden
Hemen hemen böyle özetlenebilecek bir konusu var North&South'un. Elizabeth Gaskell'in 1855 tarihli aynı adlı romanından uyarlama 4 bölümlük bir mini dizi (Kitap Türkçe'ye 2014'te çevrilerek Altın Bilek Yayınları tarafından yayınlanmış-->Goodreads). 1975'te yapılmış bir de filmi varmış. Elizabeth Gaskell döneminin önemli yazarlarından, öyle söylüyor kaynaklar. Şöyle bir dönem ki, Charles Dickens, Gaskell'in romanını gösterdiği bir otorite ve ismini de mesela o değiştirtiyor ve yayınlanmasına ön ayak oluyor. Hastalıklı ve solgun Charlotte Bronte, Jane Eyre'nin başarısıyla Dickens ve Gaskell'in olduğu ortamlara giriyor, onlarla muhabbetler ediyor. Briyanya adasında madenler çılgınca kazılır, gökyüzü kömür dumanına boğulurken fakir kesim sokaklarda dileniyor ve yepyeni bir kesim, işçiler, her gün sabahtan akşama makinelerle kol kola üretim yapıyor. İşte kendine böyle bir fon seçmiş dizimizin solgun ve karanlık aşk hikayesi. Daha doğrusu Elizabeth Gaskell yazarlığın bir başka kuralına uymayı tercih etmiş ve en iyi bildiği şeyi, en iyi bildiği yeri yazmış. Kendisinin de içinde yaşadığı bir sanayi kentinden ilham alarak, Victoria Dönemi'nin sorunlarına dokunduran bir aşk hikayesi oluşturmuş.
Yayınlandığı günden beri pek çok eleştirmenin ve okuyucunun da zaman zaman dile getirdiği gibi, biraz fazlasıyla Pride&Prejudice kokuyor North&South. İzlerken ben kendi kendime kızıp durdum, yapma etme sen sırf seviyorsun diye önüne gelen her şeyde o hikayeyi bulmaya çalışıyor olabilirsin dedim kendime. Ama o kadar fazla benzerlik bulmaya başlıyor ki insan aklı, artık bir noktada olayları bekliyor bile oluyorsunuz. Tabi bu benzeme durumu kesinlikle bugünün "fan-fiction"ları tarzı bir durum yarattığından değil. Aksine sadece benziyor ve yine de çok da özgün bir hikaye sunuyor. Jane Austen'ın o büyülü gerçekliğinin yanında Gaskell'inki daha koyu, daha sert ve daha gerçekçi geliyor.
Burada esas kahramanlarımız Margaret ve John'un ilk karşılaşması insanda hakikaten karakterlere hak verdirtiyor, her ne hissediyorlarsa. Margaret o ilk durumda John'u hiçbir şekilde bir erkek veya bakılacak biri olarak göremiyor haliyle, yalnızca karakteri hakkında kocaman bir önyargı oluşturuyor kafasında. Haklı da, ama orası ayrı mesele. John ise daha ilk görüşte belki de vuruluyor Margaret'a ama hem durumun harareti hem de diğer etkenler yüzünden önce bir algılayamıyor. Sonrasında adım adım John'un aşkının harlamasını, umutsuzluğunu, çabalamasını izlerken; Margaret'ın duruşu ve karakteriyle kendine baktıran bir adamın gerçek karakterini ve ruhunu adım adım tanımasını, kabuğun altından sızan güneş ışıklarını göre göre kendine bile itiraf edemeden aşık olmasını izliyoruz.

John Thornton rolünde Richard Armitage adeta devleşiyor (yazarınız burada ince bir söz oyunu etti, hani bilmem bildiniz mi:)), gönlümüze Victoria dönemi Darcysi olarak resmen taht kuruyor. O iç parçalanışları, o umutsuzluğu, o sağlam duruşunun ardında kendine güvensizliği, o anasının kuzuluğu, o -yine de- çabalayışları...Yalnız arada falsoları da yok değildi oyunculuk adına, bazen bazı "bakış" olaylarını abartıya varacak şekilde teatral hale sokuyordu ki allahtan adam güzel, absürtçe gülüp geçiyorsunuz. Margaret olarak ise Daniela Denby-Ashe'ı ilk defa izledim ve tanıştığıma çok memnunum. Asıl hikayede kitapta karakter nasıl bilmiyorum ama dizideki haliyle Margaret çok "düzgün" bir şekilde oynanıyor. Yani her şeyiyle ölçüler içinde oyunculuğu, düzgün, kalıpları belli. Thornton karakteri gibi içinizi savurmuyor, ama görevini de iyi yapıyor. Dizinin ana hikayemizin iç içe geçtiği bir diğer önemli yan hikayesi ise dönemin işçi ve işveren durumları. Paranın sahibi kesimi Thornton ve diğer ailelerle izlerken, çalışan ve üreten kesimi de işçi lideri Nicholas Higgins ve kızları Bessy ile Mary irdeletiyor. Atölye sahibi eve de giriyor Margaret, Higginslerin ve diğer işçilerin yaşadığı virane çamurlu sokaklara da. Bu iki zıt kutup arasında adeta bir köprü oluşturuyor Margaret hikayede. Nicholas Higgins rolünde Brendon Coyle'a rastlayınca tabi eski bir dostumu görmüş kadar oldum. 5 sene boyunca Downton Abbey'de izleyince, insan ister istemez içselleştiriyor tabi. Downton Abbey'nin yeri bende ayrı çünkü. Hayır bir de adamda herhalde bir emekçi bir fakir ama gururlu ve düzgün adam tipi var, şimdilik hep öyle izledim nedense. Bessy Higgins olarak ise daha geçen gün izleyip bahsettiğim Death Comes to Pemberley'deki "hiç de olamamış" Elizabeth (Bennet)Darcy olan Anna Maxwell Martin vardı, inanın buradaki soluk benizli işçi kızı hali daha "olmuş"tu.

