13 Mart 2018 Salı

Annihilation(2018) : Yanarım yanarım 1 saat 55 dakikama yanarım


Biyolog Lena'nın asker kocası Kane son gittiği görevden 1 yıldır dönmemiştir. Ayrıca birliğinden, üstlerinden falan da Lena hiçbir şekilde bilgi alamaz. Kane öldü mü kaldı mı bilemeden geçirdiği bu zaman süresince Lena (off elim hep Jane yazmaya gidiyor çok zorlanıyorum bu karakterin adını Lena diye yazarken beynim bir türlü yakıştıramadı ona Lena'yı) kendini işine vermiş halde dünyayla bağlarını koparmıştır neredeyse. Sonra bir gün odasının duvarını boyarken kocası çıkagelir. Ama bir tuhaftır Kane, neredeyse hiçbir soruyu doğru düzgün yanıtlamaz. Üstüne bir de kan kusmaya başlar. Ardından Lena kendini kocasının sın görev yerindeki üste bulur. Kane'i karantinaya almışlardır. Lena'ya da psikolog Ventress sorular sormaya başlar. Kane'e ne olduğunu anlamaya çalışırken (çoklu organ yetmezliği der doktorlar) oradaki birkaç kadınla tanışır Lena. Sağlık görevlisi Anya, jeomorfolog Cass ve fizikçi Josie ile muhabbet ettikten sonra onların kısa süre sonra Kane'in çıktığı görevin aynısına çıkacaklarını öğrenir. Görev şudur: 3 yıl önce gökten bir şey (artık göktaşı mı desem "alien"mı desem ne desem) bir deniz fenerine düşmüş, sonra da etrafında böyle ışıltılı bir alan oluşmaya başlamış (Stephen King'in Dome'u gibi işte onun böyle prizmatik ışıltılar yayanı). Bu alan gittikçe büyüdüğü için de içine keşif birlikleri yollamışlar ama geri dönen olmamış. Tek dönen kişi Kane, o da zaten yoğun bakımda. İşte psikolog Ventress'in liderlik ettiği bu son keşif birliğine bizim Lena da kocama ne oldu ki acaba ben de gideyim diye dahil oluyor ve onların deyimiyle "Shimmer"ın içini keşfe çıkıyoruz.
ooo çiçekler böcekler falan
Annihilation (http://www.imdb.com/title/tt2798920/) Amerikalı yazar Jeff VanderMeer'in (https://www.goodreads.com/author/show/33919.Jeff_VanderMeer) 2014'te yayınlanan aynı adlı kitabından Alex Garland tarafından senaryolaştırılmış ve yönetilmiş. Bu kitap Southern Reach isimli üçlemenin ilk kitabıymış, yazarı üçlemeyle Shirley Jackson Ödülü'nü ve Nebula Ödülü'nü almış (Üçlemenin ilk kitabını Alfa Yayıncılık geçen sene Yok Oluş adıyla yayınlamış Türkçe olarak). Ama gelin görün ki kitabın dönüştüğü film tam bir zaman kaybı haline gelmiş durumda. Yani ne desem nasıl anlatsam da gelecek nesiller vakitlerini harcamaktan alıkoysam bilemiyorum. Çok sinir oldum kendime, hakikaten oturup izlediğim için. Ama ne bileyim, fragmanı çıktığında ilginç gelmişti, değişik bir şey olabilir gibi görünmüştü. Hem de bilim-kurgu sularıydı, görmek gerekiyordu. Ama inanın ne ilginçmiş, ne de bilim kurgu. Tamamen bir Natalie Portman'ın sinirli bakan suratını, damarları fırlayan alnını, bol bol CGI ile örülü bir ormanda izlemekten oluşuyordu film. Zaten yeni bir şey söylemiyor, ilginç bir şey diyecekmiş gibi oluyor ama demiyor, hiçbir karakteriyle bağlantı kuramıyorsunuz, hikayeleri yok karakterlerin-varmış gibi ama bize geçmiyor, hikaye öylesine yavaş ve etkisiz ilerliyor ki oha lan ne oldu diyeceğiniz şeyler oluyor ama öff bitse de gitsek diye bakıyorsunuz. Hele o sonuna resmen güldüm. İzlediğim ilk film olsaydı, 5 yaşında falan olsaydım hadiii beee derdim ama bakın artık bunca yıllık bir film endüstrisi, hikaye anlatımı var ortada. Böyle bir son yaparken ne düşünüyorlardı acaba? "Bakın şimdi şöyle yapalım acayip ters köşe olur ha çok zekiyiz lan" falan demişlerdir herhalde. Öyle bir zekanın, öyle bir kişiliğin ürünü olabilir çünkü ancak. Yani nasıl olsa izlemeyeceksiniz spoiler vermekte sakınca yok ama hadi ben gene profesyonellik çizgimi bozmayayım spoiler vermeden diyeyim: Öyle bir son yapacaksanız ona göre önceki sahneleri, kilit sahneyi çekersiniz, çekmelisiniz. İpucu olması gereken sahnenin bu sonu mantıklı kılabilecek bir çekimi yok ki!
aaa tabi çok ilginç şeyler oluyor
Vallahi daha kötülerini de izlemiştim, ona yalan yok ama bu da sağlam bir yere oturdu kötülükte yani. Zaten balık baştan kokarmış, ilk izlenimler kötü olunca şirket ay aman biz bunu hiç dünyada gösterime sokmaya uğraşmayalım paramız gitmesin verelim netflix'e koysun internete demiş. Bir tek Amerika ve Kanada'da sinemalara dağıtmışlar o kadar.
Vay benim iki saatime. Olan benim zamanıma oldu. Hayır şimdi ağzımda kalan bu nahoş tadı silebilmek için bir dolu başka bir şeyler izlemem gerekecek.

Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald'dan ilk fragman



Ohhh mis! Fragman o havadan çekimle açılıyor ya hani, yine eve dönüyoruz ya...var ya...o ne güzel bir his!

Bu arada kanalı bildirim olarak ayarlamıştım ki çıktığı anda haber etsin izleyeyim diye. Az önce bildirim geldi hemen tıkladım. Ben açarken bile 55 görüntüleme vardı, 1 dakika 56 saniye fragmanı izledim, sayfayı yeniledim, görüntüleme sayısı 2753 olmuştu! Vooovvv!

