jane austen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jane austen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2022 Salı

Jane Austen'ın Yaşadığı Evler

 Yine uykusuz bir gecenin sabahında iş yerindeyim. Odada başka kimse olmayacağı için geldim. Öğlende nörologa gideceğim. Evde kombiyi açamıyorum, gaz bitti. Karta gaz yüklemem gerek ama evin yakınındaki gazmatik kioskunu kaldırmışlar. Midem bulanıyor, bir simidin yarısını yiyebildim. Neyse ki annemin şekeri yokmuş, doktor öyle demiş, sadece insülin direnci çıkmış. Az önce konuştum. 

Aklıma geldi, bu aşağıdaki videoları bir süre önce izlemiştim. Sizin de görmek isteyeceğinizi düşünmüştüm. Zamanı şimdiymiş.



24 Temmuz 2022 Pazar

Persuasion(2022) --- Artık rahat mı bıraksanız Jane Austen hikayelerini?


 Persuasion, ona Jane'in verdiği isim bu olmasa da, Jane Austen'ın erken ölümünden hemen önce tamamladığı son kitabı. Bunu, burada Neverland'de daha önce de yazdım. Zamanında uyarlamalarla ilgili bir seri yaptığımda, sıra Persuasion'a geldiğinde (tam da şurada), aslında hemen hemen hissettiklerimi yazmıştım bu hikaye ile ilgili. Sene 2011'di, ben hala Anne Elliot'u, Elinor Dashwood'u içinde taşıyan, bir erkeğin yine de 7-8 yıl sonra aynı kadını aynı duygularla sevebileceğine cılız da olsa bir umutla inanan, hissettiklerini avaz avaz söylemesine gerek kalmadan, anlaşılabilecek diye düşünen bendim. İnsan ne garip. Genç ve hayat dolu olması gereken yaşta, oturaklı ve sessiz karakterleri içselleştirirken, tam da her şeyi, hayatı anladığı ve o oturaklı karakterler gibi olması gereken yaşta ise heyecanlı, patavatsız, şenlikli genç karakterleri seviyor. Bunu tam anlatamamışım o zamanlar, 10 yıl önce hala kafamdaki "demonlarla" savaşırken. Persuasion, benim için, ilk okuduğum yıllarda, tek ve gerçek Jane Austen kitabıydı. Anne Elliot'la o kadar bağ kurabiliyordum ki, kurmuştum ki, sanki satırların arasında Jane konuşuyordu benimle. Sağlığı bozulmuşken, günlerinin sonuna yaklaşmışken tüm hissettiklerini, tüm içtenliğiyle yazdığını düşünüyordum. Benim için yazdığını düşünmüştüm o zamanlar. Wentworthler gerçek olabilirdi, ben saçmalıyor olamazdım. Zaten Anne Elliot gibi salak saçma bir hayalin içinde yaşıyordum, yıllarca ben de "half agony, half hope"tum. Anne'in Wentworth'ten vazgeçmiş olmasını da çok iyi anlıyordum, geri geldiğindeki tüm o can çekişmelerini de. "Anne Elliot'ın her kalp çarpıntısında, her yüz kızarışında, her nefessiz kalışında siz de yutkunursunuz. O her sustuğunda siz çığlığı basmak istersiniz. O her sakinleşmek için ortamdan uzaklaştığında, siz de kitabın kapağını usulca örtüp, derin nefesler alırsınız. Jane'i sayfalarda hissedersiniz, işin kötüsü anlarsınız da. Çünkü böyle hissetmemiş bir akıl, bu cümleleri kuramaz bilirsiniz ve bu cümleleri kurduğu için üzülürsünüz onun için." Böyle yazmıştım o zamanlar. Ben de tıpkı Anne gibiydim. Oysa ne salaklık! Tüm bu yıllar boyunca kurtulmaya çalıştığım tam da bu kişiliğimdi işte. Sessiz kalan, içine atan, herkesi kendinden önce görüp saçını süpürge eden, üzülse de sıkılsa da sesini çıkarmayan, herkes kendi hayatını yaşarken bir köşede onu önemseyeceklerini düşünen...Kurtulmam bu kadar zamanıma ve onca acıya mal oldu ama artık nihayet Anne Elliot olmadığım için mutluyum. Artık Wentworthlerin var olmadığını biliyorum, artık Wentworthlerin sizi görmedikleri yıllarda binlerce sevgili edindiğini, sizin yanınızda sadece çıtır Louisalarla flört etmediğini, yanınızda daha başka binlerce sevgili edindiklerini, hatta zamanı gelince onlar için yüzük baktığınızı öğrendim. Tıpkı filmde dediği gibi, "We are not just exes anymore. We are worse than that. We are friends now." Böyle şeyler yaşanıyor ve insan onu öldürmeyen şeyin gerçekten de güçlendirdiğini yaşayarak öğreniyor.


Film demişken, evet, bu filmden bahsedecektim. Aslında silahlarımı kuşanıp, açmıştım filmi. Yeni bir Persuasion uyarlamasının geleceği haberini gördüğümde yaşadığım o sevinç - ohh nihayet nihayet - ilk fragmanı ve o Dakota cadısını görmemle yerini öyle bir nefrete, hınca bırakmıştı ki yönetmen veya senarist diye geçinen o şahıslardan herhangi birini bulsam tek elimle boğabilirdim. Bana o kadar yıl, onca şey hissettirmiş bir kitabı, bir hikayeyi bu hale getirmeye nasıl cüret edebilirlerdi? Sadece bana değildi, Jane'e bunu nasıl yapabilirlerdi? Anne Elliot'a bunu nasıl yapabilirlerdi? Filmi de işte bu sinirle açtım. İlk yarım saat gözlerimi devirmekten, habire sapkınlıkları (kitaptan sapkınlıkları) gözlemlemekten gına gelince kapattım. Ama sonra kafamı topladım ve dedim kendi kendime, bak şu salak saçma Emma uyarlamasına da aynı muameleyi yaptın izlemedin, bir bak buna. En azından görüntüler güzel, sinematografi iyi ve her ne kadar Wentworth, Manhattan'da bir ara sokakta gezen ayyaş bir adam gibi görünse de Henry Golding'in hatrına aç bak.


Ve kendime de şaşırdım ama ilk baştaki o eli kanlı halim kalmadan, filmi sonuna kadar götürebildim. Eğer her şeyi unutabilirseniz Jane Austen ile ilgili, bunun bir Persuasion uyarlaması değil de, kendi başına yazlık bir netflix çıtırlığı olduğunu düşünürseniz, izleniyor. Ama işte filmi yapanlar sanki hepimizle dalga geçmek ister gibi, ısrarla her noktada kocaman kocaman gözümüzün önüne sokuyor bu bir Persuasion uyarlamasıdır diye. Filmin hem sonunda hem başında ekranda kocaman yazıyor. Bu terbiyesizliği, bu pislik davranışın hakkını kendilerinde nasıl bulabiliyorlar, anlamak mümkün değil. Jane'in kitaplarından yola çıkarak, esinlenerek yaratılan onca hikaye var. Hatta şu zombili şeyler bile yapılmışken, insan bir düşünür. Yani sizin canınız böyle bir hikaye yaratmak istemiş olabilir, 7 yıl önce bir şekilde ayrılan ama geri birleşen iki karakterin böyle bir hikayesini oluşturmak istemiş olabilirsiniz. Ama bunu Jane Austen ekmeğinden yararlanmak için böyle küçük düşmek, böylesine çamurlaşmak...


Gene de dediğim gibi, tüm bunları unutup, sanki tamamen bir parodi izliyormuşum gibi kendimi ikna edip (:D) izleyebildim filmi. Ara ara saçmalıklara güldüm bile. Gülerek izleyebildim. Henry Golding'i her gördüğümde mutlu oldum, her sahnede en az bir siyahi karakter var mı yok mu oyunu oynayarak eğlendim. Mesela hayatım boyunca gördüğüm en iyi yazılmış Mary (Elliot) Musgrove karakterine şapka çıkardım. Şaka yapmıyorum, hakikaten aşırı iyi yazılmış ve iyi oynanmış bir karakterdi. Tüm hikayedeki belki de tek mantıklı şey oydu. Filmin geri kalanında ne bileyim tarihi uygunluk, kıyafetler, saçlar, makyajlar konuşulacak gibi değil zaten, hiçbir şey demiyorum. Şaka onlar. Ama Mary dışında mesela bir konuda da hakkını teslim etmeliyim, ilişkiler ve hisler hakkında aslında zaman zaman oldukça iyi cümleler ediyor film. Beğendiğim için kendime sinir olsam da, bazı anlarda, keşke böyle şartlar altında yapılmış bir film olmasaydı dedim. Anne karakterinin kendi kendine ve ekrana söylediği çoğu şey, aslında çok iyi yazılmış cümlelerdi. Ama işte, modern bir yazlık romantik komedi izliyor olsaydık. (IMDb'de film: https://www.imdb.com/title/tt13456318)

Off neyse. Büyük ihtimalle, Persusion okumamış, Jane neyden bahsediyor bir fikri olmayan o büyük çoğunluk olarak ne saçmalıyor bu diyorsunuz. Nesi var işte ne güzel film bunlar da hiçbir şey beğenmiyor diyorsunuz. Ahh çok şanslısınız. Hiç Anne Elliot gibi (Jane'in Anne'i, gerçek olanı) hissetmemiş, hiç ex'ten daha kötü hale gelmemişsiniz. Çok şanslısınız.