Dediğim gibi, veya şuraya kadar yazdıklarımdan demeye çalıştığım gibi, North&South gayet izlenesi bir hikaye sunuyor bize. Öylesine güzel müzikler eşlik ediyor ki bir de, o müzikler olmadan aynı duyguları hissettirebilir miydi tüm o hikayeye ve oyunculuklara rağmen, bilemiyorum. Hem odağına aldığı aşk hikayesiyle hem de yanı sıra sürüklediği temalarıyla, uçuşan bembeyaz pamuk tozlarıyla gayet başarılı bir 4 saat oluşturuyor.
şu sahnede kalp sızısından ölmezseniz, hiç ölmezsiniz
(Yalnız nette Türkçe altyazılı olarak en fazla 360p kalitede bulabiliyorsunuz. Ben 480p'lik bir tane bulup oradan izledim ama o da Yunanca altyazılıydı. O yüzden izlemek isterseniz tavsiyem, sabır ve emek harcayıp torrent ve diğer indirme yöntemlerini denemeniz ve en azından 480p ve üstü kalitede versiyonlar bulmanız. Eh çünkü misal Richard Armitage mimik yapıyor 360p'de adamın gözü ağzı burnu seçilmiyor, adam aşık mı şamdana mı bakıyor anlayamıyorsunuz. Ona göre.)
mesela yani

Etgar Keret hikayelerinin arasında, Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü

"Bu öykü geç gelen yolculara asla kapı açmayan bir otobüs şoförüne dair. Kimseye. Ne otobüsün yanında koşup ona yalvaran bakışlarla bakan ezik lise öğrencilerine, ne kapıya aslında zamanında gelmiş de bütün suç şoförünmüş gibi vuran sinirli tiplere, ne de onu ellerindeki alışveriş torbalarını sallayarak durdurmaya çalışan yaşlı ve titrek kadınlara. Kötülüğünden değil, çünkü kötülüğün zerresi yoktu bu otobüs şoförünün ruhunda; ideoloji meselesiydi sadece."
Etgar Keret'in kitaba ismini veren ve kitabı açtığımızda ilk karşılaştığımız öyküsü bu cümlelerle başlıyor. Eh, böyle cümleler okuyunca insan kendini birden kaptırmış giderken buluveriyor. Öyle yokuş aşağı el freni çekilmiş kamyon misali değil ama. Yatağında usulca akan bir nehrin suyuna kapılmış gibi. Suyun yatağı var evet ama ne yöne gittiğini göremiyorsunuz etrafınıza bakmaktan o hızda sürüklenirken. Keskin dönüşlerle dolu, birden bire nereden çıktığı belli olmayan kayaların arasından ilerliyor sonra. O suyun içinde olmak bir yandan çok keyifli, böyle içinizi gıdıklayan, yumuşak ama hafif bir hisken, bir yandan da ne yönden geldiğini anlamadığınız yumruklar savuruyor yüzünüze su. O yumruklarla kısa kısa sürelerde gözünüzün önüne gerçek geliyor mesela, aslında suyun dışında, oturduğunuz yerde oturuyorsunuz. Ama iki yumruk arasında gerçekliğin dışında, o suyun içindesiniz. Keret'in öykülerinde bir sayfa içinde, tek bir sayfa içinde hem bildiğimiz gerçeklikte hissediyoruz, hem de başka bir tanesinde yüzüyoruz. İkisi iç içe geçiyor çoğu yerde, mantığımız reddediyor gibi olacak anlıyoruz ama reddetmiyor, böyle kendimizi saçma hissediyoruz ama devam etmekten de alamıyoruz.
Bu ilk öyküden sonra kitap kimisi bir sayfalık kimisi onlarca sayfalık öykülerle hoplaya zıplaya devam ediyor. Goodman, Duvardaki Delik, Cehennemden Bir Hatıra, Rahim, Domuzu Kırmak, Emniyet Mandalı Açık, Uçan Santiniler, Korbi'nin Sevgilisi, Ayakkabılar, Kissinger'ı Özlemek, Rabin Öldü, İlkoğul Belası, Siren, İyi Niyet, Katzenstein, Alon Şemeş'in Esrarengiz Kayboluşu, Son Bir Öykü ve Tamam, Jetlag, Mossad Şefi'nin Oğlu, Borular, Kneller'in Mutlu Kampı öykülerinin içinde yüzüyoruz. Keret'in yazımı hem çok gerçekçi, hem değişik bir gerçek dışılığı var. Dediğim gibi, birbirine geçmiş durumda. Bir de bana öyle geliyor sanırım ama kuru bir çöl tozu gibi. Böyle gülecek gibi oldum okurken mesela ama gülemiyordum. Böyle dilim damağım kuru kuru kalıyordu, yutkunuyordum, kafam karışıyordu. Hem sevdiğimi düşünüyorum bu yüzden, hem de sevmediğimi, beni mutsuz ettiğini.
Mesela Ayakkabılar öyküsü var, usul usul ilerleyip, pat diye göğsünüze çörekleniyor. İyi Niyet öyküsü sonra, oturup kendimi anlatıp, derdimden yansam, bundan daha iyi ifade edemezdim. Borular'da şöyle cümleleri var örneğin;
"(...)sopaya gerek duyan ilk insanın kabilenin en güçlü ya da en zeki insanı olmadığını söyleyen sosyoloji öğretmenimi hatırladım. Diğerleri sopaya gerek duymazken, o duyuyordu. Zayıflığını örtmek ve hayatta kalmak için sopaya diğerlerinden daha fazla ihtiyaç duyuyordu."
"Cennet'in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri.(...)Ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası."
Bilmem belki Keret'in kaleminde ya da aklında değildir beni rahatsız eden. Bu gerçeklikle birleşik gerçekdışılıktır belki ya da bana göre "çağdaş" kalmasındandır. Okuduğum, izlediğim her şey hemen hemen hiç bir şekilde son döneme ait olmuyor, hep uzakta bir geçmişte, romantize edilmiş bir geçmişte buluyorum kendimi. Ondan herhalde, çağdaş yazarlar, içine doğduğum dönemin öyküleri böyle ediyor.
Etgar Keret, kaynak:Abc.es
Bu ilk okumam sayılmaz aslında Etgar Keret'i. Daha önce, 2015'te Bilek Kesenler olarak çizimli halini okumuştum. O da Siren Yayınları'ndandı, bu elimdeki öykü derlemesinin basımı da. Hatta 2014 tarihli 8.basımı. İlk basımı 2000'de yapılmış ve 4 yıl içinde 8 kere baskıya girdiyse ne kadar okunduğunu tahmin etmek zor değil. Ama işte, benlik değil sanırım bu dönem yazarları, bu dönem kitapları. Bilek Kesenler benim için çok ilginç ve keyifli bir macera olmuştu, o yüzden, o hevesle okudum bu öyküleri de. Ama işte. Siz okuyun bence yine de. Okumalısınız yani.
Bu arada kitabı nette en ucuz Babil'de bulabiliyorsunuz, 9 tl'ye görünüyor orada. Diğer yerlerde de 10,50 gibi bir fiyata sahip.