11 Mart 2018 Pazar

200 yıl öncesinden Mary Shelley'nin Frankenstein'ı

Tam 200 yıl önce bugün, 11 mart 1818'de, Britanya'da bir kitap yayınlandı. Adı Frankenstein'dı, yazarının ismi yoktu, anonim diye geçiyordu. Önsözünü o dönem bir şair olan Percy Shelley yazmıştı, eh bu yüzden de çoğu okur onun yazdığı bir kitap olduğunu düşündü. Kısa sürede okumayan kalmadı Frankenstein'ı, herkes onu konuşur oldu, yazarlarından lordlarına, parlamentodaki siyasetçilerinden sokaktaki insanlara kadar. Bin bir türlü anlam yükleniyordu hikayeye, taraflar tutuluyordu. Cephe alan, hikayeyi saçma ve zararlı düşünceler barındırır bulanlar da vardı elbet. Yaşadıkları döneme göre "değişik" fikirlere ve hayat tarzlarına sahip insanların arasından çıkmıştı bu hikaye çünkü. Yazarı Mary Shelley daha 20 yaşında bile değildi, havanın kötü olduğu bir günde eve tıkılan 4-5 arkadaş, kendilerini eğlendirmek için korku hikayeleri uydurmaya karar verince ortaya çıkmıştı Frankenstein. Ama neyi anlatıyordu da bu hikaye, 200 yıl boyunca neredeyse tüm popüler kültüre yerleşmiş, dünyanın bir ucundan öteki ucuna bir şekilde adı duyulmuş olmuş ve üstüne tonlarca teori geliştirilmiş, barındırdığı anlamlar dağları aşmıştı?
Aslında 1700lerde bir tarihte Robert Walton isimli İngiliz bir genç kaşifin, bir kutup macerasına girişmesiyle başlıyor kitap. Hikaye içinde hikaye bir anlamda, Walton'ın kız kardeşine yazdığı mektuplar aracılığıyla okuduğumuz bu kutup yolculuğu en dıştaki hikayemiz. Walton gemisi ve mürettabatıyla yol alırken buzullarda donmak üzere olan bir adam buluyor. Gemiye alıp, baktıkları adam kendine gelmeye başladığındaysa o başlıyor kendi hayat hikayesini anlatmaya ve Walton da kız kardeşine mektubunun içinde bu hikayeyi yazmaya, bu da ikinci katmanımız oluyor. Hayatını anlatmaya başlayan Cenevreli Victor Frankenstein'ın annesinin ailesinin başına gelenlerden başlayıp, babasıyla tanışmasına, evlenmelerine, Victor'un çocukluğuna, en yakın dostu Henry Clerval'a, ailenin sahip çıktığı talihsiz kız çocuğu Elizabeth Lavenza'ya dair bir dolu hikaye dinliyoruz. Victor, onu ceset parçalarından oluşturduğu bir yaratığa hayat vermeye kadar götüren her şeyi anlatıyor, sanıyor ki onu bu meşum olaya ulaştıran tüm motivasyonları açıklayabilir önceki hayatı. Üniversitede yıllarca uğraşıp, kafayı takıp, başardığı bu deney aynı zamanda hayatının en büyük laneti haline geliyor. Victor'ın hikayesinde bir noktada da isimsiz yaratığın can bulduğundan itibaren hayatını anlatışını dinlemeye başlıyoruz, ki bu da üçüncü katmanımız oluyor. Tabi bu katmanın içinde de bir ufak katman olarak yaratığın duvardaki bir delikten gözetlediği, kulübedeki ailenin hikayesini okuyoruz.
İlk bakışta bir korku hikayesi gibi görünüyor evet. Zaten Mary Shelley'nin sonraki baskının önsözünde kendisinin de anlattığı gibi yola çıkış amacı bu. Ama o kadar yıldır o kadar fazla tartışmaya konu olmuş durumda ki Frankenstein, Mary'nin yalnızca bir gece rüya gördüm ve oturdum onu yazdım diye açıklaması kimseye yetmemiş haliyle. Onun satırlarının arkasında onlarca anlam aranıyor. Kimileri hikayedeki tüm karakterlerin Mary'nin hayatındaki kişileri temsil ettiğini söyleyerek ona göre bir okuma yapmış, kimileri de yazıldığı dönemde Mary'nin ve içinde bulunduğu arkadaş-eş dost-tanıdık grubunun siyasi düşüncelerini yansıttığını söylemiş. Peki ama böyle bir hikayeyi ortaya çıkaran nasıl bir hayat?
hikayemizin yaratıcısı Mary Shelley
21.yy.ın film gibi diyeceği türden bir hayat aslında. Hatta resmen o tarihi filmlerin, "period drama" dediğimiz dizilerin senaryolarını aratmayacak türden, birçok insanın iç içe geçmiş, ölümlerle spekülasyonlarla dolu bir hayat. Hikayeyi yaratan beyin, Mary Shelley, yıllar sonra önsözde "Frankenstein'ı dizilerinden biri için seçen Standard Novels yayımcısı, benden öykünün ortaya çıkışı
hakkında bilgi vermemi rica etti. Ben buna dünden razıydım, çünkü bu sayede şahsıma sık sık yöneltilen bir sorunun cevabını verebilecektim: O sıralarda henüz bir genç kız olan ben, nasıl böylesine dehşet bir fikri düşünmüş, geliştirmiştim?" diye yazmış. Sonra hayatından ufak ufak bahsederek bu sorunun cevabını vermeye çalışmış. Ama yalnızca çocukken hayal kurmasıyla, ufak tefek hikayeler yazmasıyla açıklanabilir mi bilmiyorum. Onu dünyaya getiren iki insandan başlayan bir hayat öyküsünü okuduğunuzda ancak diyorsunuz ki Frankenstein'ın canavarı o soruları sorabilir, o yakınmalara ses verebilir. Mary'nin annesi (Mary Wollstonecraft) döneminin - yani 1700lerin ikinci yarısının - dişli bir feministi, yazarı, felsefecisi, babası (William Godwin) ise yine aynı dönemde etkili bir siyasi düşünür, gazeteci ve yazarı. İkisi de oldukça kendine güvenli ve dik başlı bu iki insan ilk etapta birbirlerinden hiç hazzetmeden tartışıp dururmuş. İkisinin de evliliğe inancı yokmuş, günümüzde bile oldukça bohem olarak görülebilecek kafalardalarmış anlayacağınız. Annesi, babasından önce Amerikalı bir diplomat ile birlikteymiş ve bu birliktelikten bir kız çocuk sahibi olur olmaz adam onu terk etmiş. Birkaç yıl sonra anne Wollstonecraft ve baba Godwin birlikte olmaya başladıktan sonra anne Wollstonecraft Mary'ye hamile kalınca eh napalım bari evlenelim demişler.
baba William Godwin ve anne Mary Wollstonecraft
Ama Mary doğduktan 11 gün falan sonra anne Wollstonecraft enfeksiyon kapıp daha 38 yaşındayken ölmüş. Diğer birlikteliğinden getirdiği kızı ve Mary, baba Godwin'e kalmış. E adam da durmamış yeniden evlenmiş, üvey kızını uzağa okula göndermiş, Mary de evde kitaplarla kendi kendine büyüsün diye durmuş. Bu arada yeni evlendiği kadının da bir kızı varmış, o da onu getirmiş mi eve, bir de Mary'ye tam filmlerdeki üvey annelikten ettiğinden ötürü Mary tabi kendini hayallere, kitaplara, yazmaya vermiş.
15 yaşına geldiğinde bir dostlarının yanına kalmaya gittiğinde yazar-şair Percy Shelley ile tanışmış Mary. O zaman 20 yaşında olan Percy ailesi tarafından bohem (evet yine bu kelime) hayat tarzından dolayı reddedilmiş, Oxford'dan ise ateist olduğu için kovulduğundan ötürü maddi sıkıntı içinde sığınacak yer ararken Mary'nin babasının evinde kendine yer bulmuş (hani baba Godwin büyük bir usta yazar gibi, çaylak ama gelecek vaadedenler de onun bilgisinden ilminden fayda görmek adına kanatları altına giriyor gibi). Eh iki genç de bir noktada kanları kaynayınca bir gece birlikte kaçıvermişler evden (Mary'nin üvey annesinin önceki evliliğinden olan kızı da eksik kalmamış tabi). Mary hamileymiş çoktan tabi 16-17 yaşında kaçarlarken. Birlikte orada burada dolanıp durmaya başlamışlar. Ama aşırılık üstüne aşırılık, Percy'nin bu sırada geride - artık kim bilir hangi evde - yasal bir eşi varmış, hem de ikinci çocuklarına mı ne hamile halde.
sorumsuz insan Percy Bysshe Shelley
Mary ile Percy dolanıp dururken dönemin efsanesi Lord Byron'a denk gelmişler Cenova'da. Lord Byron da bu arada inanılmaz skandallar adamı, kafası bir milyon zaten her daim, vur patlasın çal oynasın dolaşan bir beyzade. Onun da eşi var güya bu sırada ama kızları Ada doğunca kadın demiş yeter, bu manyak delinin yanında daha da kalmam, hatta kızımı da bundan zerre etkilenmesin diye tamamen saklarım. Akıllı kadınmış vesselam, Byron'dan kaçırdığı kızını matematikçi yapmış, o kız da büyüyüp yüzyıllar öncesinden, şimdi size bu satırları yazmamı sağlayan aletin temelini keşfetmiş. Selam olsun sana Ada Lovelace!
Cenova demiştik ya, ortama bakın. Bizim deli Lord Byron, 16 yaşında falan kaçtığı adamdan çoktan hamile kalıp bir de birkaç günlük bebeğini kaybetmiş, birkaç hafta olmadan yeniden hamile kalmış Mary, bu şekilde işler çevirdiğini öğrenen eşi karnındaki çocuğuyla intihar eden beş parasız Percy ve Mary'nin onlarla evden kaçan üvey kız kardeşi ki o da bu sırada, Cenova'dalarken hamile. Millet arkalarından neler neler diyormuş zamanında. Hatta üvey kız kardeşin bebeği Byron'dan mı Percy'den mi belli değil. (Tamam manyakça magazine girdim farkındayım ama aslında hikayenin yazıldığı ortamı ve o kafayı canlandırmaya çalışıyordum azıcık coşmuş olabilirim.)
tam bir deli, Lord Byron
Böyle bir ortamda bir gece Byron'ın off canım sıkıldı hadi herkes bir korkunçlu şeyler anlatsın da keyfim yerine gelsin demesi üzerine, Mary gece yatıyor ve Frankenstein hikayesi olarak ortaya çıkacak olan rüyayı görüyor. 3 yıl boyunca üstünde çalıştıktan sonra yayınlanmış kitap. Ama Mary'nin hayatı hakikaten kitaptaki gibi ölümlerle dolu. Hatta sevdiği, tanıdığı herkesin ölümünü görmüş, yani onlardan sonra ölmüş olması bile yazdığı hikayeye benziyor. Önce büyük kız kardeşi intihar etmiş. Kitap üzerinde çalışırken Percy'nın eşi de intihar edince ancak evlenebilmişler ama Mary 24 yaşına geldiğinde Percy bir gezide boğularak ölmüş. Eşini kaybedene kadar bu arada Mary 4 doğum yapmış, sadece bir çocukları bebekliğini sağ salim geçirebilmiş. Percy'den iki yıl sonra Lord Byron hastalanıp ölmüş. Mary'nin kendisi de 54 gibi erken bir yaşta beyin kanserinden ölmüş. Film gibi derken haksız mıymışım?
Ne zaman yazıldığını veya kimin nasıl yazdığını bilmeden, bağlamına hiç girmeden kitabı elinize alıp, hikayeyi okumaya başlarsanız eğer en başta tamamen bir korku hikayesi gibi görebilirsiniz. Abartılı çıkışlar, dramatize edilmiş betimlemelerle dolu bir Victoria dönemi gotik romanı gibi geliyor insana (Victoria dönemini 1837'den başlatıyorlar evet ama anlayın işte ne demeye çalıştığımı). Hatta ne yalan söyleyeyim çoğu yerde pıhlayarak güldüm. Gereksiz pek çok detaya boğuluyorsunuz mesela, alakalı alakasız bir ton başka yerlere sürükleniyorsunuz. Asıl kafamızda oluşan sorulara bakmıyor bile Mary Shelley, bilimsel herhangi bir yön herhangi bir çaba göstermiyor, dahası pek çok şey fazlasıyla kendiliğinden oluyor. Yazım anlamında açıkçası büyütülecek, klasik olarak görülecek bir anlatım bulmadım ben. Tabi bunu 200 yıl sonrasından baktığımda söylüyorum. Ama mesela siz kendiniz bakın neler diyor Mary Shelley'nin kalemi:

Ancak Sancho Panza’nın deyişiyle, "Her şeyin bir ilki vardır ve o ilkin de kendinden önceki bir şey ile bağlantısı olmalıdır." Hindular dünyayı file taşıtır, ama fili de kaplumbağanın sırtına bindirirler. Şunu tevazuyla kabul etmeli ki yaratıcılık denen şey, yoktan var etmekle değil, kaostan var etmekle alakalıdır; her şeyden önce unsurların yerli yerinde olması gerekir.
(...), çünkü aşın üzüntü, gelişimi, hayattan keyif almayı ve hatta günlük görevlerini yerine getirmeni engeller ki bunları yapmayan bir insan toplumda barınamaz.”
Dürtülerimiz yalnızca açlık, susuzluk ve şehvetten ibaret olsaydı, neredeyse özgür olacaktık. Oysa şimdi esen her rüzgârdan, tesadüf eseri edilmiş bir sözden ya da o sözün zihnimizde uyandırdığı manzaradan etkilenir durumdayız.
Ne kadar da değişkendi hislerimiz ve ne tuhaftı en kederli anımızda bile hayata tutunma aşkımız!
Frankenstein'ın dostu olduğunu söyleyen sen, günahlarımdan ve talihsizliklerimden haberdar gibisin. Ancak sana anlattıkları içinde benim aciz tutkularla yanıp tükendiğim günler, aylar yoktur eminim. Çünkü onun ümitlerini bir bir yok ederken, kendi arzularımı tatmin edemedim. Coşkun ve tükenmez arzulardı bunlar. Sevgiyi ve dostluğu hâlâ hayal ediyor, ama hâlâ dışlanıyordum. Sence bunda hiç mi adaletsizlik yok? İnsanlığın tamamı bana karşı günah işlemişken, suçlu olarak bellenecek tek kişi ben miyim? Neden bir dostu kapısından geri çeviren Felix'ten nefret etmiyorsun? Neden çocuğunun kurtarıcısını öldürmeye çalışan köylüye lanetler yağdırmıyorsun? Hayır efendim, onlar erdemli, kusursuz varlıklar! Zavallı ve yapayalnız ben ise dışlanması, tekmelenmesi, ayaklar altında ezilmesi gereken bir ucubeyim. Bu haksızlığı düşündükçe şimdi bile öfkeden kanım kaynıyor.
Frankenstein'ın asıl cevheri, onu böylesi bir klasik yapan, anlattığı hikayeyi çevreleyen düşünceleri. Victor Frankenstein bir canavar yaratıyor, o da onun peşine düşüp tüm sevdiklerini öldürüyor, hayatını cehenneme çeviriyor gibi görünen hikaye aslında birçok soru yöneltiyor hem kendine hem zihinlerimize. Yaratım ne demek, bundan kim sorumlu? Birini bir şeyi yaratmak, yaratıcısına nasıl bir sorumluluk yüklüyor, yüklüyor mu? İyiliği de kötülüğü de biz mi yaratıyoruz? Önyargılarımızı bizi insanlıktan çıkarıyor mu, dış görünüş uğruna dünyayı ne hale getiriyoruz? Yaratmak sevmeyi gerektiriyor mu, yarattıklarımızı neden seviyoruz? Sevgi, canavarların ortaya çıkmasını önler mi, buna yeter mi?
Frankenstein'ın ortaya çıktığı o ev, Villa Diodati
Açıkçası ben Victor'a üzülmedim. Hatta direkt isimsiz yaratığa hak bile verdim okurken. Victor ilk olarak saçma sapan bir şekilde, etrafındaki herkesi yok sayarak, dünyayı unutarak, saplantılı bir halde hayat yaratma deneyinin peşinden gidiyor ki ilk olarak bencil egoist herif diye iki tane geçiresim geldi o noktada. İkinci adımda bu sefer sırf görüntüsünden ötürü tam bir korkak gibi çığlık çığlığa kaçarak yaratığı ortada bırakıyor. Bu kadar adi bir korkak olmasına deli olmamın ardından Victor'a daha da sinirlendim çünkü geri kalan tüm hikaye boyunca yaptığı hiçbir şeyin sorumluluğunu almadan, sadece sızlanarak, ayılıp bayılarak, onu sevenlere daha da rahatsızlık vererek ortalarda dolaştı. Her şey bitip, hikayenin sonuna geldiğimde cinayetlerin tek katili Victor'du diye düşündüm. Tüm o insanları aslında o öldürdü. Kendi hayatını da daha en başından, böylesi bir saplantının peşine düştüğünde kendisi mahvetti. Dahası hiçbir türlü iyi bir insan olarak okunmuyordu bence Victor satır aralarında. Mary Shelley'nin tüm taraflılığına, kahramanını mükemmel insan gibi göstermeye yönelik tüm çabasına karşın bence erdem olarak görülebilecek, ele alınabilecek bir yönü yoktu karakterinin (vay arkadaş resmen diş bilenmişim Victor Frankenstein'a :p ).
200 yıldır popüler kültürün malzemelerinden dedim ya, Frankenstein'ın hikayesi aynı zamanda bir dolu tiyatro oyununa, filme, başka kitaplara da malzeme olmuş durumda. Ama çok ilginç bir şekilde tüm bu filmler, oyunlar ve diğerleri Mary Shelley'nin yazdıklarının özünden çok yazmaya başlama amacını temel almış kendilerine. Öyle ki hepimiz bir şekilde biliyor hale geliyoruz Frankenstein'ı ama kitabı okuyana kadar mesela öğrenegeldiğimiz hikaye, kitaptakinden çok daha farklı şeyler barındırıyor hale geliyor. "Yaratığın adı yok, Frankenstein yaratıcısının ismi" durumunu kaçımız biliyor (ama sanırım bu Mary Shelley'nin suçu)? Ya da kitapta yeni doğan bir bebek gibi zamanla yürümeyi, konuşmayı, okumayı öğrenen, sonunda adeta bir felsefeci mertebesinde yaratıcısına çemkirir hale gelen yaratığı bir kere bile böyle izleyebildik mi? Filmlerde hep bir tür zombi, devasa bir canavar şeklinde göstermeyi, konuşturmamayı seçtiler yaratığı. Victor Frankenstein'ın aksine filmler ona bir beyin vermeyi reddetti. Hele o şimşeklerin elektriğinden yaratığa hayat vermek numarası yok mu, o nasıl bir klasik haline geldiyse...Kitapta tabiki öyle bir şey olmuyor. Aslında hiçbir şey olmuyor, Mary Shelley hiçbir şekilde yaratım sürecini açıklamıyor. Dışarıda yağmur olduğu bir gece, Victor bir bakıyor yaratık gözlerini açmış [Bu arada 2011'de bu türden filmlerden birini, House of Frankenstein'ı izlemişim-->şurada].
Yine eli yüzü düzgün bir kitap incelemesi yazamadım iyi mi? Oysa gayet de karizmatik başlamış, adeta bir edebiyat dergisine yazar gibi ilerliyordum ki yine salon kadını çizgimden çıkıp savruldum, kendimi magazinle coşup, 200 yıllık bir hikayenin hayali kahramanına çemkirirken buldum. Neyse demeye çalıştığım Frankenstein'ın gerçek hikayesini okuyun, edebiyat anlamında ne katar size bilemiyorum ama klasiklerden haberdar olmak iyidir, değişik sorularla beyninizi vicdanınızı insanlığınızı sorgulamak, bunları size yaptırabilen bir hikayeyi okumak daha da iyidir.