Bu arada tüm Jane Austen yazılarım için en yukarıda Hocamız Jane Austen sayfasına göz atabilirsiniz.

21 Ekim 2020 Çarşamba

Jane Austen olmakla alakası bile olmayan bir uyarlama, 8 bölümlük Sanditon


Yeşillikler içindeki kasabasında bir dolu kardeşi ve sevgi dolu ailesiyle birlikte yaşayan, hayat dolu, enerjik, güleryüzlü Charlotte Heywood bir gün kardeşleriyle kırlarda koştururken yoldaki bir kazaya tanık oluyor. Bay ve Bayan Parker'ın at arabası ufak bir kaza yapınca Charlotte ve kardeşleri çifti kurtarıyor ve Heywood ailesi Parker'lara yardım ediyor. İki aile arasında güzel bir dostluk oluşması münasebetiyle Parkerlar Charlotte'u evlerine kalmaya davet ediyor. Evleri Sanditon isminde bir deniz kenarı kasabasında. Aslında burası yeni kurulmakta olan bir "seaside resort". İnsanların gelip, deniz havası alması, denize girmesi ve yeni yapılan evlerden satın alması için planlanan ve inşa edilmekte olan bir yer. Bay Parker da buranın mimarı gibi bir şey. Genç kızımız Charlotte küçük kasabasından çıkıp, yeni maceralara atılırken, yepyeni insanlarla da tanışıyor. Tabi aralarında Bay Parker'ın genç erkek kardeşi, yakışıklı ve karizmatik Sydney de var. Charlotte dahil olduğu bu alabildiğine renkli ve değişik ortamda kim bilir neler yaşayacak? (IMDb linki burada)

Itv kanalında 2019'un ağustosunda ve PBS kanalında bu senenin ocak ayında 1'er saatlik 8 bölüm olarak yayınlanan Sanditon'ın hikayesi böyle. Neredeyse 60lardan beri Britanya'da bu "period drama"ların senaryolarını yazıyor, Sanditon'ı da senaryolaştıran Andrew Davies. Bu yüzden senaryolaştırdığı pek çok şeyi izlemişim - 2008'deki Little Dorrit ve Sense&Sensibility, 2007'deki Northanger Abbey, 96'daki Emma, 95'teki (efsane) Pride&Prejudice. Yani aslında yazdığı şeyleri severek izlediğim için Sanditon'da da beklentim yüksekti ama biraz duralım, oraya geleceğim.
Sanditon aslında Jane Austen'ın 1818'inde temmuzunda bu dünyaya veda etmeden kısa bir süre önce, 1817'de sağlığı iyice kötülemeye başlamadan aylar önce yazmaya başladığı bir hikaye. 1817'de artık kalem tutup da yazabilecek kadar bile kendini iyi hissedemediğinde yazmayı bıraktığında ilk 11 bölümü tam olarak bitirebilmiş, 12.bölümün de bir kısmı varmış. Toplamda 24 bin kelimesini yazdığı kitap bu şekilde kalmış. Bu kadarlık kısmında ise bizim tv uyarlamasının yalnızca ilk bölümünün bir miktarını oluşturabilecek kadar malzeme yer alıyor. Düşünün tüm bir bölümün senaryosu bile Jane'e ait değil yani. İşte bu noktada aslında yazdıklarını beğenmiş olduğum Andrew Davies amca giriyor devreye. Ve birkaç başka senarist daha. Jane bu noktadan bu hikayeyi nereye götürmeyi düşünmüş olabilirdi, ne yazabilirdi, ne olmasını hesaplamış olabilirdi diye bir beyin fırtınası yapmış olmalarını bekliyoruz haliyle. Günahlarını almış olmayayım yapmış da olabilirler, zira 200 yıldır pek çok yazar bunu deniyor zaten. Sanditon'ı tamamlasak nasıl olurdu diye. Yine de dizinin senaryosu daha çok karman çorman bir Jane Austen kitapları birleşimi ile izleyiciyi nasıl şok ederiz'in bir çorbası olmuş durumda. Her bir yayınlanmış kitabından bir parça alıp, buradaki bir iki karaktere uygulamışlar. Geri kalanında araları olabilecek en "Austen olmayan" şekilde doldurmuşlar. Bunca yıldan ve bunca kitaptan (yayınlanmış 6 kitabını milyonlarca kez okumayı "bunca" olarak tanımlıyorum çocuklar) uyarlamadan sonra artık ben de bir Austen uzmanı sayılırım ve neyin Jane'in kaleminden çıktığını/çıkabileceğini, neyin çıkmayacağını çok iyi biliyorum. O kadar saçma sapan şeyler yazmışlar ki kendi başına bir dönem dizisi yapıyor olsalar belki (BELKİ) kabullenebilirdim ama bir Austen uyarlaması yapıyor olduklarını söylemeleri hakikaten cesurca. Grafik derecesinde s.. sahneleri, normal kötülük seviyesinden çok daha başka seviyelerde kötüler (psikopatlar diyeyim ben), kan bağları olmasa da kardeş sayılabilecekler arasında ens... hikayesi,...kafayı yedim izlerken. Ben ne izliyorum böyle diye. 

Jane'in diğer kitaplarından aşırdıkları ve oraya buraya yamamaya çalıştıkları hikayeler ise alabildiğine sırıtıyor. Tam ekranda belirdiğinde ohaaa şimdiye kadar neredeydin be koçum dedirtecek kadar manyak bir Austen erkeğine dönüşmüş Theo James'in karakterine - Sydney Parker - doğru düzgün bir "karakter" yazamamış olmalarından mı en saçma sapan ve itici Austen "heroine"ne dönüştürdükleri bir Charlotte Heywood'dan mı bahsetmeli? İki ana karakter arasında bir P&P yaratmaya çabalamışlar ama hiçbir mantıklı tabana oturmuyor. Sydney durup dururken Charlotte'a bağırıyor, kükrüyor. Charlotte ise nereden çıktığı belirsiz bir ot gibi her şeyin içinde, her olayın ortasında beliriyor ve dahası herkes her şeyi düzelttiği ya da ne bileyim yardım ettiği için ona minnettar halde. Yolda rastlayıp, iki gün tanıyıp, evinize aldığınız bir genç kıza valla sen olmasaydın biz hiçbirimiz hiçbir haltlar yapamazdık iyi ki varsın Charlotteçuğum iyi ki evimizde aylardır bize masraf oluyorsun diye yerlere kapanıyorlar yani. Oysa Charlotte'un biz izleyici olarak hiçbir şeyini görmüyoruz, anlatamıyorlar çünkü. Dahası öyle bir karakter de çizmiyorlar. Sydney'i Charlotte'a aşık ediyorlar mesela (Charlotte'un Sydney'e aşık olmasını hiç sorgulamıyorum bile, Theo James'i o şekilde karşımda görsem ben nefes almayı bile unuturum yeminle), ama nasıl, neden, neye dayanarak hiçbiri yok. Hani pek de "dashing" bir Darcy olarak Matthew Macfadyen, Elizabeth'i görünce bir bakıp, şoka girip bir daha bir gözlerini kırpıştırıp bakmıştı ya yıllar evvel, hah işte, o minicik saniyede bile hep beraber anlamıştık mesela. Oysa bu hikayede hiçbir altyapı, nüans, hiçbir şey yok. Anca ooo merhaba sevimli Charlotte bu kumaş sence beyaz mı dedikten sonra, ehihih evet beyaz Sydney Bey diye cevap veren bir Charlotte'a karşı saniyesinde hörörörö sen ne bileceksin beyazı beyazmış hadi oradan bea sen ancak böyle beyaz dersin çekiiiil karşımdan bre gafil! diye böğüren bir Sydney'nin, bölümler sonra tutup da kıza "senin yanında en iyi halim oluyorum, senin yanında kendim oluyorum" diyerek aşık olduğunu belirttiğine şahit oluyoruz. Adamın en iyi hali - my best self  dediği - bu bipolar böğüren haliymiş meğersem, ben anlayamamışım.




Tabi bunların yanında Jane'in bile yazmaya giriştiğine hala şaşırdığım şeyler de yok değildi. Dönemin artık değişen ruhuyla birlikte (Frankenstein'ın yazıldığı, kadın haklarının dillendirildiği bir dönemi kastediyoruz) Jane de ilk gençliğinde anlattığı veya 10 yıl önce yazdığı şeylerden farklı şeyler söylemeye başlamış gibi görünüyor. "Mulatta" olarak yazdığı farklı bir ten rengine sahip bir karakter yarattığını görüyoruz, deniz kenarı resortu kapsamında girişimciliğe, yeni ufuklara doğru yelken açan bir hikayeye giriştiğini fark ediyoruz. Bir 10-20 yıl daha yaşasa kim bilir neler yazacaktı, nelerden bahsedecekti dedirtiyor insana. Belki bu 6 kitaptakinden çok daha farklı bir Jane'e doğru evrilecekti kalemi, belki tanıdığımızdan çok daha farklı bir Jane'i de görecektik kitaplar boyunca. Bilemiyoruz. Maalesef. Kaderin var bir bildiği galiba.
Aslında ben bunu taa nisanda, o saçma sapan günlerimdeyken izlemiştim. Kalp çarpıntılarıyla boğuşup, uykusuz gecelerle, gecenin dördünde ambulansı aramalarla geçen o günlerde akıl sağlımı az buçuk da olsa korumamı sağlayan şey olmuştu yine de Sanditon. Tüm saçmalıklarına rağmen, umarım size de iyi gelir.