28 Mayıs 2017 Pazar

Agatha Christie'den Doğu Ekspresinde Cinayet

İstanbul Haydarpaşa Garı'ndan kalkan Doğu Ekspresi'nin Calais vagonunda Belgrad'dan ayrıldıktan sonra gecenin bir yarısı tuhaf ve korkunç şeyler olur. Önce geceyi yaran çığlık duyulur. Sonra tren şiddetli kar ve tipi yüzünden dağ başında bir yerde durmak zorunda kalır. Sabah olup, yolcular kahvaltıya gelmeye başladıklarında gecenin olayı ortaya çıkar. Doğu Ekspresi'nde bir cinayet işlenmiştir. Cinayeti kimin, nasıl ve neden işlediğini bulmak ise trenin şansına bu yolculukta orada olan ünlü dedektif Hercule Poirot'ya düşecektir.
Dedektif Poirot ile ilk defa 1920'de The Mysterious Affair at Styles (Türkçe'de Ölüm Sessiz Geldi olarak yayınlanmış) kitabıyla tanışmışız. Bu kitaptan, 1975'te yayınlanan Curtain (Türkçe'de Ve Perde İndi olarak yayınlanmış) kitabına kadar Poirot 33 kitap ve 50'den fazla kısa hikayede daha olayları çözmeye devam etmiş. Yaratıcısı Agatha Christie bile onu çok da sevimli bulmamış ama okuyucular Poirot'yu çok sevmiş anlaşılan.
Doğu Ekpresinde Cinayet ise ilk defa 1934'te yayınlanan, Agatha Christie'nin son gaz yazmaya devam ettiği Poirot hikayelerinden biri. Diğer eserlerinden bağımsız olarak, tek başına değerlendirip, okuduğunuzda olayların gelişimi ve karakterlerin teker teker tüm hikaye boyunca işlevleri, cinayetin işlenişi ve çözümüne giden yolun, ortaya okuması oldukça keyifli bir dedektiflik hikayesi çıkardığını görüyorsunuz. Baştan sona merak duygumuzu bir anlığına bile elden bıraktırmıyor Christie. Nedenler, motivasyonlar alabildiğine mantıklı ve yerinde bir şekilde hikayenin örgüsü içinde yavaş yavaş açığa çıkıyor. Her bir tabaka kalktıkça bir miktar olayı anlamaya başlıyoruz. Ama yine de en sona kadar hikayenin bütününü Poirot bize açıklayana kadar göremiyoruz. Ki kitabın güzelliği de burada yatıyor. Son açıklamaya kadar tam olarak ne olduğunu bir türlü birleştirip de ifade edemiyoruz. Her bir sayfada, her bir karakterle, her bir açıklamayla yeni bir ipucuna yönelip, bir şeyleri çözer gibi olup, daha da çok örülüyoruz. Christie'nin Doğu Ekspresinde Cinayet'i 21.yy.ın bu, Sherlock'un binbir tonunu görmüş izleyici-okuyucusu için yüzde yüz bir değişiklik sunmuyor tabiki, o kadar çıtayı yükseltmeyeyim. Ama yine de eli yüzü düzgün, okuması keyifli; yüzyıllardır bulmaca çözmemiş beyinlerimizi birkaç saatliğine meşgul edip, tatlı tatlı olay çözdürüyor.
Agatha teyze
Şöyle güzel bir dedektiflik hikayesini kim sevmez zaten? Agatha Christie'nin kendine seçtiği bu yazım alanı ona hem edebiyat dünyasında, hem de popüler kültür içinde yaşarken de öldükten yıllar sonra da oldukça sağlam bir yer edindirmiş durumda. Çok fazla okudum dersem yalan olur bu noktada, çünkü her ne kadar çok merak etsem de Poirot hikayelerini, Christie'nin kendisi ve yaşamı beni oldum olası daha çok etkilemiş, daha çok cezbetmiştir. İlk defa gazetenin verdiği bir çizgi roman ile tanımıştım Agatha Christie'yi. On Küçük Zenci hikayesinin çizgi romanı. Kafası Antik Mısır, Eski Yunan, Sümer, Babil hayalleriyle, dolaplarda bulduğu eski dergilerdeki hayalet hikayeleriyle ve Maltepe Pazarı'ndan eve bir şekilde ulaşmış bilim dergilerinin eski sayılarındaki hiç bilmediği bilim alanlarının, çalışmalarının ışıltılarıyla dolu bir çocuk olarak o dedektif hikayesindense yazan teyzenin 85 yıla yayılan hayatı daha ilgi çekiciydi. En çok yapmak istediğim iki - hatta üç - şeyi yapıyor (yapmış) ve dibine kadar yaşıyordu bu beyaz saçlı teyze. Arkeolojik kazılarda dört dönmüş, hikayeler yazmış (ve kitapları çılgınca satıyor) ve seyahat edip durmuştu. Aman yarabbi ne müthiş bir hayattı benim için o zaman. Tabi bu elementleri dışında bir dolu kötülüğü de vardı, babasını küçükken kaybetmişti Agatha, iki dünya savaşı yaşamış ve cepheden gelen yaralı askerlerle ilgilenmişti, 36 yaşındayken kocası başka bir kadına aşık olduğu için onu terk etmişti. Ama yine de hiçbir zaman her şey tam anlamıyla kötü gitmemişti onun için. 40 yaşındayken arkeolog Max Mallowan ile evlenmiş ve o dönemde, arkeolojinin çılgın çağında o en deli höyükleri görme şansı olmuştu (Max Mallowan isminin arkeoloji veya tarihle ilgilenen biri için neler ifade ettiğini tahmin edin.). Bir de dışarıdan bakınca çok gizemli, heyecanlı, maceralı görünüyordu hayatı. Bir kere 10 günlüğüne İngiltere'de, evinin oralarda ortadan kayboluşu hikayesi, bir de İstanbul'da Pera Palas'ta kaldı mı kalmadı mı gizemi vardı. Dedim ya, en az yazdığı dedektiflik hikayeleri kadar ilginçti Agatha teyzenin hayatı.
Max Mallowan, Agatha Christie ve Leonard Woolley Ur kazısında, ey gidi günler ey.
Bu yüzden sanırım, hayat öyküsüyle daha çok ilgilendiğimden, yazdıklarına çok da girememiştim. Uzun zamandır duruyor bilgisayarda klasörü. Yaklaşık 72 tane hikayesi pdf olarak elimde ama bir türlü içimden açıp okumak gelmemişti. Ta ki geçenlerde "Murder on The Orient Express"in yeni bir uyarlamasının fotoğrafları ve haberleri gelinceye kadar. Nasıl olsa filmi gelince her türlü izleyeceğim diye hikayeyi de bir okuyayım dedim. Ama tam da bu noktada aslında teyze dediğim Christie'nin durumuna yaklaştığımı, artık benim de bir teyze olduğumu anlamam gerekiyormuş. Agatha Christie klasörümde kitabı bulup, kenara ayırdım, hah tamam okurum diye. Sonra odadaki kitaplığımda başka bir şey ararken kitabı bulmayayım mı? Varmış ya bende kitabı. Hem de 2004 tarihini atmışım ilk sayfasına. Okumuşum da yani. Ama artık hakikaten ben de bir teyze olduğumdan mı aklım artık yeni bilgiler kaydetmek için eskileri siliyor yoksa hikaye çok da akılda kalıcı gelmemiş mi zamanında, bilemedim. Neyse ki en azından film sayesinde bir kere daha okuma fırsatım oldu ve böylece, belki de ilk okuduğumda doğru düzgün hakkını verip, keyifle okumamış olduğum bir kitaba şansını vermiş oldum (belki Çanlar Kimin İçin Çalıyor'a da günün birinde bu ikinci şansını veririm, kim bilir).
Filmden bahsetmişken ufak birkaç laf da onun için edeyim. Kenneth Branagh hem yönetmiş hem de Poirot rolünü kimselere vermemiş. Onun yönetmesinden yola çıkınca da kadronun çılgın bir yıldızlar geçidi olacağı belli oluyor tabi. Haliyle Johnny Depp, Michelle Pfeiffer, Daisy Ridley, Josh Gad ve Willem Dafoe, Judi Dench gibi isimlerin yanında sanırım sırf o da oynayabilsin diye Penelope Cruz'a karakter yaratmışlar kitapta olmayan. Gerçi karakterin ismi de gene Christie'nin bir başka hikayesinden, Hercule Poirot's Christmas'tan (Türkçe'de Noel'de Cinayet olarak yayınlanmış) ama olsun, değiştirmişler işte. Bizdeki gösterim tarihi 10 kasım olarak belirlenmiş durumda.
Kitaba geri dönersek, bendeki - varlığını bile unuttuğum - basım Altın Kitaplar'ın nisan 2000 tarihli Gönül Suveren çevirisiyle 2.basımı. Altın Kitaplar'ın dizgisi bana hep çocukluğum gibi kokar, çocukken elimden bırakmadığım Mısır dolu kitaplar hep Altın Kitaplar basımıymış gibi geliyor ondan sanırım. Neyse, KitapYurdu'nda 11,70 gibi indirimli fiyata görünüyor, ayrıca ikinci el satan birçok yerde de olduğuna eminim. Bundan da uygun fiyatlara bulunabilir.