[Ben kitabı pdften okudum. Pdf de Can Yayınları'nın temmuz 2012 tarihli Duygu Akın çevirisiyle 1.baskısı. Eh 200 yıllık kitap olduğundan ötürü bir dolu basımı var etrafımızda, kolayca bir sahafta da bulunabilir bence ama yeni bir tane isterseniz nette 7-8 liradan 20 liraya kadar değişen fiyatlarda basımları var.]


9 Mart 2018 Cuma

Black Panther (2018)

Marvel'in günün birinde durup hadi be biz bir evren (hani işte o "universe" diye adlandırdıklarından) yaratalım demesi, sanırım başımıza gelen az sayıdaki iyi şeyden biri. Şimdilerde bu işi tam olarak 2008 yılının ortalarına yerleştiriveriyoruz, direkt diyoruz ki o ilk Iron Man(2008) filmiyle bir M(arvel)C(inematic)U(niverse) ortaya çıktı. O zamana kadar süper kahraman izlemiyor muyduk, ohoo o vakte kadar çoktan Tobey Maguire'lı harbiden iyi 3 tane Spider Man filmi izlemiştik. Eric Bana'lı kötü bir Hulk(2003), Ben Affleck'li facia bir Daredevil(2003) görmüştük. Neyse ki arada pek de fena olmayan X-Men filmleri vardı. Ama hiçbirisi Robert Downey Jr. ile başlayan ve son 10 senemizi - en azından sinema açısından - keyifli hale getiren şeye yanaşamadı.
Ve ister istemez ortaya bir formül çıktı. Yani belki aslında en başından beri buldukları formüldü bu, Iron Man ile nasıl da tuttuğunu görünce evreni tamamen bu formüle göre inşa ettiler. Her bir filmde işe yaradı, hatta arada o kadar şahane filmler ortaya çıkardı ki çoğu kere sinemada çığlıklar atarak perdeye doğru uçacak hale geldik. Öylesine gaza getiriyordu hikayeleri anlatış biçimleri. Öylesine bir atmosfere sokuyordu ki sonunda hemen hemen her yıl bir MCU filmi görüyor, yıllık dozumuzu alıyor rahata eriyorduk.
Bu sene bu formülü yine uyguladıkları - senenin - ilk MCU filmi Black Panther (https://www.imdb.com/title/tt1825683/) oldu. Görmek için benim kadar geç kalan oldu mu bilmiyorum, hele hikayesinden bahsetmek çok gereksiz görünüyor gözüme çünkü filme gitmeyi düşünmüşseniz zaten bildiğiniz içindir, gittiyseniz de eh yani. Benim asıl bahsetmek istediğim filmin bana neler yaptığı.
işte bunlar hep wakanda teknolojisi
eh yani Wakanda
Film daha açılırken alttan alttan o ritimleri saldı kulağıma. Önce bir "yaratılış miti" diyebileceğimiz bölümü hafif çizimlerle atlattıktan sonra güüüm diye Wakanda teknolojisine çarptım. Ohoo dedim ne manyak şeyler gelecek film boyunca kim bilir. Tanıştığım karakterler de gene bir ilginç, oh oh şahane şeyler olacak dedim. Acayip havaya girdim kendimi gazlayarak. Yoksa ortada bir şey yok. Yani daha ilk 10 dakikada mesaj yağdı üstüme ama iyi iyi dedim hikaye de boş değil. Sonra Wakanda'ya şöyle bir yukarıdan girdik. Bir burnumu buruşturdum istemsizce. Tamam teknoloji sevmem, modern sanat sevmem falan filan ama çok kurmuşum kafamda Wakanda nasıl görünecek diye, sonunda önüme koydukları görüntüden pek tatmin olmadım. Neyse dedim, bu kadar kusur kadı kızında da olur (bu da nasıl bir atasözüyse yarabbim, sanki kadının kızı olunca melek mi olması gerekiyor dünya güzeli mi olması gerekiyor nedir yani kadı kimdir eyy kadı sen kimsin?!).
Zuri wan kenobi
kadın gücü fışkırıyor buralar hep
Ama film birden ilerlemeye başladı. Yani ooo güzel süper hızlı ve keyifli film anlamında değil. Film birden gitmeye başladı. Ama bir tuhaf ederek ilerledi. Böyle dövüşler kovalamacalar yenilgiler ihanetler çalkantılar falan oluyor, senaryoda var yazan yazmış, ama her şey sanki böyle suyun üstünde gidiyormuşuz da arada ufak ufak elimizi suya değdiriyor gibi yapıyormuşuz hissi veriyor. Böyle tam gaza geliyorum vohuuu diye perdeye koşar halime gelmek istiyorum, ama olmuyor. Black Pantherimiz -karakterimiz - üzerinde her şey çok hafif geçiyor gibi oldu mesela. Yeni tanıştığımız General Okoye'ye bittim bu arada, onu oynayan Danai Gurira'yı nasıl takdir ettim belirsiz. Filmde resmen parlayan Shuri karakterini (Letitia Wright'mış kendisi) tüm film izlemekten acayip keyif aldım. Müzikler deseniz, resmen filmi alıp tamamen başka bir noktaya taşıyan, filme, hikayeye kişilik veren elementti müzikler.
afrika kültürü pek renkli tabi
yürü be shuri!
Ama işte. Dedim ya bir şeyler olmuyordu. Olmamış yani. Böyle sipariş verdikten sonra bir süre beklediğiniz yemek gelir de o gazla yemeye başladığınız için tadını tam algılayamazsınız, iyi gelir lezzetli gelir gibi olur ama bitirip durduğunuzda ağzınızda anlam veremediğiniz bir tat kalmıştır. Böyle kötü deseniz değil, iyi deseniz değil. Kafam değil ama duygularım karışık gittim eve o yüzden. Ama sonra düşündüm, görüntüleri her şeyi gözümün önüne getirdim, filmi kafamda bir daha izledikten sonra sanırım beni rahatsız edeni buldum. Kurgu. Evet olsa olsa buna kurgu deniyordur (işin uzmanı olmadığımdan profesyonel terimleri de doğru bilemeyebilirim çocuklar). Oturmayan bir şeyler, filmin akışında rahatsız eden bir şeyler...Yoksa bakın gayet eli yüzü düzgün mesajlarla dolu bu hikaye, anlatmak istediği çok önemli şeyler var, onlara yanaşma şekli de gayet iyi. Ama hiçbirini öyle kafamıza sokamıyor, göğsümüze oturtamıyor. Oysa yapmaya çabaladığını görebiliyorsunuz.
Neyse kısmet Avengers : Infinity War'a. Sadece 7 haftacık kaldı.