Ve Jane'e yakışan bir mutlu sona sahip olacak bir ikinci sezonun hikayesini hayal etmemizde hiçbir sakınca yok bence.

26 Mart 2020 Perşembe

Jane Austen ve kardeşi Cassandra ile Regency Modası

Başlık biraz fazla "promising" oldu ama heyecanıma verin artık. Crows Eye Productions'ın youtube kanalı var ya hani (şurada), oradaki getting dressed videolarını resmen on dört gözle bekliyorum. Saplantı derecesinde sevdiğim birkaç şeyi bir araya getiren videolar yapıyorlar çünkü. Bir, tarih. İki, geçmiş dönem giyinişi (modası demek istemedim ya, sevmiyorum öyle moda falan). Üç, bunları böyle sadece anlatmakla kalmayıp, kanlı canlı gösteriyor olması. Bu sefer de en son videoda Jane Austen'a uçtular ki şu günlerde azıcık da olsa mesut oldum sevgili kayıp çocuklar.
Gerçi üzerine geçirdiği her bir katmanla beni oturduğum yerde afakanlar bastı ama olsun.


Bu arada Jane ile ilgili bir dolu bir şeyler biriktirmiştim gördükçe, size de gösteririm diye ama bir türlü yazamadım. Neyse şurada bir yerde, yer imlerinde falan olacaklardı.

12 Mayıs 2019 Pazar

İki ayrı kitapta Jane Austen'ın erken dönem defterleri

Üniversite döneminde Jane'in yazdığı 6 kitabı da yiyip bitirdikten sonra bir noktada arayış içine girmem normaldi. Çoğunuza olmuştur aynı şey. Eli yüzü düzgün bir şekilde yayınlanan bu 6 kitaptan sonra insan arayıp taramaya başlıyor. Jane'in 41 yıllık hayatını deşip, satır aralarında biraz daha bilgi, biraz daha okuyacak, dilindeki o tadı devam ettirecek bir şeyler arıyor. Çünkü yetmiyor, dönüp dönüp aynı sayfaları okuyoruz, dönüp durup o balolarda dans etmek, o şöminelerin başında oturup dedikodu yapmak istiyoruz.
Şimdilerde bir kitapçıya girdiğinizde milyonlarca değişik basımına rastlayabilirsiniz Jane'in kitaplarının. Ben en başta değişik kapaklı gördüğüm basımların fotoğraflarını çekiyordum, çünkü çok az rastlanan bir durumdu benim için ama baktım artık günde en az 5 tane değişik kapaklı bir Jane kitabı görüyorum, bıraktım çekmeyi. Oysa Gurur ve Önyargı'nın İş Bankası Yayınları basımını fellik fellik arayıp, sonra bir gün Alsancak'ta gezerken tesadüfen kitapçıda bulunca nasıl sevindiğimi dün gibi hatırlıyorum (binlerce yıl önceydi halbuki :p ). Ya da artık ayrı bir "genre" bile olabilecek bir şekilde ortaya çıkan Jane'in kitaplarından esinlenmiş kitaplara elimizi sallasak çarpıyoruz (ay o zombiler, ıyy, içim kalktı gene). Ama bu son birkaç yıla kadar böyle değildi durum. Bu yüzden 2014 yılında bir haziran günü "Aşk ve Arkadaşlık" diye bir kitaba rastladığımdaki şaşkınlığımı ve sevincimi anlayabilir misiniz bilemiyorum (Susan'dan falan haberim vardı, Gutenberg'den okumuştum ama çevirisi ve basımı ne gezeeer. Bu arada onun da filmini yaptılar geçende değil mi? Hiiiç içimden gelmedi. 1996 versiyonunda Emma'nın içine ettikleri için elbirliğiyle ve başrolde de o olduğu için gözümün önünden gitmiyor). Alakarga Yayıncılık'ın nisan 2014'te ilk baskısını yaptığı kitabın çevirmeni Ayşem Dur.
Tabi ben o zamanlar bilmiyorum, hiçbir fikrim yok bu nedir. İç kapakta orijinal adı da yazıyor "Love and Friendship". Diyorum ki o zaman tamam bu kesin Jane'in yazdığı bir şey ama benim niye haberim yok. Öykü diyor diğer sayfada. Allah allah diyorum. İlk bölüm "Aşk ve Arkadaşlık" adını taşıyan, mektuplardan oluşan bir öykü. İkinci bölüm de yine mektuplardan oluşuyor ve adı "Lesley Şatosu". Ardından "İngiltere Tarihi" geliyor, IV.Henry'den I.Charles'a Jane'in kendi dilinden kralları kraliçeleri okuyoruz. Kitabın geri kalanı karman çorman bir derleme. Mektuplar şeklinde öykücükler var, kısa oyun perdeleri var. O zamanlar okuduğumda hiçbir şey anlamamıştım. Jane bunu ne zaman niye yazdı, neden böyle bir şey yazdı, bu bir kitap mı, gerçek mi, burada neler oluyor diye kafam karışıp durmuştu. Arka kapakta da açıklayıcı hiçbir şey yoktu. Sadece bunu Jane yazmıştı ve bir öykü kitabıydı. Bu kadar. Jane'in hayatını okuduğum hiçbir yerde böyle bir kitaptan söz etmiyordu da aksi gibi. Üstüne bir de 2013'teki doğumgünümde Cey'in hediye ettiği bir kitap vardı, Syrie James diye birinin yazdığı "Jane Austen'ın Kayıp Anıları" (size onu da anlatmamıştım değil mi?). O kadar ikna ediciydi ki neredeyse gerçekten bir tavan arasında Jane'in kayıp anılarının bulunduğuna inanacak durumdaydım o sıralar. Hala ara sıra kafam karışıyor, o satırları Syrie James mi uydurdu gerçekten Jane'in kayıp anılarını mı okudum ben diye (yaşlılık sevgili çocuklar yaşlılık). Neyse işte o kitabın da etkisiyle ben bu "Aşk ve Arkadaşlık"tan bir işkillenmiştim. Bunu biri mi uydurdu yoksa Jane mi yazdı diye. Çünkü bir de çok fena sıkılmıştım okurken. Öyle böyle değil. Bir mantık yok, bir sürükleyicilik yok, her şey birbirine girmiş durumdaydı. Alakarga Yayınları'na hakikaten küstüm bu konuda. İnsan biraz bir açıklar değil mi durumu. Öyle al bas. Ee ne bu?
Bu kafa karışıklığım bu senenin başındaki kitap fuarına kadar sürdü. Sonra orada, sislerin arasında (şaka şaka, insan yığınlarının arasında esasında, o cehennemi kalabalıkta nasıl da görebildiysem artık), İletişim'in standında bir kitaba rastladım. "Gençlik Eserleri" diyordu kapakta, kocaman Jane Austen yazıyordu. 2016'da yapılmış ilk baskının çevirmeni Rana Tekcan. Henry Austen'ın önsözü ve Juliet MsMaster'ın sonsözü var. Dahası, en güzeli, arka kapakta benim için her şeyi pasparlak hale getiren açıklama var: Jane'in 1787-1793 yılları arasında evde otururken defterlere çiziktirdiği hikayeler bunlar. 11 yaşından 17-18 yaşlarına kadar habire yazıp durdukları bunlar. Ki o yaşlardan itibaren yazdıkları da Jane'i bizim bildiğimiz Jane yapan o 6 kitabın hikayeleri. Basılmak için yazılmamış şeyler bunlar. Jane habire yazmış, sevdiklerine ithaf ederek, aile içinde okunup eğlenilmesi için. Bir noktada durmuş hepsini 3 defteri dolduracak şekilde temize çekmiş. Yıllar yıllar sonra da artık basılabilirler diye aile tarafından izin verilmiş ve hoop alın işte karşımızda. Hem de İletişim öyle güzel bir şekilde basmış ki. Hayatına dair detaylı bir kronoloji, çizimler, dediğim gibi önsöz sonsöz. Üç cilde ayrılmış, Jane'in üç defteri. İlk ciltte 14 öykü var, hepsi birbirinden absürd. İkinci cilttekiler ise...Bakın şimdi tam olarak şöyle oldu. Okumaya başladım ikinci cildi. Sonra kafamda bir şeyler canlanmaya başladı. Lan ben bunları bir yerden biliyorum ama nasıl olur dedim. Sonra 5 yıl öncesini hatırladı yaşlı belleğim. Evet bingo! Bu ikinci cilt tam olarak o Alakarga'nın bastığı "Aşk ve Arkadaşlık" kitabı. Ama yine aklımda sorular, karmaşıklıklar. Eh be Alakarga niye hepsini basmadın o zaman diye çemkirmeye başlamıştım ki bir yerlerinde kitabın okuduğuma göre en başta tüm defterleri yayınlanması için vermemişler mecburen böyle parçalı bir şeyler olmuş. Üçüncü ciltte de 2 öykü var ama bunlar diğerlerine nispeten daha uzun ve daha sanki sonraki kitapları oluşturacak hikayelere birer alıştırma gibi.
Ama ne yalan söyleyeyim ben bu okuduklarımı da hiç sevmedim. Belki evet bildiğim Jane'i beklememeliydim ama ister istemez canım onu çekiyordu. Bu öykülerse çok farklı. Yani içlerinde ufak ufak böyle Jane'i görüyorsunuz - tanıdığınız Jane'i. Ama genelinde çok başka biri var. Bizim ahlak bekçisi, kurallarla örülü, sosyal ortamların keskin gözlemcisi, en ince söz oyunlarının ustası Jane yok henüz ortada. Alabildiğine kahkahalarla dolu, dalgasını geçen, absürdlüğün dibine vuran bir çocuk Jane var. Aslında konuları, karakterleri hep aynı gibi ama yazdıkları çok daha parlak, çok daha neşeli. İnsan düşünmeden edemiyor, bu defterleri dolduran o kocaman gülüşlü deli kız nasıl oldu da Emma'yı eleştiren Knightley'ye, kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen Elinor'a, pişmanlıktan nefes alamayacak hale gelen Anne Eliot'a dönüşebildi? (Çünkü yazdığımız karakterlerden oluşuruz hepimiz.)
Neyse diyeceğim şu: Yalnızca çok aşırı merak ediyorsanız, İletişim'in bastığı kitabı alın ve okuyun.
Dediğim gibi ben hiç mutlu olmadım. Ama şöyle karşılaştırın, Tim Burton filmlerini ve Picasso tablolarını da sevmem ben.