2 haziranda ekleme: Fragman gelmiş ey ahali!

26 Mayıs 2017 Cuma

Öyle bir maç izledim ki az önce, dayanamadım coşkuya, eh evin içinde o heyecanla hoplayıp zıplayamadım da yazayım dedim. Tofaş-Fenerbahçe maçı demin bitti ve süperdi. Spor şahane bir şey ya. Valla billa. Keşke küçükken bana da bir git oyna diyen olsaymış. Gerçi haklarını yemeyeyim annemlerin, bir yaz boyu voleybol kursuna götürdüler azimle ama. Off çok mutluydum demin, gene hüzünlendim ya. Vay arkadaş. Kendi kendini sabote edip durmakta üstüme yok.
Bir an önce iş bulsam da araba alsam da maçlara gitsem.

Jane Austen'dan sonrası, 3 bölümlük Death Comes to Pemberley

Fitzwilliam Darcy ile Elizabeth Bennet kendi mutlu sonlarına ulaştıktan 6 yıl sonrasında Pemberley artık gelenekselleşen baloların, mutlulukla işlerine koşturan çalışanların ve adeta birbiri için yaratılmış gibi saadet dolu bir tablo çizen Darcy ailesinin huzur dolu yuvası olmuş çıkmış durumdadır. Yine bir balo arefesinde minik Darcy ortalıkta mutlulukla koşuştururken çiftimizin birkaç yakın dostu erkenden gelir. Albay Fitzwilliam (nam-ı diğer anne tarafından kuzenimiz) ve de (biz jane okurlarının) yeni tanıştığı genç hukukçu Alveston Elizabeth, Darcy ve Georgiana'ya balodan birkaç gün önce katılır. Ertesi gün gün batarken Pemberley'nin huzurlu kapıları "cinayet!cinayet!" çığlıklarıyla sarsılır. Baloya davetsiz olmalarına rağmen gelmeye çalışan Lydia ve Wickham çiftinin atlı arabası dörtnala Pemberley'nin o güzelim bahçesine dalar. Pemberley'nin üzerine artık gerilim yüklü bulutlar çökmüştür.
yeni dostumuz Henry Alveston ve her uyarlamada mutlaka güzel, Georgiana
Bu şekilde mini dizimiz bizi Pride&Prejudice'ın bıraktığı noktadan tam 6 yıl sonrasında Austen hikayelerinden çok farklı görünen bir yere sürüklüyor. Aslında her şey tam da Jane'in bize altı kitabı boyunca kurduğu dünyaya ait yine. Kahramanlarımız, evimiz, diyaloglarımız hepsi o çok iyi bildiğimiz dünyada. Ama Jane'in kaleminin atmosferinden çok farklı bir havada. Cinayete gelmeden bile dizinin havası gerilim ve dram yüklü, hissedebiliyorsunuz. Aslında hep görmek istediğimiz bir zaman dilimini veriyor bize hikaye, "ve sonsuza dek mutlu yaşadılar"dan sonra ne oldu diye hülyalı hayaller kurduğumuz noktada anlatmaya çabalıyor. Ancak işin kötü yanı şu ki gerçekçi bir bakış açısıyla yapıyor bunu. Yani en azından benim için kötü yanıydı bu. Çünkü Jane de her ne kadar kendi döneminin kuralları, davranışları ve koşulları hakkında sarsılmaz bir katiyetle gerçekçi olsa da bir şekilde olayları kendi koşullarında "doğaüstü" yapmayı başarıyor, mutlu ediyordu herkesi ve hepimizi. Oysa dizinin hikayesinin böyle bir amacı olmadığını daha en başından hissediyoruz soluduğumuz havasıyla birlikte. Sonunda ne olursa olsun, mutlu son da olacak olsa mutsuz son da, bu hikayenin gerçekçiliği Jane'inki gibi değil, görebiliyoruz. Çok aşık olarak evlenen iki farklı insanın farklılıklarının, geçmişlerinin bu hikayedeki yerini irdeliyor mesela Death Comes to Pemberley. Yıllar geçtikçe birlikte değişen insanları gösteriyor. Evlilik sadece o ilk karar verdiğiniz andaki coşkunuz değil diyor. Aile olmayı sorguluyor, güveni yeniden ve yeniden kaybedip kazanmayı anlatıyor.
anne ve baba Bennetlar gelir bir de
Ama tüm bunları yaparken bildiğimiz, sevdiğimiz, nefret ettiğimiz karakterleri de eğip büküyor. Ve hayır bunu insanların zamanla değişmesi adı altında yapmıyor. P&P'den çok farklı halde bulduğumuz karakterler oluyor, tanıyamıyoruz. Çünkü karakteri Jane'den alıp, dizinin hikayesinde yeni baştan yaratmış gibi duruyor. Dizinin hikayesinde bunu senaryoyu yazanlar mı yaptı bilemem ama uyarlamanın temeli P.D.James isimli bir yazarın aynı adlı kitabıymış. 2014'te ölen yazar sanırım bu cinayet-gizem romanlarında baya ünlü bir "barones", hatta kitaplarının arasında "The Children of Men"i de gördüm ki Alfonso Cuaron'un yönettiği filmi hala gözlerimin önünde.
Lady Catherine de Bourgh ve konu mankeni kızı bir görünmeden de tabi olmaz
