2 Kasım 2011 Çarşamba

"GILGAMIŞ DESTANI - Ölmek İstemeyen Büyük İnsan"

Kazıcıların, ağır toprak kefenlerinden kurtardıkları ve hem yorgun güzelliklerinin cazibesine, hem de ilkel ihtişamlarının esinlendiği tatlı hayallere kapılarak sevdalandıkları şu sakatlanmış anıtlardan biridir Gılgamış Destanı.
(...)
Uzun bir şiir bu, Babil Ülkesi'nde, üç bin beş yüz yıl önce, Akkadca yazılmış : Sami dilinin bir kolu olan Akkadca, iki bin yılı aşkın bir zamandan beri konuşulmayan ölü bir dil, ama aynı dil ailesinden, daha yakın zamanda ortaya çıkmış diğer dillerle : İbranice, Aramca, Arapça'yla vb. akraba.
1914 doğumlu(2007'de de rahmetli olmuş, özellikle mezopotamya üzerine süper kitapları mevcut) bir Fransız Assurbilim profesörü olan Jean Bottéro kitabın Giriş kısmında böyle söylüyor ilk olarak. Elimde Yapı Kredi Yayınları'nın 2005'te yaptığı ilk baskısı var. Destanı Akkadca'dan çeviren ve açıklayan Jean Bottéro, onun Fransızca yazdıklarını ise Türkçe'ye çeviren Orhan Suda. Binyılları taş tabletler üzerinde aşıp, gelmiş destanın şimdiye kadar ele geçirilen kopyalarının tam metinleriyle birlikte Bottéro'nun açıklama ve yorumları 289 sayfa tutmuş. 300 sayfalık bir kitap evet ama bu kısa kitaplar daha zor okunur ve daha güç anlaşılır teorimi de kanıtlamaya katkıda bulundu bir yandan. Bilmiyorum belki kafam çok meşgulken ve yorgunken okumuş da olabilirim ama bana çok karmaşık geldi tüm anlatımlar, açıklamalar, versiyonlar, yorumlar.
Jean Bottero amca
Kitap destanın tam metnini (tabi söz konusu Gılgamış Destanı olunca bu tam metin olayı biraz sözde kalıyor) vermeden önce okuyucuyu en baştan Mezopotamya 101 dersine alıyor. Mezopotamya tarihine ve mitolojisine kısa bir bakış attırıp, destanın geçtiği döneme geliyor. Ardından destanın bilinen ve bulunan tüm versiyonlarından bahsediyor etraflıca, her bir versiyona dair teorileri ve gerçekleri ortaya koyuyor. En ince ayrıntısına kadar, çeviriyi nasıl okumamız gerektiğini ve kullandığı yöntemleri de anlattıktan sonra Ninova (Niniveh) Versiyonu olarak bilinen versiyon üzerinden destan metnini önümüze koyuyor. Destanı belli bir olay çizgisinden takip ederek okuduktan sonra işimiz bitmiyor tabi. Genel metne dahil edilemeyen, farklılıklar barındıran veya tekrarlara yer veren diğer tabletleri sırasıyla  Eski Versiyon'un Parçaları kısmında inceleme şansı buluyoruz. Bottéro en sonunda da sonsöz niyetine Bu Eserde...Söz Konusudur kısmında destanın düşündürdüklerini ve ona göre en büyük paradoksunu anlatıp, bitiriyor.
Ninova Versiyonu'nun anlattığı temel hikayeye göre, Gılgamış Uruk kentinin kralıymış. Destanı yazanların da ona ekledikleri üzere, daha yaşarken tanrısal özelliklerle bezeli olarak anlatılan oldukça görkemli bir kral bu Gılgamış. Ama bu özelliklerinin yanında, çok da maceraperest, devamlı savaş ve şöhret arayışında. Biraz fazla kafasına göre yaşamaya, her istediğini yapmaya ve halkını aşırılıklarıyla canından bezdirmeye başlamış. Bunun üzerine tanrılar ona denk olacak bir başka kahraman yaratıp, Gılgamış'ı dizginlemeye karar vermişler. Enkidu'yu yaratmışlar. Gılgamış'a denk güzellikte ve güçte olan Enkidu, ormanda hayvanlarla büyümüş ve yaşamış böylece (Bir tür Mowgli durumu kanımca). Ormandan ekmeğini çıkaran avcının biri, günün birinde Enkidu'dan dolayı korkup avlanamadığından, bir plan kurmuş (bir versiyona göre de tanrının birine yakarmış, planın detaylarını o söylemiş). Bir yosma götürüp Enkidu'ya, onunla birlikte olmasını sağlayacak ve böylece birlikte yaşadığı hayvanlar Enkidu'yu bir daha aralarına almayacakmış. Plan kusursuz işlemiş. Bir içim su olan yosmayı gören Enkidu kendinden bekleneni yapmış (bu aşamada destan metni hiç şaşmadan yedi gün yedi gece durumunu belirtmekte ısrar ediyor :p). Hayvan arkadaşları da. Yosma da onu kendisiyle birlikte Uruk'a gitmeye ikna etmiş. Yolda ufak bir çobanlarla konaklama, insan gibi yemek yemeyi falan öğrenme maceraları var ama kısaca geçiliyor. Uruk'ta Gılgamış'la karşılaşan Enkidu daha ahlaklı çıktığından olsa gerek, bu fevri kralın karşısına dikilmiş, ona engel olmuş. Önce dövüşen iki kahramanımız ardından ölümüne kanka olmaya karar vermişler.