9 Nisan 2019 Salı

Goldwin Smith'ten "Jane Austen'ın Hayatı"

Jane ile aramdaki münasebeti, Jane'in ve yazdıklarının benim için ne ifade ettiğini anlatmayacağım şimdi bu yazıda. Çünkü sanırım, yok eminim, daha önce çeşitli yazılarda bin kere yaptım bunu. Dahası yukarıda kocaman bir başlık var: Hocamız Jane Austen. Orada Jane ile ilgili yazdığım her şey var. Oturup, uzun uzun 6 kitabın çeşitli uyarlamalarını incelediğim bir seri bile yapmıştım. O yüzden bugün şimdi direkt konuya gireceğim.
Goldwin Smith,
adeta zaman yolculuğuna düşmüşüz gibi
Konumuz Jane'in biyografisi (Goodreads'te kitap-->şuradan). Biyografisini yazma girişimine soyunmuş bir kitap. 1887 gibi bir tarihte yazılmış hem de. Goldwin Smith amcamız o zamanlar gayet saygın bir Britanyalı tarihçi/gazeteciymiş. Üniversitelerde dersler falan veriyormuş. Adamın adını taşıyan derslik var ya Cornell'de! (Goldwin Smith kimdir-->burada) Ama Jane'e de eserlerine de belli bir ilgi duyduğunu düşünemedim ben okurken yazdığı biyografiyi. Daha çok, bu eline verilmiş bir görevmiş gibi yapmış. Zaten kitap da bir ilginç olmuş bu yüzden. Önce ilk bölümde bir doğdu etti, kardeşleri anası babası diye anlatmaya çalışmış. Ama belki bundan 200 yıl önce bizim şimdi bildiklerimizi bile bilemiyor olabildiklerinden midir nedir, ne öyle detaylı ne de pek bir şey vaadediyor bu ilk bölüm. Aslında biyografinin özünü oluşturması gereken bu bölümden hiçbir şey elde edemiyoruz. Sonrasında başlıyor bölüm bölüm Jane'in kitaplarını anlatmaya. Bakın buradaki "anlatmaya" kelimesini tamamen gerçek anlamında kullandım dikkatinizi çekerim. Çünkü hakikaten de anlatıyor. Satır satır kitapta ne olmuş yazıyor. Hatta yetinmiyor, kitaplardan sayfalarca metni olduğu gibi biyografi olması gereken bu kitaba koyuyor. Koymuş yani vakt-i zamanında. Başlamış mesela Emma'yı anlatacak ya tek tek Miss Taylor buraya gitti, Miss Bates şunu dedi diye yazıyor. Yani Jane'in kitaplarını hiç okumamış, hiç haberi olmayan bir tembel ilkokul öğrencisi için özet çıkarır gibi yazmış. Böyle olan ilk bölümün sonlarına doğru ben hala umutluydum, okuyorum bir yandan ama bir yandan da diyorum ki içimden herhalde böyle kitapta olanları yazdıktan sonra en sonda kitapla ilgili yorumlar yapacak, Jane'in yazımıyla ilgili bir şeyler söyleyecek, bu kitabın Jane'in hayatıyla ilgisini bağlantısını kuracak falan. Ah ne kadar da iyimserim. Yoktu. Kitapları böyle satır satır yazdığı sayfaların sonunda hiçbir yorum yoktu. Ek bir bilgi yoktu. Hiçbir şey. Darcy bunu dedi, Wenthworth şöyle yaptı. Bitti. Biyografi anlayışları 19.yy.da aşırı derecede farklı olsa gerek.
Bir de aralara bol bol o zamanın bilindik edebiyatçılarını sıkıştırmış. Bir dolu bilmediğimiz isim, duymadığımız eserleri ve Jane'in yazdıklarıyla hayatıyla şimdi bunun ne alakası var da bu amca lafın burasında bundan bahsetmiş dediğimiz bir dolu alıntısı var. 
Sonuç olarak tamamen para ve vakit kaybı bu kitap. Biyografi desem değil, kitapları anlatan bir derleme desem, yorumlamıyor ki kitapları aynen yazıyor. O da değil. Hayır anlamıyorum son dönemde, 21.yy.da falan yazılmış bir biyografisi yok mudur Jane'in şöyle adamakıllı? Neden gidip böyle bir şeyi çevirmeyi uygun gördünüz? Bizi böyle önce sevinçle ve umutla havalara uçurmaya, ardından da büyük düş kırıklığıyla yere çakmaya ne hakkınız var? (Sinirli okumuyoruz bu cümleyi, böyle ince hıçkırıklarla, kafamız yana eğik, "i am half agony, half hope" der gibi okuyoruz.)


Ben kitapla Remzi Kitabevi'nde karşılaştım. Maya Yayınları'nın Cansel Yavuzoğlu çevirisiyle şubat 2019 tarihli ilk baskısı. 183 sayfa, arka kapağında yayıncısından basılı fiyatı 24 tl görünüyor ama üstüne bir daha etiket yapıştırılmıştı 22,22 tl diye.


  • Haa bir de ne diyeceğim, kitapta şöyle bir kısım var: "Diğer ağabeyi ile erkek kardeşi denizciydi, I.Dünya Savaşı'nda ülkelerine hizmet etmişlerdi." Bu cümleyi okudum. Sonra kafamı kaldırıp, etrafıma bakındım. Sonra kitabı önüne arkasına baktım. Kafamı salladım, hala yerinde mi diye. Fibonacci dizisini saymaya çalıştım içimden. Ama işin içinden çıkamadım. Katil pek saygıdeğer Goldwin Smith amca mıydı, günahını almak istemediğim çevirmen miydi, yoksa baskıda pek hınzır biri şaka mı yapmak istemişti?

17 Temmuz 2017 Pazartesi

Shannon Hale'in kitabı Austen Diyarı ve bir film olarak Austenland (2013)