Filmin en güzel yanı, müzikleri için albüm şöyle, dinlemeden geçmeyin (özellikle 3 ve 7 benim favorilerim):

7 Mart 2018 Çarşamba

Rush (2013) : eyy adrenalin sen nelere kadirsin?

"The closer you are to death, the more alive you feel. It's a wonderful way to live. It's the only way to drive." diyor filmin içinde James Hunt. Tam olarak işte bu duygu sanırım bu insanları - diğer pek çok insanı - yaptıkları şeyi yapmaya iten. Ki aynı şey beni de alabildiğine uzaklaştırıyor bu işten. Elimde yıllar önce alınmış, motorsiklet ve otomobil sürebildiğime dair bir kimlik - ehliyet - taşıyorum ben de çoğunuz gibi. Ama ehliyet sınavı dışında birkaç dakikalık denemeleri de kenara koyarsak, hiç sürüş deneyimim yok. Şu yaşımda yani bir araba koltuğuna otursam pek az şey yapabilirim. Tabi milyon tane sebebi var bu durumun, bir dolu açıklaması, analizi falan filan var ama sanırım en belirgini benim için bu yukarıdaki cümlesi Hunt'ın. Ben bu adrenalinden, bu ölüme yakın yaşama duygusundan hiç hazzetmiyorum. En başlarda sevdiğimi düşünüyordum, ama zaman ilerledikçe korkum arttı sanırım. Hele araba sürmek panik atak geçirmeme sebep oluyor en basitinden. Kendime olan güvensizliğim herşeyin önüne geçiyor, direksiyon bende olunca kontrolü kaybedeceğime o kadar emin bir hale geliyorum ki çığlıklar ata ata kaçasım geliyor.
Ama işte bazı insanlar var ki o arabaları sürmeyi bırakın, hız limitlerini aşarak, adeta uçarak kullanarak o arabaları yarışıyorlar. Bunu isteyerek, büyük bir zevkle yapıyorlar. Araba yarışçıları, formula pilotları sanırım dünya üzerinde anlamakta güçlük çektiğim işlerden birini yapan en inanılmaz insanlar. Yani elbette ki o adrenalin isteğini, açlığını anlayabiliyorum, tahmin edebiliyorum. Ama bir insan kendini nasıl bu kadar saçma bir işin içine atabilir ki?

Ben anlamakta güçlük çekedurayım, bu işin mazisi sanırım insanlık tarihi kadar eski. Daha motorlu taşıtları icat etmemizden bile önce insanlar hız tutkusuyla yarışıyordu at sırtında, atlı arabalarıyla. Bu yüzden işin bu noktaya gelmiş olması hiç şaşırtıcı değil aslında. Eh tabi bu "yarış" ruhu üstüne film yapmak da kaçınılmaz olmuş olmalı bir aşamada. Oturup sürmek bana göre olmasa da iyi yapılmış bir yarış filmini izlemekten keyif alıyorum tabiki. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Ron Howard da hiç de azımsanmayacak bir iş çıkarmış ortaya. 1970lerde kıyasıya rekabet içinde olan formula 1 pilotları James Hunt ve Niki Lauda'nın hikayesini anlatıyor Rush. Görünen konusu bu ama esasında Niki Lauda'nın James Hunt'a bir güzellemesi olduğunu anlıyorsunuz film bittiğinde. Lauda'nın yarış işine girişiyle başladığında film, Hunt zaten süperstar olmuş ortamlarda. Eh haliyle kendilerini azılı rakipler olarak buluyorlar. Bir de hayata bakışları, işlerini yapışları ve kişilikleri tamamen zıt olunca bir araya gelmesi imkansız iki insan gibi görünüyorlar. Oysa insan büyüyor, insan olgunlaşıyor ve zaman her şeye çok güzel dersler veriyor. Yıllar boyu birbirlerini geçmek için habire yarışan bu iki adam bir de bakıyorlar ki aslında birbirlerini anlayabilen, birbirlerini takdir eden, birbirlerine saygı duyan iki dostlar aslında. İnsan rekabet ede ede nasıl dost olur bence onu anlatıyor Rush. (http://www.imdb.com/title/tt1979320/)
Çekimi de izlenilir kılan detaylardan biri. Bu tür filmlerde aksiyonla, hız sahneleriyle hikayenin içeriğini orantılı tutmanız, seyircinin başını döndürmeden koltuğuna çivilemeniz gerekir. Tabi bir yandan da asıl demek istediğinizi, duygularına hitap ederek söylemeniz. Rush tüm bunları yapıyor, aşırı başarılı olmasa da. Yarış sahneleri fena değil genelde, ama yine de keşke hepsi sondaki Japonya yarışı gibi çekilseymiş demekten kendimi alamadım ben. O ne yarıştı, onlar nasıl sahnelerdi öyle ama...Chris Hemsworth en iyi bildiği, belki de ona en çok yakışan türde bir karakteri oynuyor James Hunt olarak, uçarı, çapkın, dağınık, dışarıdan umursamaz ama içinde yine de duygusal, hareketli, eğlenceli, yakışıklı, hayat dolu bir adam. Niki Lauda olarak Daniel Brühl ise hem bizi sinir ediyor hem de düşündürüyor, hak verdirtiyor. Ki yapmaya çalıştıklarını böylece başarmış oluyor. Oyuncular anlamında bu ikisinin aklımızda kalması çok normal aslında, çünkü kamera önünde pek çok insan görünse de tüm hikaye bu iki adam ve yarış pisti arasında geçiyor. Onlar dışında bir Olivia Wilde (James Hunt'ın eşi Suzy Miller olarak) ve bir Alexandra Maria Lara (Niki Lauda'nın eşi Marlene Lauda olarak) izliyoruz. Olivia Wilde pek de sevdiğim bir oyuncu değil normalde, burada da çok farklı veya detaylı bir karakter ortaya çıkarmamış. Maria Lara'yı ise ilk kez izledim ve su gibi güzelliğine, duruluğuna hayran kalıp durdum film boyunca.
Rush sonuçta hemen hemen tamamı gerçekte yaşanmış olaylara ve gerçekten bunları yaşayan insanların nasıl yaşadığına dair, izlemesi oldukça keyifli, çok iyi çekilmiş ve anlatılmış bir yarış filmi sunuyor. En önemlisi bize sadece yarışan arabalar, hız dolu pistler göstermek yerine bizi de o piste çıkmaya, o arabalara binmeye ikna ediyor, buna çabalıyor. Bu hakikaten yaşamış insanların kalplerini açıyor bize, kafalarının içine daldırıveriyor. Ve sanırım bir filmin yapması gereken de bu.