Bunun yanısıra oyuncu seçimleri de bir o kadar göz kanatıcı. Darcy rolündeki Matthew Rhys o kadar yavan ve ruhsuz ki, herhalde asıl hikayeden ve karakterden zerre kadar haberi olmamış. Hatta büyük ihtimalle senaryoyu okumamış ve sete geldiği ilk gün yönetmen demiş ki sen böyle varlığı yokluğu bir, ruhsuz, mıymınık bir şeyi oynuyorsun tamam mı güzel kardeşim hadi geç kameranın önüne! Senaryoda veya kitapta böyle bir karakter yazıldığını sanmıyorum Darcy'e ama diyecek laf yok. Elizabeth'i canlandıran Anna Maxwell Martin'e ise acıyor insan. Yeminle kendini harap etmiş Elizabeth kalıbını doldurabilmek için ama elinden ancak o kadarı gelmiş. Normalinde güzelliğine ya da tipine, yaradılışına laf etmiyorum, onun da kendine göre bir güzelliği var sonuçta. Ama karaktere o ruhunu veren olmazsa olmaz bazı fiziksel noktalar var ve Martin'de maalesef o fiziksel boşlukları oyunculuğuyla dolduramıyor. Ortaya tamamen başka biri çıkıyor. Albay Fitzwilliam konusunda ise yastıkları yumruklamak istedim. Karaktere yazılan rol bir kere P&P'den çok farklı olduğundan yani kişiliğini değiştirip, tamamen başka biri olarak sunduklarından beni rahatsız etti ama bu haliyle Tom Ward'un canlandırması olmuş görünüyor. Ama mesela karşılıklı her sahnelerinde Darcy rolünde Tom Ward'un bariz daha iyi bir seçim olacağı görünüyordu. Hatta Wickham rolündeki Matthew Goode bile çok daha iyi bir Darcy olabilirdi. Ki o da Wickham olarak fena değildi. Lydia olarak Jenna Coleman'sa o kadar histerik ve abartılı oynamasına rağmen diğer gördüğümüz Lydialardan çok daha kabul edilebilir duruyor. Georgiana ise hemen hemen her uyarlamada mutlaka ışıldayan güzellikte oluyor, Eleanor Tomlinson da bu geleneği bozmamış. Kendisini böylece her renk saçla izlemiş oldum. Neredeyse izlediğim her dönem dizisinde var çünkü. Bunlar dışında çok da eski karakterlerimizi göremiyoruz. Anne ve baba Bennet ile Jane Bingley olmuş Jane'i çok kısa sürelerde izleyebiliyoruz. Yeni karakterlerimiz ve yeni alt metinlerimiz var haliyle.
Georgiana ve Albay Fitzwilliam
keşke görmeseydim dediğim Darcy ve Elizabeth
eh artık buna da şükür dedirten Lydia ve Wickham
Gördüğünüz gibi beni rahatsız eden pek çok noktası olmasına rağmen ve tam anlamıyla istediğim tadı vermemiş olmasına rağmen en azından gene bir oraya gittim geldim diyebilmek için fena değildi Death Comes to Pemberley. Hiç bıkmasak da Jane'in hikayelerinin yeniden yeniden uyarlanmalarından, arada böylesi yeni soluklar kötü olmuyor. Hele ki bu gözler şu zombili olan gibilerine maruz kaldıktan sonra, inanın bu dizi gibilerine şükürler olsun diyerek sarılıyor insan.

22 Mayıs 2017 Pazartesi

izleyemediklerim okuyamadıklarım

Ara ara olurdu bu. Üniversitedeyken ve sonrasında da (tabi ondan öncesinde böyle şeyler hiç olmazdı, çünkü zaten elime geçirebildiğim kitap sayısı kısıtlıydı, film-dizi izlemek için de ancak televizyona muhtaçtım) böyle bazı zamanlar çökerdi üstüme, hiçbir şeyi okuyamaz, izleyemezdim. Size de oluyordur, biliyorum çünkü. Artık bu aşırı maruz kalmamızdan mı, her şeye artık çok kolay ulaşabildiğimizden mi, yoksa bir türlü bitmeyen depresyonumuzdan mı bilmiyorum. Bu böyle fazlaca şeye maruz kalma durumundan dolayı geçtiğimiz günlerde face'i ve instagramı kapattım. Hayatımdan çıkardım. Çünkü devamlı üstüme resim, video, haber yağıyor gibi hissettirmeye başlamıştı. Oturup saatlerce ekrana bakıyordum boş boş. Kapattım, rahatladım biraz.
Hayattan zevk almayı sağlayan birkaç ufak şeyden biri olan bu okuma izleme gibi eylemleri yapamaz hale gelince insan çok kötü oluyor. Hayır şimdi içinizde 24 saatin her bir dakikası yetişmek zorunda olduğu işleri olan ve bana küfredenler olabilir, özür dilerim. Keşke bir dakikamız olsa da açıp bir kitabın kapağını iki cümle okuyabilsek diyorsunuz biliyorum ama beni de anlayın. Milyon yıldır işsizim, üstüne amaçsızım, hayatım en dibine vurmuş, kimlik bunalımından tutun da ne kadar psikolojik sorun varsa yaşıyorum. Beni de anlayın.
Demem o ki çalışırken, o yerin dibinde, o bilgisayarların başında içimden ağlaya ağlaya ah ulan keşke çalışmıyor olsaydım tüm gün şu diziyi izlerdim tüm gece uyumaz şu serinin maratonunu yapardım falan diye söylendiğim zamanları hatırlıyorum, hatırlayabiliyorum. Ama gelin görün ki pratikte hiç de öyle olmuyormuş. Şu son birkaç aydır okuyamadığım kitapların, izleyemediğim dizilerin haddi hesabı yok. Açıyorum kitabı bin bir hevesle, birkaç sayfa okuyorum, etrafa bakmaya başlıyorum. Ne okursam okuyayım sarmıyor. Kendimi zorluyorum, ince birkaç kitabı bitirebildiysem onlar ancak. Diziler deseniz, listeler yapmışım bak bunu bunu izleyebilirim diye. O listeye göre açıyorum ilk bölümü, on dakika geçiyor geçmiyor kapatıveriyorum. Bazılarının bir bölümünü izleyebildim, önce iyi geldi, sonra ikinci bölümü açınca hevesim gene kaçtı. Hani yani hepsi mi kötü denk geldi, hepsi mi sıkıcıydı. Misal:

  • Poldark : Uzun zamandır köşede tutuyordum, tam benlikti çünkü. Kitap serisinden uyarlanmış, 18.yy güneybatı İngiltere, manzaralar süper, oyuncular güzel, hikayede her şey var. Başrolde zaten Aidan Turner ve saçları var, o uzun palto etrafında uçuşa uçuşa dolanıyor. Eleanor Tomlinson'u bir de kızıl saçlıyken izlemek paha biçilemezken, Heida Reed gibi bir güzellik önümüze geliyor. Ama gelin görün ki 3 bölüm izledikten sonra hımm peki o zaman sonra ne oluyor deyip, açıp kitapların konu özetlerini okudum. Aslında bunda böyle olacağını ilk bölümde anlamıştım. Ross Poldark ile Demelza Carne ilk tanıştığında dedim bunların aşık olmaları ve bir araya gelmeleri beni başına kilitler. Ama bendeki büyük sorun bu, imkansız karakterler sonunda kavuşunca tüm hevesim kaçıyor, bırakıp gidiveriyorum (evet çok derin psikolojik sorunlarım var farkındayım). Buffy ile Spike'ı o halde 10 sezon izlerdim ama ne zaman kavuştular, görüşürüz Buffy deyip gidiverdim. Vampire Diaries'te Elena ile Damon bir araya geldi, ben koptum. Sırf bu saçmasapan halimden dolayı güzelim dizilerin içine ediyorum. Ama siz izleyin Poldark'ı. Güzel.
  • Big Little Lies : Son zamanların en beğenilen işlerinden biri. Yine bir kitap uyarlaması. Aslında çok da tarzım olmayan konusu, daha ilk görüşte beni sarmaz dediğim bir çekim havası ve görüntüleri vardı ama dedim ki bunca insan bayılmış, bu kadar iyi eleştiri almış, eh Alexander da var (tabiki Skarsgard olan) bir bakayım. İlk bölümü aslında heyecanımı canlı tuttu, hakkını yemeyeyim. Ama ne zamanki ikinci bölüme geldim, o şiddet bana dokundu. Artık böyle kadınlara zarar veren şeyleri izleyemiyorum, dayanamıyorum. Yani işte anladınız siz ne tür görüntüleri kastettiğimi. O dakika bunu da kapattım. Sadece katil kim ölen kim öğrenmek için açıp okudum birkaç yer, o kadar.
  • The Musketeers : İşte bir "tam benlik" dizi daha. Aksiyon, macera, tarih, kostümler, dekorlar, kılıçlar, at üstünde kovalamacalar, 17.yy. Paris'inde Fransa'sında olaylar olaylar. Ve Alexandre Dumas'ın klasiği, üç silahşörler. Ama bu da olmadı, ilk bölümde heveslendim, ikinci bölümde ölesiye sıkılıp bıraktım. En çok üzüldüklerimden biri bu oldu. Çok güzel diziydi.
  • Unbreakable Kimmy Schmidt : Fikir şahane, oyuncular cuk oturmuş, yaratıcı ekip şimdiye kadar beni çılgınca güldüren işler yapmış bir ekip ama ilk bölümün sonunda neden dedim neden. Çok daha başka, çok daha değişik yazılıp, çekilebilecekken neden böyle yapmışlar. Bana absürt komediler gitmiyor, absürt hiçbir şey gitmiyor. Ama siz bilirsiniz, komik.
  • Baby Daddy: Cey çok uzun zaman önce önermişti bunu aslında, hem de motivasyon olarak Derek Theler'ı göstermişti. Merak da etmiştim, eğlenceli olur demiştim kendi kendime. Ama ilk bölüm sonunda, gülmüyordum. Yani tamam hakkını yemeyeyim Tucker'ın bir şey söylediği ya da mimik yaptığı çoğu yerde güldüm ama genelinde sıkıldım. Bu dizinin de böyle içine ettim sanırım, oysa çok umutluydum.
  • Elementary : Çok severek başladım, nasıl sevmezdim. Sherlock ve Watson'ı alıp güzelim New York'a koymuşlar, tarihleri günümüze ayarlamışlar. Jonny Lee Miller'ı keş bir Sherlock, zarafet timsali Lucy Liu'yu Watson etmişler ve gizemler gizemler...Zaten Lucy Liu'nun Watson'ının dizi gardırobu acayip hoşuma da gitmiş, izledim. Ama ancak 3 bölüm. Sonra sanki bana herşey çok anlamsızmış gibi geldi, hikaye örgüleri örgü değil, olaylar olay değil, çözümler eh. Bıraktım. Ama keyifli bir dizi halbuki. Şans verebilirsiniz.
  • Harley and The Davidsons : Bir başka muhteşemlik daha. Ama tabi gene kaçıp giden ben. Bildiğimiz Harley Davidson motosikletlerinin nasıl ortaya çıktığına dair heyecan dolu, iyi yazılmış, iyi de oynanmış bir mini dizi. Gene benim için yaptıklarını gösterircesine sene 1903'ten başlıyor. Michiel Huisman var bak bak doyamıyorsunuz o oynarken (evet o Daario Naharis). Ama ne zamanki Bill Harley tüm gece motor üstünde çalıştıkları için üniversite sınavına geç kaldı, giremedi, başı önünde eğik döndü, bende kayışlar koptu. Hayır bana ne oluyorsa ne ağlıyorsam. Devam edemedim.
Kitaplarda durum daha da vahim. Patrick Rothfuss'un Rüzgarın Adı, Ken Liu'nun Kralların Merhameti ilk bakışta aklıma gelenler. Bir on yirmi sayfa okuyup, kapattığım kitaplar hep. Hala bir kitapta kalabilmiş değilim şu an, elime alıp, geri bırakıyorum, pdfi açıp geri kapatıyorum. Ne olacak bilmiyorum.