30larındaki Jane'in hayatı dışarıdan bakıldığında normal gibidir. Grafikçi (grafik tasarımcı falan filan) olarak bir dergide çalışmakta, ufak ama tek başına ona yeten evinde rahatça yaşamaktadır. Saçları da fena değildir, aslında kendisi de öyle çirkin falan değildir. Ama bir türlü hayalindeki gibi bir erkekle tanışamaz. Karşısına çıkan her erkekte mutlaka o hayalindekini arayıp durduğundan, sonları hep hüsran olur. Evet, Jane'in bir hayali vardır. 13 yaşında ilk defa o sihirli kitabı okuyup, 1995'te BBC uyarlamasını izlediğinden beri Jane tanıştığı her erkekte Colin Firth'ün Mr.Darcy'sini arar. Ama gerçek hayat ne Jane Austen romanlarındaki gibidir ne de erkekler Austen'ın yazdığı kadar mükemmel. Bu yüzden kendini heba eden Jane'in ölen yaşlı teyzesi ona bir güzellik yapar. İngiltere'de Jane Austen temalı bir tatil parkı gibi bir yere bileti miras olarak bırakır. Bu artık Jane için bir detoks programıdır. Son kez Austen'ın dünyasını dibine kadar yaşayacak ve Mr.Darcy hayallerine sonuna kadar veda ederek, yenilenmiş bir kadın olarak hayatına dönecektir. Yani en azından Jane'in yola çıkarken kararı böyledir. Ama kader - ve tabiki romanlar - neler getirir, kim bilir.
Shannon Hale'in bizim için düşlediği ve yazdığı hikaye böyle (https://www.goodreads.com/book/show/31285680-austen-diyar). Aslında biz Austen hastaları için hiç de uzak bir hayal değil bu. Hepimiz o kitapların, uyarlamaların bir noktasında durup da keşke ben de böyle bir dünyada yaşasaydım demişizdir. Hele ki şimdi gidip de öyle birkaç hafta geçirebileceğimiz bir kopyası olsa tadından yenmez diye hayal etmemiş olamayız. Cidden gayet güzel bir fikir. Gidiyorsunuz birkaç haftalığına bir Austen romanı içinde yaşıyor, geri geliyorsunuz. Hakikaten insan keşke ben yazsaymışım demiyor değil. Shannon Hale tabi daha önce davranmış. Kendisi gayet de çok satan bir yazar olmuş, Amerikalı bir teyzemiz. Hayat ona şanslı davranmış tabi. Küçük yaşta hikayelerini anlatabileceği bir aile ortamı, ardından daha ilkokulda öğretmeninin onu yazmaya teşvik etmesi şansları ve pek tabiki istediği gibi gidip üniversitede ingilizce okuması (bizde gidip edebiyat okumaya benziyor işte, benzemediği yanı ise bizde edebiyat bölümü bakın öğretmenliği bile değil sadece edebiyat okuduysanız ya işsiz kalırsınız ya da gidip yine öğretmen olmanın bir yolunu bulmanız gerekir hiç öyle ben oturup geniş geniş kitaplarımı yazayım yapamazsınız. O yüzden bu ülkede ancak ya zenginler ya da mühendisler falan yazabilir. Ha pardon bir de twilight fan fiction'ı yazan ergenler.) akabinde yazıp durması gibi şanslara sahipmiş. Reddedilmiş falan filan, aman kıyamam yazık. Neyse bir başka şanslı insana daha yeterince sövdükten sonra devam edebilirim. Shannon teyzemizin bu "Austenland"i ilk olarak 2007'de yayınlanmış. İlk kitabı "Goose Girl" ise 2003'te. Arada bir sürü başka kitabı da yayınlanmış tabi. Ama Austenland'in ikincisi, "Midnight in Austenland"in yayınlanması 2012'yi buluyor (Türkçe'ye Austen Diyarı'nda Geceyarısı olarak çevrilmiş, Bilge Gündüz'ün çevirisiyle, Artemis Yayınları'ndan.). İkincisi diyoruz, onlar öyle diyor çünkü ama bu benim okuduğum kitabın devamı gibi bir şey değil sanıyorum. Ben öyle anladım. Mekanımız ve fonumuz aynı ama hikayemizin kahramanları değişmiş durumda. Yani çok basite indirgemeye çalışırsak şöyle diyebiliriz: İlk kitap bir Pride&Prejudice esintisi ise ikincisi Northanger Abbey.
Yazarına o kadar laf ettim ama yiğidi öldürür hakkını yemem. Kitap gayet güzelce kotarılmış. Daha ilk cümlelerinden, ilk sayfasından, hatta ithaf bölümünden itibaren yakanızdan tutup, içine çekiveriyor. Sayfaları çevirmekten keyif alıyorsunuz. Hikaye hem keyifli hem de tadında ayarında. Komedi dozu yerinde, kendini ne o kadar ciddiye alıyor, ne de absürdleşiyor. Benim başlarken genel endişem böyle bir hikaye yaratırken saçmalayıp saçmalamayacağıydı. Oysa Shannon Hale hem mantık çerçevesinde yazmış hem de ufak Austen dokunuşlarını unutmuyor. Ha ama öyle karakter derinliği, özenli yan hikayeler falan beklemeyin. Sadece ana karakterimizin alabildiğine komik ama okuması keyifli hikayesiyle ve bir Austen hayaliyle baş başayız. Bu yüzden çok geniş bir okuyucu kitlesi yok bence kitabın. Ancak biz Austen hastaları ve belki Austen'dan bihaber ergen kardeşlerim, romantizm okumayı seven yaşını almış teyzelerim için bu kitap.
Bu da bizi 2013 uyarlamasına getiriyor (http://www.imdb.com/title/tt1985019/). Okuyucu kitlesi sınırlı ama çok satan kitabın filme uyarlanması gerektiğini düşünmüş olmalılar. Ki bence de güzel bir karar ama uygulamada dibe vurmuş bir karar. Oyuncuları hakikaten iyiyken, senaryosu, çekimi ve atmosferiyle bu kadar yanlış, bu kadar vasat, bu kadar hayalkırıklığı olmayı nasıl başarmış, anlamak mümkün değil. Yönetmeninin başka filmi yok hadi o tecrübesiz ya da bu işi bilmiyor diyelim. Eh senaryoyu kitabın yazarı ile birlikte yazmışlar, o da mı hiç işe yaramamış. Kitabın öyküsünden neredeyse tamamen farklı bir şey ortaya çıkmış. Kitabın bir teması ve ilerleme yöntemi varken filmin ne dediği, ne anlattığı, neyi neden yaptığı belli değil. Oysa romantik hayalleri içinde kaybolmaktan kendini vazgeçirmeye çabalayan ama hep saçma sapan hallere düşen Jane rolünde Keri Russell hiç de kötü bir seçim değil. Ya da bir tür rol icabı Mr. Darcy uyarlaması olan Mr.Nobley olarak JJ Feild de güzel bir tercih. Ki kendisi bana Northanger Abbey'nin Mr.Tilney'sini sevdiren oyuncudur, yeri ayrıdır. Miss Charming olarak Elizabeth Coolidge'ı falan bıraksanız tek başına komedi devi resmen. Ama filmin her şeyi kötüye gidiyor. Bir Austen fanı için bile eziyete dönüşüveriyor. Ben izleyeli birkaç yıl olmuştur. Bu berbatlık yüzünden kitaba da hiç elim gitmemişti. Böyle bir film oluyorsa ne salak bir kitaptır diye düşünüp, boşvermiştim (boşverdim dediğim zaten kaç ay, ben filmi izlediğimde çevirisi yoktu henüz, temmuz 2016'da basıldı Türkçesi.). Oysa bu Austen evreninde adeta kum taneleri kadar çoklukta ve etrafa saçılmış öylesine malzeme var ve bunların arasından birkaç tane iyi bulup da zaman zaman gelen o Austen açlığınızı bastırmak şöyle böyle mümkün olabiliyor. Austen'ın yazdıklarının etrafında, suyunun suyunun suyu gibi yazılıp duran bir dolu kitap var. Gün geçmiyor ki bir başkası çıkıp, bir Austen karakterini tamamen başka bir zamana, mekana yerleştirerek, tür değiştirerek bir kitap yazmasın. Pride&Prejudice'ı zombi avına döndürdüler lan! Daha gidilebilecek über-saçmalık kaldı mı! İşte böyle bir ortamda Austenland (kitabı) gibi en azından keyifle okunabilen bir tanesini bulabilmek hakikaten zor. İnsan bekliyor ki izlenecek de hoş bir şey olsun. Ama olmamış. Yapamamışlar.


Artık umutlarımız "A Modern Persuasion"da. Kaitlin Saunders'ın aynı adlı bir romanı da (A Modern Day Persuasion: An Adaptation of Jane Austen's Novel) var ama film ondan mı uyarlama bilemiyorum. Yapım aşamasında gibi ama başka hiçbir şeyi belli değil şimdilik. Belki ondan izlenecek bir şeyler çıkar. Kısmet.

[Kitabı ben tabiki yine pdf'ten okudum, çünkü pdf iş bulamamış insanın can simidi. Neyse, benim okuduğum kopya Artemis Yayıncılık'ın 2016 tarihli ilk basımından, çevirmen Zeynep Arıkan. Evet yine bir Artemis kitabı. Utanıyorum yeminle şunları okudum derken. Kitap - yine - yayınevinin sitesinde bile yok. Nette en ucuz D&R'da 13,60 tl'ye var. Serinin diğer kitabı Austen Diyarı'nda Geceyarısı da yine D&R'da var.]