böyle böyle şeylerin üstünden okuyup da
yazıyorlar bunları hep, düşünün artık ne eziyetler
İki kankanın bundan sonraki hedefleri ise tabiki maceraya girişmek olmuş. Sedir Ormanı'nın koruyucusu korkutucu yedi şimşekli Humbaba'yı öldürüp, en güzel sedirleri kesmeye gitmişler önce. Döndükten sonra Gılgamış'ın güzelliğine hayran kalan İştar ona evlenme teklif etmiş. Tanrıçayı (hem de aşk tanrıçasını) reddedince Gılgamış, İştar gökyüzü boğasını salmış kentine üstüne. İki kanka boğayı da haklayıp, boynuzlarından krem yapmışlar. Ancak bu arada Humbaba'yı öldürmelerine sinirlenen tanrılar Enkidu'yu hasta edip, ölüm döşeğine yatırmışlar. Günler geçtikçe eriyen Enkidu, sonunda öldüğünde Gılgamış sersefil olmuş. Kendini bozkırlara vurmuş. Bir gün gelip, kendisinin de böyle öleceği fikri çöreklenmiş üstüne. Ölümsüzlüğü aramaya çıkmış bunun üzerine. Tufandan sağ çıkan ve ölümsüz olan Utanapiştim'i aramaya gitmiş doğuya, dünyanın sonuna. Bedbaht olmuş yolculuğu sırasında. Önce tavernacı kadınla konuşmuş, vazgeçirmeye çalışmış kadın onu. Sonra Utanapiştim'in kayıkçısı Ursanabi'yle konuşmuş, o da vazgeç demiş. Ama Gılgamış, kararlıymış. Kankası gibi olmayacakmış. Sonunda ölümcül denizi de aşıp, Utanapiştim'le karısının yaşadığı yere gelmiş. İstemiş ondan ölümsüzlüğün sırrını. Utanapiştim anlatmış elinden geldiğince, olmayacağını böyle birşeyin. Zaten sahip olduklarıyla çok güzel bir hayatı olduğunu ve bunun zevkini çıkarmasını. Çaresiz geriye dönmekte olan Gılgamış'a ufak bir iyilik olarak ölümsüzlük olmasa da uzun bir yaşam ve gençlik veren bir bitkiyi tarif etmiş Utanapiştim. Denizin dibinden binbir güçlükle çıkardığı dikenli bitkiyi, bir kenara koyup, yıkanmaya gidince Gılgamış, yılanın biri çıkıp bitkiyi çalmış. Hemen oracıkta deri değiştirmiş yılan. Gılgamış oturup ağlamış. Haline yanmış. Sonunda Uruk'a geri döndüğündeyse, tüm bunları aşmış. Utanapiştim'in tüm söylediklerini anlamış düşününce. Halkına çok iyi davranıp, krallığının zevkini çıkarmış. Günü gelip de ölmesi gerektiğinde, tanrılar onu yanlarına almışlar. Ölümsüz bir tanrı olarak dağın tepesinde hüküm sürmeye başlamış.
Gerçekte ona katmış, onda arayıp bulmuş oldukları şey yaşama ve düşünme tarzlarının, kültürlerinin, arzularının, sorunlarının, yiğitliklerinin ve yeteneklerinin;  kısacası varlıklarını sarmalayan ve ona bir anlam veren her şeyin yansımasıydı. Oradan kaynaklanıyor gene de, kaderimizin büyük sorunları karşısında onlara özgü daha evrensel insancıl tepkiler : dostluk ve ölüm - "öteki"nin hayatımızı böylesine tamamen paylaşarak her birimize katabileceği şey ve ömrümüzün büyük dönemeçlerinde, onunla birlikte her şeyi terk etmenin hatta hala var olduğumuzu  hayal etsek bile, artık yaşamıyor olmanın kaçınılmaz ve zalim zorunluluğunu düşündüğümüzde bağrımıza çöreklenen bu umutsuzluk...
Gılgamış Destanı'nın bugün tüm değerini koruyor olması bundandır.
Demiş en sonunda Bottéro. 5000 yıl öncesinde de insan ölümsüzlüğü arıyordu ve aynı şeyleri hissediyordu bu  konuda. Rowling de aynı şeyi anlatmamış mıydı bizim yüzyılımızın destanlarından birinde diye düşünüyorum ben. Ölmemek için, insanın bu en büyük acizliği olduğunu düşündüğü şeyden kaçınabilmek için insan olmaktan çıkan bir kahramanın aslında içler acısı hikayesinin içinde, bize ölümü adım adım öğrenen, ve vakti geldiğinde onu sevdikleri için gururla, sabırla karşılayan kendi kahramanımızı armağan etmişti bize. 5000 yıl geçti, doğru. Ama insan hala ölümü anlamaya, kabul etmeye çalışıyor kendi destanlarıyla.
(Şu adresten de http://www.erkanince.com/gilgamis_destani.htm sanırım okuyabilirsiniz destanı.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

beatha

 Vay. En son tam bir ay önce yazmışım. Yuh bana. Oysa bu bir ay içinde çok defa yazmalıyım dediğim oldu. İçimden böyle yazma isteğiyle taşar...