Filmin Hans Zimmer imzalı müzikleri şöyle:

Olivia Laing'den Yalnız Şehir : Yalnız Olma Sanatında Maceralar

Yalnız hissetmek ne demek? Aç olmak gibi: Etrafınızdaki herkes ziyafete hazırlanırken aç hissetmek gibi.
Kitabın sayfaları boyunca altını çizdiğim satırların, yanlarına işaretler koyduğum paragrafların arasında sanırım bu cümleyle başlamak en iyisi. Çünkü bence durumu en açık şekilde özetleyen bu cümle. Dediğim gibi, daha pek çok cümlesi var Laing'in yalnızlığa dair, okuduğumda "ama tam da bu işte bu aynen öyle hissettim ben de" diye böğrüme oturan. Gerçekten ne kadar yalnız hissettiniz şimdiye kadar bilmiyorum. Ya da hissettiniz mi, hiç "gerçekten" yalnız kaldınız mı, onu da bilmiyorum. Büyük ihtimalle kalmadınız, sadece hepimiz gibi insan olmanın verdiği o abartma, büyütme duygusuyla bunu da abartıyorsunuz belki. Ya da belki ben abartıyorum, kendi duygularım dışındaki herkesin duygularını küçük gördüğümden. Hatta elimde tuttuğum, bu yalnızlık üzerine dolu dolu olan kitabın yazarının duygularını bile küçük görüyorum kendime engel olamadan. Şuna bak diyorum, New York gibi bir şehirde yaşamış-yaşıyor, böyle bir şansı olmuş, hem de istediği şeyi yapabiliyor-yazabiliyor (çünkü bence yazan bir insan bunu bizim memur olmamız gibi mecburiyetten yapıyor olamaz) ama yine de tutmuş ühü ühü çok yalnız kaldım ben diye karşıma geçmiş konuşuyor diyorum. Kim bilir belki bu durum da bu yalnızlığın, bu hep beraber içinde olduğumuz şeyin bir yan etkisidir. Kim bilir belki hakikaten o kadar yalnız kalmışımdır ki Laing'in de yazdığı "Bu bilinmeden girilen durumda, birey dünyayı daha negatif algılamaya eğilimlidir ve kabalık, reddedilme ve zarar gördüğü durumları hatırlar ve böyle durumların tekrarlanmasını bekler." durumunun farklı bir halindeyimdir. Herkesi ve her şeyi negatif bir gözlükten görüyorumdur.
Yazarımız Olivia Laing, kaynak: Olivialaing.co.uk
Bu Olivia Laing 1977 doğumlu, Britanyalı bir yazar. Biyografisinde sadece yazar yazmıyor, çalıştığı dergiler gazeteler, yaptığı editörlükler falan da yer alıyor tabiki. Şimdiye kadar 3 kitap yazmış, üçünde de hep bir şekilde "sanat insanlarını" ele almış (Goodreads). İlk kitabı 2011 tarihli To The River'da Virginia Woolf var, ikinci kitabı 2013 tarihli The Trip to Echo Spring'de içkiyle yazarların münasebetlerini incelemiş. Bu benim okuğum son kitabındaysa konusu yalnızlıkmış gibi görünse de - ki tamam kabul ediyorum ana konusu yalnızlık - esas incelediği Amerikalı sanatçılar: Andy Warhol, Edward Hopper, David Wojnarowicz, Henry Darger...Onların hayat hikayelerinde yalnızlığın izlerini sürüyor. Kendi hissettikleriyle bu sanatçıların eserleri ve yaptıkları arasında kurduğu bağlantılarla açıklamaya çalışıyor yalnızlığımızı. 
Birçok yalnız insan gibi Warhol da eşyaları istifleme tiryakisiydi. Etrafını birçok obje ile sararak insani yakınlığın taleplerine karşı bariyerler kuruyordu. Fiziksel temastan korktuğundan, kamera ve ses kayıt cihazlarından oluşan zırhına bürünmeden pek dışarı çıkmazdı.

...
Darger'ın hayatı, yalnızlığı tetikleyen sosyal kuvvetleri ve hayal gücünün buna karşı direnmek için nasıl çalışabileceğini gösteriyor.
Çözüm getirmeye veya akıl vermeye çalışmıyor. Gerçekte olan neyse, ne hissettiriyorsa onu koyuyor önümüze ve aslında onun dedikleriyle, gösterdikleriyle bir anlamda birkaç cevaba da ulaşıyoruz.
Anlamaya başlamıştım, yalnızlık kalabalık bir yerdi: kendi içinde bir şehirdi.