26 Mayıs 2017 Cuma

Jane Austen'dan sonrası, 3 bölümlük Death Comes to Pemberley

Fitzwilliam Darcy ile Elizabeth Bennet kendi mutlu sonlarına ulaştıktan 6 yıl sonrasında Pemberley artık gelenekselleşen baloların, mutlulukla işlerine koşturan çalışanların ve adeta birbiri için yaratılmış gibi saadet dolu bir tablo çizen Darcy ailesinin huzur dolu yuvası olmuş çıkmış durumdadır. Yine bir balo arefesinde minik Darcy ortalıkta mutlulukla koşuştururken çiftimizin birkaç yakın dostu erkenden gelir. Albay Fitzwilliam (nam-ı diğer anne tarafından kuzenimiz) ve de (biz jane okurlarının) yeni tanıştığı genç hukukçu Alveston Elizabeth, Darcy ve Georgiana'ya balodan birkaç gün önce katılır. Ertesi gün gün batarken Pemberley'nin huzurlu kapıları "cinayet!cinayet!" çığlıklarıyla sarsılır. Baloya davetsiz olmalarına rağmen gelmeye çalışan Lydia ve Wickham çiftinin atlı arabası dörtnala Pemberley'nin o güzelim bahçesine dalar. Pemberley'nin üzerine artık gerilim yüklü bulutlar çökmüştür.
yeni dostumuz Henry Alveston ve her uyarlamada mutlaka güzel, Georgiana
Bu şekilde mini dizimiz bizi Pride&Prejudice'ın bıraktığı noktadan tam 6 yıl sonrasında Austen hikayelerinden çok farklı görünen bir yere sürüklüyor. Aslında her şey tam da Jane'in bize altı kitabı boyunca kurduğu dünyaya ait yine. Kahramanlarımız, evimiz, diyaloglarımız hepsi o çok iyi bildiğimiz dünyada. Ama Jane'in kaleminin atmosferinden çok farklı bir havada. Cinayete gelmeden bile dizinin havası gerilim ve dram yüklü, hissedebiliyorsunuz. Aslında hep görmek istediğimiz bir zaman dilimini veriyor bize hikaye, "ve sonsuza dek mutlu yaşadılar"dan sonra ne oldu diye hülyalı hayaller kurduğumuz noktada anlatmaya çabalıyor. Ancak işin kötü yanı şu ki gerçekçi bir bakış açısıyla yapıyor bunu. Yani en azından benim için kötü yanıydı bu. Çünkü Jane de her ne kadar kendi döneminin kuralları, davranışları ve koşulları hakkında sarsılmaz bir katiyetle gerçekçi olsa da bir şekilde olayları kendi koşullarında "doğaüstü" yapmayı başarıyor, mutlu ediyordu herkesi ve hepimizi. Oysa dizinin hikayesinin böyle bir amacı olmadığını daha en başından hissediyoruz soluduğumuz havasıyla birlikte. Sonunda ne olursa olsun, mutlu son da olacak olsa mutsuz son da, bu hikayenin gerçekçiliği Jane'inki gibi değil, görebiliyoruz. Çok aşık olarak evlenen iki farklı insanın farklılıklarının, geçmişlerinin bu hikayedeki yerini irdeliyor mesela Death Comes to Pemberley. Yıllar geçtikçe birlikte değişen insanları gösteriyor. Evlilik sadece o ilk karar verdiğiniz andaki coşkunuz değil diyor. Aile olmayı sorguluyor, güveni yeniden ve yeniden kaybedip kazanmayı anlatıyor.
anne ve baba Bennetlar gelir bir de
Ama tüm bunları yaparken bildiğimiz, sevdiğimiz, nefret ettiğimiz karakterleri de eğip büküyor. Ve hayır bunu insanların zamanla değişmesi adı altında yapmıyor. P&P'den çok farklı halde bulduğumuz karakterler oluyor, tanıyamıyoruz. Çünkü karakteri Jane'den alıp, dizinin hikayesinde yeni baştan yaratmış gibi duruyor. Dizinin hikayesinde bunu senaryoyu yazanlar mı yaptı bilemem ama uyarlamanın temeli P.D.James isimli bir yazarın aynı adlı kitabıymış. 2014'te ölen yazar sanırım bu cinayet-gizem romanlarında baya ünlü bir "barones", hatta kitaplarının arasında "The Children of Men"i de gördüm ki Alfonso Cuaron'un yönettiği filmi hala gözlerimin önünde.
Lady Catherine de Bourgh ve konu mankeni kızı bir görünmeden de tabi olmaz
Bunun yanısıra oyuncu seçimleri de bir o kadar göz kanatıcı. Darcy rolündeki Matthew Rhys o kadar yavan ve ruhsuz ki, herhalde asıl hikayeden ve karakterden zerre kadar haberi olmamış. Hatta büyük ihtimalle senaryoyu okumamış ve sete geldiği ilk gün yönetmen demiş ki sen böyle varlığı yokluğu bir, ruhsuz, mıymınık bir şeyi oynuyorsun tamam mı güzel kardeşim hadi geç kameranın önüne! Senaryoda veya kitapta böyle bir karakter yazıldığını sanmıyorum Darcy'e ama diyecek laf yok. Elizabeth'i canlandıran Anna Maxwell Martin'e ise acıyor insan. Yeminle kendini harap etmiş Elizabeth kalıbını doldurabilmek için ama elinden ancak o kadarı gelmiş. Normalinde güzelliğine ya da tipine, yaradılışına laf etmiyorum, onun da kendine göre bir güzelliği var sonuçta. Ama karaktere o ruhunu veren olmazsa olmaz bazı fiziksel noktalar var ve Martin'de maalesef o fiziksel boşlukları oyunculuğuyla dolduramıyor. Ortaya tamamen başka biri çıkıyor. Albay Fitzwilliam konusunda ise yastıkları yumruklamak istedim. Karaktere yazılan rol bir kere P&P'den çok farklı olduğundan yani kişiliğini değiştirip, tamamen başka biri olarak sunduklarından beni rahatsız etti ama bu haliyle Tom Ward'un canlandırması olmuş görünüyor. Ama mesela karşılıklı her sahnelerinde Darcy rolünde Tom Ward'un bariz daha iyi bir seçim olacağı görünüyordu. Hatta Wickham rolündeki Matthew Goode bile çok daha iyi bir Darcy olabilirdi. Ki o da Wickham olarak fena değildi. Lydia olarak Jenna Coleman'sa o kadar histerik ve abartılı oynamasına rağmen diğer gördüğümüz Lydialardan çok daha kabul edilebilir duruyor. Georgiana ise hemen hemen her uyarlamada mutlaka ışıldayan güzellikte oluyor, Eleanor Tomlinson da bu geleneği bozmamış. Kendisini böylece her renk saçla izlemiş oldum. Neredeyse izlediğim her dönem dizisinde var çünkü. Bunlar dışında çok da eski karakterlerimizi göremiyoruz. Anne ve baba Bennet ile Jane Bingley olmuş Jane'i çok kısa sürelerde izleyebiliyoruz. Yeni karakterlerimiz ve yeni alt metinlerimiz var haliyle.
Georgiana ve Albay Fitzwilliam
keşke görmeseydim dediğim Darcy ve Elizabeth
eh artık buna da şükür dedirten Lydia ve Wickham
Gördüğünüz gibi beni rahatsız eden pek çok noktası olmasına rağmen ve tam anlamıyla istediğim tadı vermemiş olmasına rağmen en azından gene bir oraya gittim geldim diyebilmek için fena değildi Death Comes to Pemberley. Hiç bıkmasak da Jane'in hikayelerinin yeniden yeniden uyarlanmalarından, arada böylesi yeni soluklar kötü olmuyor. Hele ki bu gözler şu zombili olan gibilerine maruz kaldıktan sonra, inanın bu dizi gibilerine şükürler olsun diyerek sarılıyor insan.

5 Temmuz 2013 Cuma

pek kadınsal "geek"liğin dibi : Lost In Austen

“This was another of our fears: that Life wouldn't turn out to be like Literature.” ***
Hayatınızdan sıkılmışsınız, odun sevgiliniz olabilecek en odunsu evlenme teklifini etmiş - bira kapağından yüzük diyorum başka da birşey demiyorum - ve siz tüm bunların ötesinde sadece ve sadece elinizde en sevdiğiniz kitap, bir bardak da şarap alıp, kanepeye kıvrılmak istiyorsunuz. Ergenliğinizden beri zaten teoride o kitabın içinde yaşıyorsunuz, hayatınızın bir gün hep bir mucize gerçekleşip de tıpkı okuduğunuz, içinde kaybolduğunuz o satırlardaki gibi olacağını umuyorsunuz. Çaresizce. Ve tam da huzuru aradığınız o anda banyodan gelen tıkırtılarla yüreğiniz ağzınıza geliyor. Banyoda biri var, hemen gidip ışığı bir açıyorsunuz ki işte orada, küvetinizin içinde o, kitabınızdaki en sevdiğiniz, kendinizi hep yerine koyduğunuz karakter. Kanlı canlı karşınızda ve kendini size tanıtıyor.
Amanda Price için bu kişi Elizabeth Bennet'tan başkası değil ve o içinde yaşamak istediği dünya da Jane Austen'ın Pride&Prejudice'ı. Yüzyıllardır pek çok kadının erkeklerden beklentilerini tavan yaptırtmış olan Fitzwilliam Darcy'yi bize kazandıran kitap. Amanda artık kesin kafayı yediğine karar veriyor o an. İnsan kendini bir kitaba o kadar kaptırınca olacağı budur nasıl olsa. O yüzden hiç beklemiyor, o da diğer tarafa, Elizabeth'in kitaptan fırlamış kurgu dünyasına adım atıyor.
amanda ile elizabeth
Ama işler hiç de beklediği gibi gitmiyor Amanda'nın. Kapıdan bir kez geçip arkasından kapattı mı Elizabeth onun dünyasında, o da Bennet ailesinin evinde kalakalıyor. Kendini kitabın tam başındaki sabahta bulan Amanda, yeni ve zengin, evlenebilecek yaştaki komşuları taşınmakta olduğu için büyük heyecan içindeki Bennet ailesine Elizabeth'in uzaktaki bir arkadaşı olduğunu söylüyor. Sonrasında olanlar tam curcuna. Amanda hemen hemen herşeyi karmançorman hale getiriyor Elizabeth'in yokluğunda.
bennet kadınları ve 32 diş wickham
ITV'nin 2008'de 3-24 eylül arasında yayınladığı 4 bölümlük bu mini dizinin çıkış noktası aslında çok hoşuma gitti. Tv dizilerine senaryo yazmakta tecrübeli olan Guy Andrews'un yazdığı senaryo oldukça da eğlenceli. Amacı Amanda'ya kitabın içine koyup bize Austen'ın aynısı bir hikayeyi günümüzde yaşayan bir genç kadının bakış açısından anlatmak değil de Austen'ın mükemmel hikayesinin dinamikleri, o karakterlerden biri bile Amanda ile yer değiştirdiğinde ne hale gelir onu anlatmak. Hakikaten de Amanda hikaye içinde dokunduğu her ayrıntıyı dönüştürüyor elinde olmadan. Hatta aksine, kitabın tüm satırlarını ezbere bildiğinden Elizabeth'in yokluğunda herşeyin yerli yerinde ilerlediğinden emin olmak için elinden geleni yapıyor ama bu çabası herşeyi daha da karıştırıyor. 
amanda ile darcy, netherfield balosunda
Tabi bu ortaya eğlenceli bir romantik komedi çıkarıyor ama arada beni rahatsız eden detaylar var. Herkesin Amanda'ya aşık olması durumu karışıklığı sağlama adına yapılmış ama bir yerden sonra komik durmuyor. Amanda olarak izlediğimiz Jemima Rooper çirkin bir kadın değil ama o saçlarla bu durum hiç de inandırıcı değil. Darcy rolündeki Elliot Cowan'ı en son Da Vinci's Demons'ta Lorenzo Medici olarak izledikten sonra buradaki hali tatmin etmedi beni. Zaten Darcy için beklentilerimiz tavan yapmış, akıllara zarar bir Colin Firth performansı ile gözlerinin içinde düştüğümüz sırım gibi bir Matthew Macfadyen izlemişiz, üstüne böyle odunsu bir Elliot Cowan hiç olmuyor. 
darcy-caroline-bingley
Yine Da Vinci's Demons'ın Leo'su Tom Riley'ı Wickham olarak, Doctor Who'nun River Song'u Alex Kingston'ı anne Bennet, Downton Abbey'mizin babası Hugh Bonneville'i baba Bennet olarak izliyoruz. Gemma Arterton'ı ise keşke başka bir yerde de daha çok Elizabeth Bennet olarak izleyebilsek diyoruz. Bir de bir Bingley olarak Tom Mison var ki, ben yalnızca ağzım açık bakakaldım, kendisini 16 eylülde Sleepy Hollow'un dizi edilmiş halinde Johnny'nin rolünde görmek için sabırsızlanıyorum.
ehehe hala gülesim geliyor :) janeaustensworld'den.
Gene de eğlenceli, gülümsetici bir seyirlik Lost in Austen, benim gibi Austeniteler için. Ama denemekten zarar çıkmaz, belki sizin için de öyledir.
***Julian Barnes

