14 Eylül 2017 Perşembe

okumak mı okumamak mı işte bütün mesele bu

Bir çılgınlık yaptım. Çılgınlık dediğim balkondan belime ip bağlayıp atlamak değil yani durun sakin olun. Sonunda yazdıklarımı -  yani böyle blog dışında yazdığım gerçekten "yazmak" dediğim şeyleri - yakınlarım dışındaki dünyaya açan bir şey yaptım. Şu wattpad'den haberiniz var (vardır yani vardır vardır). Önceleri hımm iyi bir düşünceymiş dediğim, sonralarıysa oradan çıkan ve ünlü olan şeyleri gördükçe alayın küfürün dibine vurduğum, en nihayetinde de ulan bunca yıldır sürünüp duruyorum daha ne kadar alay edip de yapmam dediğim şeyleri yapıp da sonra utanacağım ki diye düşünüp iyi be aman tamam dediğim bir yer orası. Üye olmuştum, Roma'dayken ekimde öyle bir cesaret anında. Ama başkaca da hiç elleşmemiştim. Unutmuşum. Geçen Cey sen de yayınlasana orada falan deyince aklıma geldi tabi üye olduğum. Ve dün akşam bir kez daha cesaretimi toplayıp bir iki bir şey koydum.
Ha şimdi bu niye bu kadar büyük olay yani saçmalamaz mısın derseniz, vallahi de benim için büyük adım. Çünkü kendimi bildim bileli "yazıyorum" ama üniversiteye kadar kimseye okutmaya cesaret etmediğim gibi o zamandan beri de ancak bu 3-5 kişiye okutuyordum. İlk sebebi, tabiki tırsmam. İkincisi sebebiyse yazdıklarımı okudukça anladığım bir gerçek. İnsan yazarken aklında kendi sevdiği yazarlar beliriyor. O senelerce hayranlıkla okuduğu hikayelere, o içinden çıkamadığı dünyalara giden aklıyla alıyor eline cümleleri ama sonra bitirip, ne yazdığına bakınca görüyor ki ne kadar alay ettiği, yerin dibine soktuğu yazar varsa, hikaye varsa onlar gibi yazmış. Yani sevgili romalılar, yurttaşlar, vatandaşlar demem o ki hayaller tolkien hayatlar stephenie meyer. O yüzden bir tiksindim uzun süre yazdıklarımdan, kendimden. Sonra sorgulama süreci geldi. Yahu ben yazıyorum yazabiliyorum zannediyordum ama aslında hiç bir halt yapamıyormuş muyum ki? Türünden hezeyanlara boğuluyorsunuz. Sonra da kimseye göstermek istemiyorsunuz yazdıklarınızı çünkü ben böyle bir insan değilim demek istiyorsunuz. Yani o yazdıklarımı okuyanın kafasında direkt karizmam eksi bine düşecek diye kendinize saklıyorsunuz. Bunlar erken dönem saçmalamalarım deme süreci geldi sonra. Daha yazacağım, gelişeceğim, bir Tolkien adabı kazandığımda o şekilde yazabildiğimde yayınlarım deme süreci bu.
Her şeyi de resmen uzattıkça uzatıyorum. Hiç bir şeyi kısaca anlatamıyorum. Bende bitirememe hastalığı var galiba. Sonlandıramama. Veda edememe. Te allahım! Neyse demeye çalıştığım, her bir düşünceyi boş verdim ve yayınladım gitti. Tabi linki vermeden önce - eğer okumak isterseniz diye - uyarımı yapmadan da bırakacak değilim. Bu yazdıklarımı bu yaşıma gelmeden önce yazdım bu bir. Belki kafam hakikaten hiç bir türlü ergen kafasından çıkamıyordur da benim haberim yoktur bu iki. En kötüsü, belki cidden yazamıyorumdur, bu da üç. Kolay gelsin.

13 Eylül 2017 Çarşamba

marvel



Sinema şahane bir büyü.