...
Yalnızlık çok özel bir yerdir.(...)yalnızlık kesinlikle tamamen değersiz bir tecrübe değildi, aslında ihtiyacımız olan ve değer verdiğimiz şeyin tam kalbine dokunan bir tecrübeydi.
Kitap 8 bölümden oluşuyor. Temelde her bir bölüm bir sanatçıya ayrılmış gibi görünüyor. Ama görünüşte öyle olsa da her bölümde ilerledikçe önceki bölümlerde bahsettiği ya da bahsedeceği sanatçıları da serpiştiriyor yeri geldikçe. İlk bölüm Yalnız Şehir'de önce bir giriş yapıyor, nelerden bahsettiğini şöyle bir özetliyor. İkinci bölüm Camdan Duvarlar'da çoğunlukla Edward Hopper var, "kendini bağımsız bir yetişkin olarak  dünyaya bırakmaya isteksizdi" diye yazıyor mesela onun için. Hopper bu kitapta bahsedilen sanatçılar arasında adını duyduklarımdan, dahası sanatını bildiklerimden. Ama kişiliğini, hayatını tabiki bilmiyordum. Sanırım tahmin edebilirdim nasıl bir insan olduğunu çünkü yaptığı resimlerin her daim beni rahatsız etmesinden, içimi dondurmasından ve tuhaf gelmesinden yola çıkıp, gayet açıkça görebiliyorum nasıl olduğunu.
Üçüncü bölüm Yüreğim Senin Sesinle Açılıyor'da Andy Warhol var. Yine bildiğim ama sanatının pek de benlik olmadığı sanatçılardan biri. Onun hayatına ve kişiliğine dair biraz daha bilgiliyim sanırım, çünkü hala "popüler" bir olgu Warhol. "Eleştirileri önce davranıp engellemeyi hepimiz bazen biraz biraz yapıyoruz ama Warhol'un kendini buna adam şekli ve kusurlarını bu şekilde büyütmesi çok nadir görülen türden. Bu onun hem ne denli cesur olduğunu hem de reddedilmekten ne denli korktuğunu gösteriyor." diyor onun için de Laing. Yalnızlıkta birleştiğimiz ama gene de pek hazzetmediğim bu sanatçılarla sanırım her bir cümlede daha da birleştiğimi görmekten kendimi alamıyorum. Tabi Warhol sadece bu bölümde anlatılamayacak kadar fazla. İlerleyen her bir bölümde yer alıyor. Ayrıca onunla iç içe geçmiş bir şekilde Valerie Solanas'ı da okuyoruz bu bölümde.
Dördüncü Bölüm Ona Aşık Olunca'da David Wojnarowicz geliyor önümüze ve tokat gibi çarpıyor hayatı yüzüme. Çarptı yani, daha önce hiç adını sanını duymamıştım, zaten bu kitaptaki neredeyse tüm sanatçıların yaptıkları sanat pek benlik olmadığından rastlamamış olmam da normaldi. Wojnarowicz'i okumak hakikaten çok içime dokundu. Arada Greta Garbo'ya da daldı mesela anlatı ya da Nan Goldin'e. Ama Wojnarowicz'in sarstığı aklımı toparlayamadı hiçbiri. Dahası sonraki bölümde Gerçek Olmayanın Diyarlarında'da Henry Darger daha da sarstı. Çoğu sayfada artık devam edemem dedim, kusma noktasına geldim (fiziksel olarak, gerçekten kusmaktan bahsediyorum, midenizin kalkması durumundan bahsediyorum). Hem bir yandan nefret ettim, hem de içime dokundukça sarsıldım.
Bu aşamada, bu iki bölümü atlatabilince altıncı bölüm Dünyanın Sonunun Başlangıcında'da Klaus Nomi ile tanıştım. Yine tamamen benim dinleyeceğim müziğin dışında bir iş yapmış bir sanatçıydı Nomi ama onun kısa hayatının hikayesi de temelde verdiği mesaj yüzünden insanın iliklerini donduruyor. 80ler hakikaten çok zor geçmiş diyor insan.
Yedinci Bölüm Hayaletler Oluşturmak'ta Olivia Laing önce kendi siber tecrübelerinden yola çıkarak günümüzdeki internet manyaklığını çok şiddetli bir şekilde anlatıyor. Ardından çok rahatsız edici bir başka örnekle Josh Harris isminde bir internet girişimcisinin - bana göre feci şekilde - saçma hikayesiyle devam ediyor. Ki okumaktan tiksindiğim bir bölümdü, bahsetmek bile istemiyorum. Sekizinci Bölüm Garip Meyve'de Zoe Leonard'ın aynı isimli eserinden bahsederek başlıyor ama önceki bölümlerdeki hemen her sanatçıya bulaşarak ilerliyor. Çünkü bu kitabı nihayete erdiren bölüm. Zaten son paragraflarında da asıl söylemek istediğini söylüyor Laing.
Yalnızlık çok kişisel bir şey ve aynı zamanda politik. Yalnızlık kolektif bir şey; yalnızlık bir şehir. Buranın içinde nasıl yaşayacağımız konusuna gelince, hiç kural yok ve utanmaya da gerek yok, sadece şunu unutmamalıyız ki, bireysel mutluluk arayışımız birbirimize karşı olan yükümlülüklerimiz için bahane oluşturmuyor. Biz bu işin içinde birlikteyiz, bu yara birikiminde, nesnelerin dünyasında, sıklıkla cehennem gibi gözüken bu fiziksel ve geçici cennette beraberiz. Asıl önemli olan şey iyilik, birbirimize kibar davranma; asıl önemli olan şey dayanışma. Asıl önemli olan uyanık kalmak, açık olmak. Çünkü bizden öncekilerden öğrendiğimiz bir şey varsa o da hislerimizi yaşayabileceğimiz bir avuç zamanımız olduğu.
(Benim gibi daha önceden duymadığınız isimler olduğundan her birinin üstüne tıklanabilir hale getirdim, tıklayıp kim diye bakabilirsiniz.)
[Ben kitabın Gizem Gözde Uçar çevirisi, şubat 2018 tarihli ilk basımını aldım Arkadaş Kitabevi'nden. İthaki Yayınları'ndan-->http://www.ithaki.com.tr/urun/yalniz-sehir/ Raf fiyatı üstünde yazan 24 tl. Kitap 301 sayfa tüm notlarla kaynaklarla falan filan. İlkNokta'da D&R'de ve Idefix'te 15,60 tl'ye görünüyor.] 