"geldim"e ek ve ondan bundan şundan

Dün geldiğimi haber verdiğim yazıyı yazarken unutmuşum birkaç bir şeyi, halbuki bunları da söyleyecektim, akıl işte, gidip geliyor. Her şeyi ama her şeyi not mu almam gerekiyor benim öncesinde? Hayret bir şey.
Dönüş yolunda otobüsün ilk molayı verdiği tesisin tuvaletinde gözlüğümü unuttum mesela. Günlerdir rüyalar aleminde yüzüyorum resmen. Gözlerimdeki yanma batma kaşınma olayı iyice zıvanadan çıkmış olduğundan çok zorda kalmadıkça lensleri takmamaya çalışıyorum. O yüzden bozuk gözlerimle hayat gözlüksüz çok zormuş bunu anladım. Bilgisayar ekranını görebilmek dert, televizyonu izleyemiyorum bile, görmek için dibine girmem gerekiyor. Başım ağrıyor, gözlerim öyle ateşler saçıyor ki kendimi clark kent gibi hissediyorum.
Ben de çıktım gittim doktora. Göz doktoruna, bugün. Ben dedim derdime bir çare bul doktor bu gözlerle yaşayamıyorum ölesiye yanıyorlar. O da başladı Göbeklitepe anlatmaya (Urfalıymış, ondan).  Bir de kulağı az işitiyordu, bir noktada ne dediğimi anlaması için odada bağırmaya başladım. Ocak ayında yine aynı dertle gittiğim diğer doktor bir göz damlası ile gözyaşı damlası vermişti. O göz damlası ağzımın içinde yaralar çıkarttı, ben de koydum kenara. Gözyaşı damlaları ise bana mısın demedi, gözlerim şu an her zamankinden daha kötü. Bu seferki doktor ise bebe şampuanı ile yıka dedi kirpik diplerini gözlerini. Bir gözyaşı damlası da o verdi. Eczanede bebe şampuanı isteyince de eczacı anladı durumu tabi, gözlerin için mi dedi, artık bunun için göz şampuanları var bak göstereyim dedi. Benim de aklıma yattı, dedim bu gözlerimin lanetinden kurtulmak için bunu da deneyeyim. Şu an masamın üzerinde göz şampuanı, gözyaşı damlası, magnezyum hapı, demir hapı ve d vitamini kutuları duruyor. Uzunca bir süre "no doktor no cry" diye diye direndikten sonra şu an doktor ve ilaç manyağına dönüşüyorum sanırım. Cuma günü de cilt doktoruna gideceğim. 30 yaşına gelmişim hala koca koca sivilceler, bu yaşta insanda artık sivilce mi olur, kırışıklık olur kaz ayağı olur. Neyse o da verirse birkaç ilaç daha, oh mis. Büyükbabam gibi elimde ilaç torbamla gezerim.
Birkaç saat önce de ilk eşya dönüşümümü gerçekleştirdim. Özgür Dönüşüm var ya, grup aracılığıyla biriyle anlaşıp, evdeki eski kasetçaları verdim. Ama insan ne strese giriyormuş, inşallah bozulmaz elinde kalmaz falan diye. Çok mahçup olurum valla billa. Vermeden önce denedim çalışıyor ama, belli mi olur.
Böyle böyle evdeki eşyalardan kurtulmaya çalışıyorum. Saçma sapan hayallerim var şimdilik, iş bulabilirsem evi değiştiririm belki diye. O yüzden her şeyi yenilemek istiyorum. Belki etrafımdakileri yenilersem kendim de yenilenirim, değişirim diye umuyorum. Beni geçmişe bağlayan ne varsa olduğu gibi bırakıp kaçmak istiyorum. Şimdiye kadar deneyim diye bakıyordum, anılar, yaşanmışlıklar, eşyalar,..hepsi deneyim diyordum, beni ben yaptılar. Ama artık öyle bakmıyorum. Şu an olduğum kişi olmak istemiyorum çünkü. Bundan kurtulmak istiyorum. Beni şimdiki ben haline getiren bu 30 yıla dair ne varsa atıp kurtulmak istiyorum.
Bir de pek benlik değil ama bitki falan yetiştirmek, köyden birkaç saksı bir şey taşıdım. Mitoloji okumaya başladığımdan beri hep defnem olsun istemiştim, geçen gidişimde anneme dedim, bu sefer bir saksıya iki dal dikmiş, verdi. Halama da biberiye sormuştum, o da hem ondan bir saksı yapmış, hem de başka bir saksıya adaçayı dikmiş, onları verdi. Bir de fikir olarak takdir ettim, en küçük kuzenimin nişan şeyi olarak minicik bir saksıda değişik bir bitki dağıtmış, annemlerde duruyordu, annem onu iki güne kurutur diye onu da kaptım geldim. Hiç benlik değil dedim ya, işte o "ben" de kurtulmak istediklerimden. Belki yeni "ben" bitki insanı olabilir, belli mi olur.
Yalnız dışarıda iğde ağaçları ve hanımelleri çok çılgın kokuyor bu ara. Salak salak sırıtıyorum geçerken kokuyla mest ola ola.