vincent

12 Eylül 2017 Salı

bayram dönüşü

İyi uzattım ama bayrama gidip gelmeyi, değil mi?
Yine, her defasında olduğu gibi, yeni ufak tefek bir şeyler öğrendiğim ya da farkına vardığım aralardan biri oldu bu. Köyde geçirdiğim her zaman dilimi, artık havasından mı suyundan mı yoksa hayatımın çoğunu geçirdiğim "büyük şehir" kafasından çok daha başka bir kafaya soktuğundan mı insanı, böyle oluyor. Farkına varmak falan deyince öyle yuh oha ne biçim bir şey öğrendim yok artık dünyanın sırrını önüme döktüler tarzında şeyler kastetmiyorum herhalde. Ufak, böyle minicik de olsa insanın kendi içinde keşfettiği, fark ettiği şeyleri diyorum. Bilmiyorum, belki bu seferki yolculuk kitabım Clarissa Pinkola Estes'in "Kurtlarla Koşan Kadınlar"ı olduğundandır. Kitabı okudukça bulabildiğim aralarda, etrafıma, diğer insanlara, kendime başka başka bakmaya başladım. Değişikti. İlginçti. Yer yer acı vericiydi. Ama kitap hala bitmedi. Dönüş yolculuğumda otobüste de okumaya devam ettim ama bir müddet ara vermem gerekiyor bence bu kitaba. Kalan 70-80 sayfayı bu kafayla okuyamayacağım. Yazarı da bir oturuşta okuyun diye kafamıza kafamıza dürtmüyor zaten de, bakmayın ben iştahıma yenilip kusana kadar yedim. Şu noktada ara verip, Cey'in önerisiyle Robert Jordan'ın Zaman Çarkı serisine başladım. "Dünyanın Gözü" şimdilik güzel bir ara olacak gibi.
Yeni şeyler öğrendim dedim ama çok da yeni değildi belki. İnsanın kendi kardeşine nasıl yabancılaşabileceğini gördüm mesela. Hiçbir zaman çok yakın değildik sanırım abimle ama farkında değilmişim. Ben hep çok yakınız diye düşünmüşüm. "Yakın" kardeşlerin ilişkileri gibi bir ilişkimiz hiç olmasa bile kendi "soğuk" tarzlarımızla yakınız diye yaşamışım hayal dünyamda demek ki. Tamam belki benim soğuk tarzımla. Soğuğum çünkü belki, ne bileyim. Ama abim değildir normalde. Canayakın derler. Aman neyse sorun o değil zaten. Sorun ben 12 yaşındayken önce okula, sonra kendi evine taşınan abimle birer yabancı oluşumuz. Dahası, onun olduğunu zannettiğim insandan çok farklı bir insana evrilmesi. Ve hayır yıllarla birlikte değil, evlendiği insanla birlikte. Onun yüzünden. Bizzat onun kişiliği ve kafa yapısı yüzünden. Abim tamamen başka bir insan haline gelmiş. Ve yapabileceğim hiçbir şey yok. Salaklık erkeklerin kromozomlarında yazıyor.
Kitapta kendimizden önceki kadınların, akrabalarımız olan, bizi oluşturan kadınların hatıralarına, bilgeliklerine, ruh olarak sahip oldukları bilgilere, deneyimlerine başvurmamızın, sahip çıkmamızın iyi olduğunu, onların bize karanlıkta yol gösteren birer meşale olduğunu söylüyor Estes. Aklıma Bene Gesserit'ler geldi okurken. Kumsolucanı zehri içip yaptıkları o tören. Ataları olan kadınların akıllarına, ruhlarına süzüldükleri, bir araya geldikleri o törenleri hatırladım. Belki o kadar da "hayal ederek" yazmamıştı Frank Herbert. Belki gerçekten de böyledir. Annelerimizin, onların annelerinin, bizi büyüten kadınların, bize bir şekilde dokunan her kadının bilgeliğinden parçalar taşıyoruzdur.
O yüzden daha dikkatli dinledim bu sefer "kadınlarımın" söylediklerini. Mezarlıklarda daha dikkatli baktım. Anneannemin hiç duymadığım hayatına dair şeyleri dinledim. Şimdiye kadar annemin gözlerindeki üzüntüyü göreceğimi bildiğim için hep bir annesi yokmuş gibi davrandım. Hatırlatmazsam, 21 yıl önceki ölümünü hatırlamaz gibi saçma sapan bir düşüncem vardı belki ne bileyim. Anneannemin ve dedemin mezarları başında anlatmaya başladığı hikayeye eve kadar devam etti annem. Zar zor hatırladığım anneannem o çamurlu köy yolu boyunca, yağmurun altında kanlı canlı, gerçekten yaşamış bir insana dönüştü zihnimde. Sonra güneşli bir öğleden sonra kek börek kokuları arasında mutfağındaki halam anlattı, ben dinledim. O kokuların arasında halam yeniden 20 yaşında kırmızı çoraplı, mini etekli bir genç kadına dönüştü zihnimde. Sonra önümde ince belli bardaktaki çayım, karşıdaki kanepede yengem anlattı, Doğu Karadeniz'in bir köyünde, kışın soğuğunda gencecik bir öğretmeni odun kesmeye çalışırken buldum.
Böyle böyle dinleyerek, öğrenerek, farkına vararak Ankara'ya döndüm. Daha bir dolu şeyden bahsedecektim, şahane bir levrek buğulamanın ve tadı damağımda kalan mezgit tavanın mekanından Derin Balık diye muhteşem lezzetli bir balık lokantasından, kumsala ve dağlara bakan ufacık bir mekanda Yosun Piknik'te yediğim lezzetli pidelerden, otobüsün mola yerinde yemek yiyeyim derken aksilik çıkaran kredi kartından (cihaz kağıdı çıkarmadı, kasiyer amcayı baya uğraştırdı, ben yemeğimi yedim caanım), yine aynı mola yerinde süt peynir dolabının kapağını bir kızın üstüne kapatmamdan falan bahsedecektim. Ama neyse, bu seferki döndüm yazısı da bu kadar olsun.