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 6 : Northanger Abbey

Northanger Abbey, Jane'in Persuasion'la birlikte 1817 sonunda yayınlanan son romanı. İlk satın alan yayıncı tarafından basılmaya uygun görülmeyip, Jane'in erkek kardeşine gerisingeriye satılan roman, daha sonra Persuasion'la birlikte basılmış ve yayınlanmış.
Jane'in artık romantizm veya en derin aşk ilişkileri peşinde olmadığı, açık açık eleştirinin ve toplum analizinin dibine vurduğu kitabıdır. Kendi dilinde, kendi tarzında edebiyat eleştirisi yapar bir anlamda döneminin romanlarına gömülmüş saf genç kız Catherine Morland'ın hikayesiyle. Aşk romanlarını, korku-gerilim romanlarını, bunları okuyanları, okumayanları ve gençlerin hayal dünyalarını eleştirir. Kendiyle bile dalga geçer çoğu yerde. Diğer tüm kitaplarında onu yakın bulursunuz kendinize evet, zaten o yüzden okursunuz çoğunlukla ama Northanger Abbey'de artık tamamen aradaki kurguyu bırakıp, sizinle konuşur Jane. Doğrudan ya da kendi kendiyle konuşur gibi size seslenir.
İlk başlarda oldukça severek okuduğum bir roman Northanger Abbey. Hem eğlenceli hem de akıllıcadır. Ama içindeki aşk hikayesini daha geçenlerde filmi ikinci kez izleyene kadar bile algılayamamıştım.Bir türlü o dalgacı, şakacı, pek umursamaz Henry Tilney'nin nasıl olup da sonunda bizim saf mı saf masum mu masum Catherine'imize aşık olduğunu çözememiştim. Arkadaşım benim sadece eşitler arasındaki aşklara inandırıcı gözüyle baktığımı, sadece onların olabilirliğine ihtimal verdiğimi söyledi. Hakikaten mantıklıydı bu çözüm. Catherine'le devamlı dalga geçermiş gibi görünen, ondan yaşça büyük ve belli ki daha da akıl ve kültür sahibi Tilney'nin aslında onun bu masumluğuna, temiz düşüncelerine, hayal dünyasında gezinen gerçekliğine aşık olmuş olabileceğini düşünmemişim.
Neyse işte bu barındırdığı pek de göze batmayan aşk hikayesinden mi yoksa çok fazla trajedi yaşanmamasından mı bilemem, bugüne kadar sadece iki kez uyarlanmış Northanger Abbey. İlki BBC'nin 1987 çevrimi tv filmi, ikincisi de ITV'nin 2007 tarihli tv filmi.
Catherine Morland'larımız
İlk Catherine'imiz Katharine Schlesinger esasında bir miktar gereken masumiyeti gösterse de dönemin genç bekarlarını bile etkileyemeyecek derecede çirkin görünüyor. Bu arada en baştan söyleyeyim de, bu 87 versiyonu tam bir parodi. Abartmıyorum, bildiğiniz 80lerin modasını yansıtır şekilde aşırı makyajlı, aşırı detaylı elbiseli, Austen atmosferinden zerre nasibini almamış bir garip film. O yüzden karşılaştırmasını yaptığımız her karakter için neredeyse aynı şeyleri söyleyeceğim, hatta söylemeyeceğim bile. Sadece göstereceğim, siz anlayacaksınız. O yüzden direkt 2007 Catherine Morland'ına geçiyorum ki kendisi Felicity Jones'un fiziğinde vücut bularak harikalar ortaya koyuyor. Okurken nasıl aklınızda canlanmışsa aynen ekranda görebiliyorsunuz Catherine'i.
Henry Tilney'lerimiz
Henry Tilney'lerin ilk Peter Firth, gerçekten çirkin, şişman ve yaşlı. Bunun yanında J.J.Field tam anlamıyla kafamızda canlandırdığımız Tilney olmasa da güzel bir portre sunuyor. Hatta dedim ya, aşk hikayesini anlamamı büyük oranda onun oyunculuğu sağladı. Bu açıdan yakışıklı, zarif, dalgacı ve olgun görünüyor. Tam bir Tilney.
General Tilney'lerimiz
General Tilney olarak ilki Robert Hardy ki kendisi Cornelius Fudge'ımızdır, ikincisi ve daha ürküncü Liam Cunningham.
Bay ve Bayan Allen rolünde 87'de Googie Withers ve Geoffrey Chatters çok saçmalar. 2007'de Slyvestra Le Touzel ve Desmond Barrit çok daha anlamlı oynamışlar.
Isabella Thorpe'larımız
İlk Isabella Thorpe Cassie Stuart tam bir felaket. Öyle bir karakterin tüm o erkeklerin ilgisini çeken kız olduğuna inanmak mümkün değil. Carey Mulligan'sa 2007'de cuk diye oturmuş role. Kostümlerin de etkisi büyük.
John Thorpe'larımız
Her iki uyarlamada da saçmaladıkları kısım John Thorpe rolündeki aktörün seçimi. Jonathan Coy da William Beck de gerçek hayatlarında normal insanlar olabilirler bilemem ama burda resmen ucube imajı çizme yarışındalar. Ürkütücüler, saçmalar ve rahatsız ediciler. Kitapta anlatılan karakter her ne kadar biz bilinçli insanları sinir etse de, Catherine gibi saf bir genç kızı etkileyebilen bir yapıda olmalı. Tamamen yanlış anlamışlar.
Başta da dediğim gibi, prodüksiyon açısından ve her açıdan 1987 versiyonu tam bir rezalet. Oyuncusundan, kostümüne, makyajına, diyaloglarına ve hayal sahnelerine kadar. Northanger manastırı bile yanlış seçilmiş mekan olarak. Bunun yanında 2007 yapımı oldukça başarılı. Her açıdan tatmin edici. Ama gene de o 1987 Northanger Abbey'sini de bir açın bakın derim ben. O kadar parodi gibi bir Austen uyarlaması nasıl başarılır görmek için.