21 Mayıs 2017 Pazar

geldim

En son yazıyı 10 gün önce göndermiş göründüğüme göre, tahmin edebilirsiniz. Anneler Günü'nü de fırsat bilip, köye kaçmıştım. Önceki akşam döndüm Ankara'ya. Köyden her dönüşümde kendimi sanki çok farklı bir gezegenden, ışık yılları öteden gelmiş gibi hissediyorum. Köyde her şey daha yeşil, her yer orman ağaç ot. Sabah uyanıp, yatağımdan kalktığımda pencereyi açıp bir iki dakika dikilip, duruyorum mesela öylece. Baktığım manzarada önümde alabildiğine uzanan dimdik yokuşlu ormanlar, sık ağaçlar, onlarında ilerisinde dalgalı bir deniz ve nihayet ufuk çizgisine birleşen gökyüzü oluyor. Odamın hemen sağ tarafındaki kümesten tavukların sesi geliyor, karşımdaki manzaradan kuş sesleri, rüzgarda hışırdayan ağaçların sesleri...Romantizm kasmıyorum burada bakın ciddi ciddi sessizlik içinde kuş sesleri duyuyorum o pencerenin önünde dikilirken. Sonra odadan çıkıp, direkt iki adımda evin kapısından çıkıp, kendimi bahçede bulabiliyorum. Yani yatağımdan kalkıp direkt kendimi güneşin, rüzgarın, inek ahırından gelen kokuların içinde ve çimenin üzerinde bulabiliyorum. Diyorum hiç de öyle doğa orman bayır insanı değilim diye ama orada, her sabah yapabildiğim bu şey çok hoşuma gidiyor. Böyle radyoda çok güzel bir şarkı çıktığında arabanın o ılıklığında biraz daha amaçsızca durmak gibi. O bahçede dikildiğim sabahlar hani hiçbir şeyin anlamı olmasa bile zerre umrumda olmazmış gibi geliyor. Sadece o birkaç dakika.
Tabi bir de güneşli olmayan sabahlar var ki Karadeniz'de güneşli gün sayısı tüm yıl içinde taş çatlasın bir ayı geçmiyor ya. Soğuk olduğunda, iyi soğuk oluyor. Sıcaklık 25 derecenin altına indi mi titremeye başlarım ama soğuk ölçüsünü biliyorum artık 21 senedir Ankara ayazında titrediğim için. Buna rağmen soğuk diyorsam bir bildiğim var. O yüzden mesela bulutlu sabahlarda da kuzinenin üstünde ekmek kızartmak insana mutluluk veriyor. Kuzineden üç adım uzaklaştım mı buz kalıbına dönüyorum ama olsun. Rüzgar azcık bir esti mi 90lara dönüyorum babamla sonra. O çanağın başına, ben televizyonun yanındaki pencereye.
O yüzden köyden her dönüşümde sanki orada yaşadığım boyut, buradakinden farklıymış hissi veriyor. Mamak'ın köhne manzarasından Ankara'ya girerken kendimi birden gerçekliğe fırlatılmış gibi hissediyorum. Bir de otobüste habire bir şey okuyup, izlediğim için sanırım. Bu seferki yolculuklarım gündüz olduğu için biraz manzarayı izlemeye çalıştım ama yine de iki kitap ve bir buçuk film izledim. Film geliyor olduğu için Agatha Christie'nin Doğu Ekspresi'nde Cinayet'ini bir tekrar ettim. Bir de Etgar Keret'in hikayeler toplaması olan Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nü. İlk izlediğim film 2014 yapımı Non Stop'tu. Liam ustamı izlerken keyifliydi ama sonrasında 2013 yapımı Rush'ı ancak 50 dakika falan izleyebildim. Film baya iyiydi aslında, neden bunaldığımı bilemedim. Daniel Brühl'ü severim, arabaları, yarışları severim, eh 70ler fonunda da herşey biraz daha renkli oluyor. Bilemedim.
Köye gitmeden önce kan tahlili için doktora gitmiştim. Aslında taa nisanın sonunda gitmiştim ama doktorun yazdığı reçetedeki ilaçları almaya ancak dün gittim. Önce netten bakıp nöbetçi eczane listesine, en yakınını işaretledim ve çıktım yürümeye başladım. Haritada tam şu sokağa dönünce diye gösteriyordu nöbeti eczaneyi, ben de döndüm. Ama karşılaştığım eczanenin ismi elimdeki isimle aynı değildi. Bu da açıkmış olsun dedim girdim. Almam gereken ilaçların biri demir biri magnezyum hapı, sonuncusu da d vitamini kapsülüydü. Demirle magnezyum tamamdı da, d vitamini için eczacı doktorun yazdığı hakkında bir dolu şey söylemeye başladı. İçinde bir katkı maddesi mi bir şey varmış, çok zararlıymış, ödem yapıyormuş, zehirlenip gelenler olmuş, çok ağırmış bu dozu böyle. Ben karşısında şoktan şoka girerken o anlatmaya devam etti. Önüme koyduğu kutuya ben artık safi zehir diye bakıyordum, eczacı ise gözlerimdeki o dehşeti görmüyordu. Bana diğer bir ilacı tavsiye etti, bak bunda katkı maddesi yok, iyi bu daha iyi dedi. Ben ise daha da şaşkınlıkla bakmaya devam ettim. O an kafamdan geçenleri gözlerimden okuyabiliyordur diye düşündüm ama sanırım okuyamadı. Çünkü eğer okusaydı bana hiçbir ilaç lafı etmezdi. Yahu bu ilaç bu kadar zararlı bunu niye yazıyor o zaman doktor? Ya da üreten bunu ilaç diye niye üretiyor? Sen niye satıyorsun? Bana önerdiğinle bunun arasında 30 lira fark olması ne anlama geliyor? Pahalı olan her şey daha mı sağlıklı? Madem insanları öldürüyor (tamam abartttım öldürmüyor ama zehirleniyorlar işte) niye veriyorsunuz insanlara? Bu ilacın görevi zaten beni düzeltmek değil mi? Ulan ne d vitaminiymiş, iki hafta höyüğün tepesinde kızgın güneşte kavrulmama rağmen hala nasıl eksik olabiliyor? Hücrelerimin yüzde doksanı çay kahve ve sütten oluşuyor hadi anlıyorum demir ve  magnezyum eksikliğimi ama de vitamini ne alaka lan? Sonuç: Şu an o zehir kapsülü masanın üzerinde, bakışıyoruz, ben onu yok sayıyorum o da beni.
Sabah da sınava girdim zaten. Matematiği ne kadar seviyorsam o kadar yapamadığımı fark ettim. Gülüyorum kendi kendime. Yapacak başka bir şeyim yok, elimden başka bir şey gelmiyor. Anca gülüyorum kendime. O izleyemediğim Rush'ın bir yerinde Niki Lauda ile Clay Regazzoni arasında şöyle bir konuşma geçti:
Clay: Ama bu sadece iş değil, değil mi? Bizim yaptığımız. Bu bir tutku. Aşk. Bu nedenle hayatlarımızı riske atmaya hazırız.
Niki: Ben değilim. Eğer daha fazla yeteneğim olsaydı ve başka bir şeyde daha fazla para kazanabilseydim, onu yapardım.
Adam o kadar kazanmış, o kadar ünlü ve başarılı olmuş bir formula 1 pilotu. Ve bu kadar da gerçek konuşuyor. Ne kadar sevdiğin, istediğin, hayal ettiğin önemli değil galiba. Sonunda yine sadece becerebildiğin şeye kalıyorsun. Ki bu benim durumumda salak salak oturmak oluyor.
Neyse, demek istediğim, ben döndüm.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...