22 Ağustos 2017 Salı

Ağustosta Ankara Gezisi - 2

Önceki hafta sonu yaptığım - baya tehlikeli ve heyecanlı hale dönen - Ankara gezimden şurada bahsetmiştim. Sonunda da o kadar saçma ortamlara bir daha düşmemek adına bir daha da gezemem herhalde demiştim. Ama ev bu, insanı boğuyor, eh üstüne işsizlik güçsüzlük yalnızlık da eklenince bu hafta sonu da harita üzerinde işaretlediğim yerlerden birkaç tanesine daha uğrayabilir miyim acaba diyerek fırladım evden.
Pazar günü yine güneş, yine 30 derecenin üstünde ısıtırken öğleden sonra çıktım ve yine saat 2 buçuk civarında kendimi Sıhhiye'deki Adalet Sarayı'nın önünde buldum. Planım önce Etnografya Müzesi'ni, ardından Resim ve Heykel Müzesi'ni ziyaret ettikten sonra Vakıf Eserleri Müzesi'ne de uğrayıp, Gençlik Parkı'nın yanından otobüse binerek eve geri dönmekti. Üç müzenin de açılış kapanış saatlerini, günlerini falan kontrol etmeden gittim tabi, kafamda kabaca diyorum ki bir-bir buçuk saat ayırsam hepsine, saat 6-7 gibi kapansalar, herhalde yapabilirim. Adliyenin önündeki üst geçitten geçip, Kızılay Sokak'a daldım hemen. Burada karşınıza ilk Türk Tarih Kurumu çıkıyor ki kütüphanesinde önceki sene günleeer günleeer geçirdiğim için pek severim. Kurumun girişi Kızılay Sokak üzerinde ama ilk sola, Türkocağı Sokağı'na dalıp, az biraz ilerlediğinizde önce kütüphanenin girişi beliriyor sonra da kitap satış yerinin. Öyle güzel bir yer burası. Neyse o günkü hedefim müzeler olduğu için kendimi tutup, ilerlemeye devam ettim Türkocağı'nda. Bu sokakta ilerlerken manzara şu tabi bilmeyenler için anlatayım. Sağınızda hastanenin kafesi, girişi, acili, hastaneye gelenler, gidenler. Solunuzda TTK'yı geçtikten sonra ise önce Ankara Lisesi, sonra nihayet müzenin girişi. Biraz yürüyorsunuz tabi müze girişine ulaşabilmek için. Ben hemen karşıma çıkacak zannetmiştim.
Etnografya Müzesi
Ankara'da büyüyen her çocuk gibi buraya da okul gezisiyle geldiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Ama sadece Etnografya diye hatırlıyorum ki orası bile hiç kalmamış aklımda. Resim ve Heykel'e herhalde amaan ne olacak gezdireceğiz de nasıl olsa hiç birisi sanatçı olmayacak (olmasın hatta) kafasıyla gezdirmeye tenezzül bile etmemişler miydi yoksa benim üniversitenden önceki herşeyi silmeye meyilli beynim siliverdi de ilkokul-ortaokul öğretmenlerimin günahını mı alıyorum bu noktada, tabi artık kısmet. O yüzden gayet bodoslama gittim bu iki müzeye. Türkocağı Sokağı'ndaki giriş bir araba girişi ve bir araba çıkışından oluşuyor. Tabi yanıbaşında bulduğunuz aralıktan yaya olarak girebiliyor çıkabiliyorsunuz. Başka giriş yeri var mı ayrıca diye bakındım ama tam göremesem de sanırım bu sokağın Talat Paşa Bulvarı'na bağlandığı kısımda Resim ve Heykel'in diğer tarafına açılan bir kapı daha var ama gidip denemek lazım. Neyse bu sokaktaki kapıdan girerken ben hemen girişteki camlı kısımda olan görevlilerin oraya yanaşıp, dedim müzeye geldim. Gayet yardımsever bir biçimde açıklama yaptı görevli, solda Etnografya sağda da Resim ve Heykel Müzesi var, kartınızı girişte kontrol edecekler dedi. Tabi ben gene bodoslama gittiğimden önce Etnografya'ya yöneldim. Ama bu noktada belirtmem gereken bir detay: Resim Heykel 5'te kapanırken, Etno 7'de kapanıyor. Yani benim gibi sayılı zamanınız varsa önce Resim Heykel'e girmek daha mantıklı. Bir de Etno'da giriş ücreti (ya da müzekart) kontrolü varken Resim Heykel ücretsiz. İki müze de her gün açık. Tabi bu saatler yaz tarifesi. Kış için Etno'da 5 buçuk yazıyordu mesela.
ama ne heykel be!
Etnografya Müzesi'ne doğru yürüdüğünüzde önce karşınıza kocaman bir Ankara manzarası ve ona doğru yönelmiş, at üstünde heybetli bir Atatürk heykeli çıkıyor. Bu heykel hakikaten güzel. Ve bu ortam, bu manzara,...gözlerinizi nihayet heykelden alabildiğinizde şöyle bir arkanıza dönüyorsunuz ve bam! o nasıl bir binadır o ne muazzam güzellikte bir mimaridir...diye kalakalıyorsunuz. Çünkü burası Ankara, dünyada ne kadar yer gezmiş ne yapılar görmüş olursanız olun bu şehirdeki nalet görüntünün arasında bu kadarcık bir şey bile görünce neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz.
Merdivenlerle çıkılan girişinden geçtiğinizde önce bir avlu karşılıyor. Bu avlunun iki yanında sıralanmış sergi odaları var. Ama bu avlunun bir özelliği var ki binaya girdiğiniz anda karşınızda beliriyor: Burası Anıtkabir yapılana kadar Atatürk'ün naaşının durduğu yer. Şimdi de sembolik bir kabir olarak korunuyor.
Girişin sağında hemen görevlilerin yeri var. Oradan girişi biletinizi alabiliyor ya da müzekartınızı okutabiliyorsunuz. Ben broşür sordum o noktada ve görevliler arkadan çıkarıp verdi. Normalde yolunuzun üstünde bir yerde durmuyor, sormanız gerekiyor. Ardından hemen sağdaki ilk koridora dalıyorsunuz ve çılgınca saatler başlıyor :) Çünkü bu müzedeki eserler, konular çok güzel. Çok eğlenceli, çok bilgi ve kültür barındırıyor. Nihan'la NY'da kızılderili eserlerinin olduğu müzeye girdiğimiz zaman geldi aklıma Etnografya'da dolanırken. Oradaki gibi kültür bombardımanına uğramış gibi oldum çünkü. Broşürde Selçuklu döneminden günümüze Türk sanatının eserlerini barındırıyor diyor ama sergileri gezdikçe birçok değişik şey görebiliyorsunuz. Tabi bu belirtilen döneme hiç hakim değilim, o yüzden çok da laf etmesem yerinde olur. Yalnız her şeyin fotoğrafını çekmemek için kendimi zor tuttum. Çektiğim milyonlarca fotoğraftan az birazını size göstermeye çalışacağım aşağıda falan.
yalnız mankenler bir ilginç: en soldaki damat tıraşına bu ifadeyle bakan çocuk mesela ya da ortadaki mankenin saçının ürkünçlüğü ve hatta göz için delik açılmayan zırhıyla savaşçımız :p