(Önceki dosyalar Sense&Sensibility, Pride&Prejudice, Mansfield ParkEmma ve Persuasion)

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 5 : Persuasion

"Daha fazla sesimi çıkarmadan dinleyemem. Sizinle elimdeki imkandan yararlanarak konuşmalıyım. Beni perişan ediyorsunuz. Yarı can çekişiyor, yarı umutla havalara uçuyorum. Çok geç kalmadığımı, böylesi değerli duyguların sonsuza dek kayıplara karışmadığını söyleyin bana. Sekiz buçuk yıl önce neredeyse paramparça ettiğiniz zamankinden de daha çok size ait bir kalple kendimi size sunuyorum. Erkeğin kadından daha çabuk unuttuğunu, erkeğin aşkının daha çabuk söndüğünü sakın söylemeyin bana. Sizden başka hiç kimseyi sevmedim. Sırf sizin için Bath'a geldim. Yalnız sizi düşünüyor, planlar yapıyorum. Bunu göremediniz mi? Arzularımı anlayamıyor musunuz? Sizin benim duygularımı sezdiğiniz gibi, ben de sizinkileri sezebilmiş olsam, şu on günü bile beklemezdim. Bu satırları zorlukla yazıyorum. Her an beni mahveden bir şey duyuyorum. Sesinizi alçaltıyorsunuz, ama ben o sesin başkalarının dikkatinden kaçacak çeşitli tonlarını ayırt edebiliyorum. Fazla iyi, fazla mükemmel yaratık! Bize adil davranıyorsunuz. Erkeklerde de güçlü bağlılıklar ve sadakat olduğuna inanıyorsunuz. F.W.'de de bu duyguların en ateşlilerinin, en şaşmaz olanların var olduğuna inanın.
Artık kaderimde beni neyin beklediğine emin olmadan gitmek zorundayım; ama en kısa zamanda buraya dönecek veya grubunuza katılacağım. Bir tek söz, bir bakış bu akşam babanızın evine gelmeye ya da sonsuza dek oradan uzaklaşmaya karar vermeme yetecek."
Yaklaşık 200 yıl önce bu satırları yazdığından beri Jane, dünya üstündeki milyonlarca kadının zavallı akıllarının sağlığını bozmaya devam etti. Anne Elliot'a böyle bir mektup bırakıp, onu düşünceleriyle başbaşa bırakan Yüzbaşı Wentworth'ün hayali pek çok kadının mükemmel adam profilini oluşturdu. Ama Jane'in diğer tüm yazdıkları gibi, bu da romandı, hikayeydi ve böyle satırları yazan da bir kadındı nihayetinde.
Jane Austen'ın 1817'deki ölümünden hemen önce tamamladığı kitabı Persuasion, pek çok okuyucusunda ayrı bir yere sahiptir. S&S'nin sevilen yanları vardır, sonuçta iki zıt kızkardeşin inişli-çıkışlı, hüzünlü ama mutlu sonlu hikayelerini anlatır. P&P açık ara en popüleridir, sevmeyeni yoktur. Sonuçta dünyanın en bilindik ama ilgi çeken hikayesini anlatır, o güzel Austen üslubuyla. Mansfield Park tam bir kurgu ve yazın harikasıdır, bir anlamda edebi olarak kendini ispattır. Emma artık işi kaptığını, eğlendiğini gösterir ustalık işidir. Yazarının bile onu yaratırken ne kadar eğlendiği, sevdiği ve mutlu olduğu satırlardan taşan bir hikayedir. Ama Persuasion...o tamamen başka bir yerdedir. Bu kez Jane'in zekice cümlelerin, keskin gözlemlerin veya eğlenceli kişilik gösterilerinin arkasına saklanmadığını, bizzat, direkt bize, okuyucusuna içinin kapılarını açtığını görürsünüz. İlk kez gerçekten hissedilenleri, hissettiklerini belki de, yazar Jane. İlk kez diğerleri anlatmaz, kahramanımız Anne Elliot'un bünyesinde kendi düşüncelerini, duygularını anlatır. Diğer kitaplarından belirgin derecede farklı bir hava taşır, renklerin olmadığını hissedersiniz. İçiniz üşür ara ara. Ama en çok da çarpıntılar geçirirsiniz. Anne Elliot'ın her kalp çarpıntısında, her yüz kızarışında, her nefessiz kalışında siz de yutkunursunuz. O her sustuğunda siz çığlığı basmak istersiniz. O her sakinleşmek için ortamdan uzaklaştığında, siz de kitabın kapağını usulca örtüp, derin nefesler alırsınız. Jane'i sayfalarda hissedersiniz, işin kötüsü anlarsınız da. Çünkü böyle hissetmemiş bir akıl, bu cümleleri kuramaz bilirsiniz ve bu cümleleri kurduğu için üzülürsünüz onun için. Anne Elliot'la Yüzbaşı Wentworth'ün aksine, bunları hissetmesine rağmen mutlu son şansı olmamıştı Jane'in çünkü. Belki de ölmeden hemen önce yazmayı uygun gördüğü hikayesinin bu olması da tesadüf değildi bu yüzden.
Evet anladınız, oturup günlerce Persuasion konuşabilirim. Diğer 5 romanı ne kadar sevsem de, Persuasion'ın satırlarıyla ilk karşılaştığım zaman hissettiğim şoku atlatabilmiş değilim çünkü. Sevdiğimi düşünmüştüm önce, ama sonra emin olamadım. Sevmekten çok etkilendiğime karar verdim sonunda.
Barındırdığı gayet romantik hikayeden dolayı yine baya uyarlaması bulunan bir kitap bu da. Bildiğim kadarıyla ilki 1960'da tvye gelmiş uyarlamaların son ikisini karşılaştıracağız burada; 1995 tarihli sinema filmiyle 2007 tarihli BBC yapımı tv filmini :
Anne Elliot'larımız
Anne Elliot karakteri baş kahramanımız olduğundan tüm yük onun omuzlarında. Ama şansa bakın ki Jane'in çizdiği portre nedense yapımlarda onu hep evde kalmış-kız kurusu-yaşlı-çirkin babaanne kıvamında bir tipleme olmaya götürmüş durumda. Onca yıldır hiç şaşmamış bu. Oysa Jane'in demeye çalıştığı sadece diğer kadın kahramanlarına nazaran yaşının biraz büyük olduğu - ki 26 yaş yani - ve yaşadıklarından dolayı bir miktar solgun, ruhsuz göründüğü. Ama 1995 Anne'imiz Amanda Root da, 2007 Anne'imiz Sally Hawkins de sanki özellikle çirkinleştirilmişler gibi duruyor. Fiziki görünüşü boşverebilirsek, rolün gerektirdiği kişiliğe ikisi de önemli ölçüde bürünmüş. Tüm o dalgalanmaları, umut ışıklarını, dikkatli bakışları, tıkanan nefesleri ikisinin de yüzlerinde bulabiliyoruz. O kadar yaşlı görünmese aslında, en düzgün oynayan Amada Root. Ama ben kişisel olarak aralarında keskin bir ayrım yapabilmek mümkün olmasa da daha canlı görünen Sally Hawkins'i tercih ediyorum sanırım. (Bu arada ciddi ciddi tanıyamadım ben onu Anne Elliot olarak, o derece değişmişti.)
Captain Wentworth'lerimiz
Yüzbaşı Wentworth, Austen romanlarının en sevilen-tapılan erkeklerinden biridir. Bir numarasıdır diyemiyorum çünkü her defasında Darcy'le başbaşa çıkıyorlar sonuçlarda. Sonunda göstereceği gerçek duygularını en baştan bilmediğimiz için ona göre oynanması gereken çok incelikli bir karakter olduğundan ve bir yandan da kadınlara hakikaten çekici gelmesi gerektiğinden ona göre birini seçmek gerekir. İlki Ciaran Hinds, 1995'te karizmasını konuşturuyor. Austen'ın genelde sevdiği adam tipi olan uzun-esmer-yakışıklı tanımına uyuyor. Ama sanki biraz yaşlı, biraz da sert kaçıyor. 2007'de ortaya çıkan Rupert Penry-Jones ise resmen akılları baştan almak için yaratılmış gibi. Büründüğü Wentworth hali, okuyucuların isteyebileceğinden de mükemmel. Her bir ayrıntıyı, her bir pırıltıyı yakalayabilmiş, tüm o karmaşık duyguları yüzünden okuyabiliyoruz ve fiziki avantajlarını da kullanıyor. Kesinlikle hayallerin Wentworth'ü, diyecek birşey yok.
Sir Walter ve Elizabeth Elliot'larımız
Sir Walter Elliot ve Elizabeth Elliot olarak 1995'te Corin Redgrave ve Phoebe Nicholls fena değiller. 2007'de ise bu roller için büyük oynanmış, Anthony Head'den döktüren bir Sir Walter izliyoruz. Julia Davis de onun yanında iyi görünüyor, belki biraz fazla karikatürize.
Croft çiftlerimiz
1995'teki Croft çifti 2007'dekinden daha özenli oynanmış. Daha doğrusu Fiona Shaw ve John Woodvine'a daha derinlikli bir senaryo verilmiş.
Lady Russell'larımız
Lady Russell olarak ise Alice Krige 2007'de, 1995'teki Susan Fleetwood'dan bir adım daha önde. Daha kararlı, daha kendinden emin ve etkileyici görünüyor.
İki film de güzel ve kitaba uygun senaryolara sahip. 1995 versiyonu daha kitaptan ilerliyor belki, 2007'de araya daha hareket katan özellikler eklenmiş. İki film de izlenebilir bu durumda kitabın tamamlayıcısı olarak. Yalnızca, sanırım 2007 versiyonundan daha fazla hoşlanırmışız gibi. Gerçi her halikarda hoşlanacağız, sonunda mutluluk var nasıl olsa.

(Önceki dosyalar Sense&SensibilityPride&PrejudiceMansfield Park ve Emma)

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...