6 Mart 2018 Salı

yolculuklar rüyalar eve dönüşler

Eve dönmek konusunda hiç böyle hissedeceğimi düşünmezdim. Kendimi bildim bileli kendim için hep durmadan hareket ettiğim bir hayat hayal etmiştim, oradan oraya gezip dolaştığım, seyahat ettiğim, durmadan yenilenen bir hayat. Hayal ettiğim, planladığım her şey gibi bu da paramparça oldu tabi ama yine de değişik bir versiyon olarak mı yaşıyorum acaba o hayali demiyor değilim. Buraya en son yazdığımda, gidiyorum dediğimde şubatın 14'üymüş, evime geri dönebildiğimde dündü, 19 gün boyunca evimden uzaktaymışım. Önce köye gittim dediğim gibi, on gün kadar köyün sisinde yağmurunda kah çamurlu yollarda yürüyüş yaparak kah evde sobanın dibinde bulmaca çözerek kendimi bir Jane Austen hikayesinde hissederek geçirdikten sonra Bandırma'ya geçtim. İki gece kalıp, İstanbul'a gittim. İstanbul'da Gönül'de iki gece kaldıktan sonra bir yarım gün de kuzenimle geçirip, geri Bandırma'ya döndüm. 3 gece daha kalıp nihayet evimi bulabildim. Son bir haftamda da yine bir Austen kahramanı gibiydim. Hani onlar da çıkıp bir tanıdıklarının veya akrabalarının evine kalmaya giderler ya, öyle haftalarca aylarca kalırlar, orada bir dolu baloya yemeğe katılır, yeni yeni insanlarla tanışırlar. Ben de böyle evin evlenme çağına gelmiş işsiz güçsüz kızı rolündeki kahraman olarak tepeden düşmüş gibi hissettim Austen hikayesinin içine. Dedim ya hep böyle dolanıp durduğum bir hayatı hayal etmiştim diye. Ama hiç böylesini hayal etmemiştim tabiki. Bu benim hayal ettiğimden çok çok aşırı farklı oldu. Bir de yıllar geçtikçe artık insan daha bir konfor, lüks bilmem ne istiyor hale geliyor ya, en azından ben o hale geliyorum yani, hah işte o sebeple artık otobüs yolculuklarından gına geldi bana. Bu son 20 gündür kendi kendime notlar aldım, bundan sonra elimden geldiğince otobüse binmeyeceğim. Trenler şahane şeyler onları tercih edeceğim, uçaklar deseniz daha bir süper, hele hele ki o deniz otobüsü çok pratik. İstanbul'dan Bandırma'ya deniz otobüsüne bindim (ismi çok başka insanları hatırlattığından yazmak istemedim google'ı düşünüyorum). Otobüsün 4 saatte aldığı yolu 2 saatte alıyor ve eğer üç beş gün önceden alırsanız bileti çok daha ucuza geliyor. Haa ama son gün alayım derseniz otobüsü geçiyor fiyat, onu da diyeyim, sonra benim gibi sayfayı her yenilediğinizde gözleriniz fırlamasın fiyattan. Bir de bu sürekli orada burada, o evde bu evde kalmanın beni artık iyice alıştırdığını fark ettim. Hiç öyle yabancılık çekmiyorum artık, evler bir yabancı gelmiyor, normal hissediyorum. Sadece iki şeyi sanırım düzeltemeyeceğim. Bir, yerlere basmak konusunda takıntılıyım.Yani kendi evimde hep terlikle dolanıyorum, Roma'daki evde hep ayakkabı vardı. Ben çorapla veya çıplak ayak yerlere basamıyorum. Belki temmuz ya da ağustostaki birkaç hafta. O haftalar dışında ayaklarım hemen, saniyesinde donuveriyor. Ayaklarım soğuduğu anda da kendimi mümkünatı yok ısıtamıyorum. Bu yüzden köyde herkes gülüyor mesela, nereye gidersem gideyim çantamda terliklerimle gidiyorum. Ama böyle seyahatlere çıktığımda haliyle, yanımda terliğimi taşıyamıyorum. Yani yaparım da çok utanıyorum. He gittiğin yerlerde terlik yok mu diyeceksiniz, var. Ama terlik de beğenmiyorum ki. Yani ne bileyim bazısı kumaş oluyor peluş oluyor silikon gibi bir plastikten oluyor falan, ıyyy içim bir şey oluyor (kore dizisi izleyenler bilir ya hani onların evde giydikleri o terlikle var ya ince ince fıss fıss tıs tıs diye sesler çıkararak yürüyüp duruyorlar hah mesela onlar da beni deli ediyor hayatta giyemem ki zaten ipincecik onlar tutmaz ki ayağımı). İkincisi, insan çokluğu. Ben artık yıllardır alıştım, tek başıma. Ondan öncesinde de 3 kişiydik zaten evin içinde, kimse kimsenin alanında bulunmazdı. Şimdi böyle kalmaya gittiğim evlerde doğal olarak evin içinde insanlar olması durumu hala bir tuhaf geliyor. En son pazar sabahı mesela her odada birileri var durumuna gelmiştik arkadaşlarla. Evin en kalabalık halindeydik. Banyoyu falan sırasıyla kullanıyoruz, mutfakta her bir parçayı yapan başka bir insan var falan, kafamı camdan çıkarıp nefes alacak duruma gelmiştim. Sanırım bende baya bir sıkıntı var ama kısmet.
Kitap da okuyamadım doğru dürüst bu sefer. Bilgisayarı götürmedim üşendim, daha doğrusu dolmuşta tutunacak yer bile bulamazken bir elimde bavul bir elimde bilgisayar çantası olması kabus gibi bir şey olduğundan vazgeçtim götürmekten. Telefondan okuyabiliyorum normalde, işsiz olduğum son 3 senedir kitaplara harcayacak pek de fazla bütçem olmadığından en birinci yolumdu bu kitap okumak için. Netten indirdiğim pdfleri telefonda okumak. Ama bu sefer gözlerim çok almadı, yapamadım. Haliyle Frankenstein ve Amerikan Tanrıları öylece kaldı. Otobüste okurum diye yanıma Zaman Makineleri'ni almıştım (gerçek kitap olarak, kütüphanemde duruyordu bir türlü cesaret edememiştim). O da tam tahmin ettiğim gibi fizik dolu çıktığından ancak ilk bölümü bitirebildim köyde. Bir dolu film, kitap, hikayeden bahsettiği yetmezmiş gibi bu ilk bölümde ayrıca bir de sonraki bölümlerde deriiin deriiin açıklayacağı fizik kuramlarından da şöyle bir bahsettiğinden ötürü kafam iyice bulandı. Daha doğrusu burada ne diyor bu şimdi diye internetten hemen araştırma şansım olmadığından (çünkü köyde wireless yok, telefonda da ancak 2 gb ki bitmek üzereydi) her bir cümleyle birlikte daha da karıştı kafam. Dedim yapacak bir şey yok, evet çok merak ediyorum, evet zaman yolculuğunu çözmem gerekiyor ama elimin altında internet olmadan bu kitapta kaybolacağım. İlk bölümü bitirip, koydum kenara.
Bandırma'ya yolculuk için de yine basılı kitap olarak yanıma "Yalnız Şehir"i almıştım. İthaki'nin instagram hesabında bolca gördükçe acayip ilgimi çekmişti, sonunda dayanamayıp gidip almıştım. Bu kitapsa beklediğimden az biraz değişik çıktı. Farklı bir şekilde anlatmayı seçmiş Olivia Lang, haa ama kötü bir yol mu bu hayır. Sadece beklediğim şeyleri vermedi. Ama beklemediğim pek çok şey okudum, öğrendim. Bir de ortayı geçtikten az biraz sonra bir hevesim söndü, bir süre devam edemedim. Bazı şeyler beni, içimi rahatsız edince bir geri çekiliyorum ister istemeden. Yani mesela Picasso resimleri bir rahatsız ediyor beni, oysa bir Rubens resmi ya da Caravaggio resmine bakarken sanki her şey yerli yerine oturuyor, düzgün, olması gerektiği gibi. Öyle bir manyaklık benimkisi yani. O sebeple kitabı da en sonunda Ankara'ya dönüş yolculuğumda geri açıp, bitirebildim.
Ama yolculuk halinde de olsam sanırım film izlemek açısında baya verimliydim. Önceki yolculuklarımdan birinde başlayıp, bitirememiştim otobüste Rush(2013)'ı, onu bitirdim otobüste bu sefer. Hükümet Kadın'ın ilkini annemlerle izlemiş, çok sevmiştim, onun ikincisini izledim (Hükümet Kadın 2(2013) - ilk film kadar iyi mi değil mi bilemedim ama bence ilk film çok yeni bir şeydi benim için). Bir de nihayet Guardians of The Galaxy 2(2017)'yi izleyebildim, iyi oldu (kesinlikle ilk film).
tamam konuyla ne kadar alakalı o konuda bir şey
 iddia etmiyorum ama göstermek istedim :)
Bu arada hemen hemen her gece saçma sapan rüyalar gördüm. En net hatırladığım bir tanesinde mesela böyle Beauty&The Beast seti gibi bir kocaman şatomsu malikanemsi bir yerdeydim. Bir müzikal - artık herhalde beauty and the beast'tir - sahneleniyor orada ama normalde bir tiyatro sahnesinde olan şey burada böyle daha bir interaktif böyle daha bir gerçek zamanlı oluyordu. Yani bir yandan seyirciler şatoda dolaşıyor, bir yandan da oyuncular habire şarkı söyleyerek dolaşıyor sahneleri oynuyor şatonun çeşitli yerlerinde. Ben de o oyunculardan biriydim, hem de geç kalmıştım o gün. Koştura koştura şatoya gittim, kafamda deli sorular. Diyorum ki kostümümü giyemedim üstümde kotum var olur mu böyle, bir yandan da ulan ben neden müzikalde oynuyorum ben şarkı söyleyemem ki. Şatoda koşturuyordum, seyircilerin yanından geçiyorum habire. Hele bir yer vardı allahım bu ne manyaklık. Büyük merdivenlerin olması gereken yerde merdivenler yoktu, duvar vardı, o duvarın üst kısmına yakın birkaç parça perde uzanıyordu. Eh ama üst kata çıkmam gerek benim oynayacağım sahne orada. Baktım herkes öyle duvara perdeye tırmanıyor, duvarın üstündeki ufacık çıkıntıda cambazlık yaparak üst kata çıkıyor ve dahası bu çok normalmiş gibi olağan olması gereken bir şeymiş gibi davranıyor, eh dedim ben de tırmanacağım yapacak bir şey yok. Neyse orayı atlattım ama üst katta oynamam gereken sahne çoktan başlamış, nasıl koşturdum. Sahne dediğim de şöyle bir şey canlandırıyoruz, benden başka üç oyuncu daha var. Üst kat salonunda bir tanesi beast rolünde yerde yatıyor, bir üç kadın oyuncu da onun etrafında çöküp ağlıyor şarkılarımızı söylüyoruz. Tabi herkes kostümünü giymiş, bende kot pantolon. Bir de seyirciler etrafımızda dolanıyor. Girdim sahneye, çöktüm beast'in başına. Ama acayip tutuşmuşum, tek bir satır bile ezberlemedim. Bilmiyorum ne söyleyeceğim. Şarkı markı hak getire. Çünkü kafamda ben hala benim, uyuyan gerçekteki ben. Bunun rüya olduğunu biliyorum ama bir yandan da çok korkuyorum ulan rezil olduk diye. Ama neyse ki diğer oyunculardan biri de doğru düzgün ezber yapmadığından ben ağzımı bile açamadan zaten o her şeyi rezil etti, diğer oyuncu da ona yüklendi, bir ton azarladı falan ben arada kaynadım.
Neyse, önümüzde anlatacak bir dolu dizi, film ve kitap var. Onlara başlamadan diyeceğim şu ki çocuk olayı çok zor. Doğurması bakması büyütmesi falan çile. Ohh evim mis şu an, kanepem de şahane, iyisi mi ben kalkıp sıcak su torbama yeni su ısıtayım.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...