düşünsenize havlu niyetine kullanılıyormuş bunlar

peki ya böyle bir sahneye biscolata erkeği mankeni oturtmak?!



sünnet odası. yalnız odanın tümden dekorasyonu, herşeyin ahşap olması...ah ahhh...




ama nolur sanki ben de bir gidebilsem şunların kursuna bir öğrensem ne olur

müzede dedim ya selçuklu'dan başlıyor diyor diye, böyle iki tane esere rastladım uygurlar'dan. yalnız o ne çirkin surat öyle yahu.



Gezmeye başladığınız ilk koridorda önce kültürel sergiler var. Türk kültürüne ait yöresel giysiler, sünnet odası, gelin odası, damadın berbere gidişi, kına yakılışı vb. gelenekler cansız mankenlerle falan oluşturulmuş, gayet başarılı. Bunların ardından materyal bazında sergiler gelmeye başlıyor. Madeni eserler, cam eserler, ahşap eserler gibi. Bu arada avlunun bir tarafındaki koridoru bitirip sembolik kabrin önünden geçip diğer koridora giriyorsunuz. Bir de ahşap eserler olağanüstü, demiş miydim? Silahlar kısmının ise tadı damağımda kaldı desem yeridir. Tüm müzeyi gezip bitirdiğinizde yalnız fark ediyorsunuz ki burası biraz ufak. Yani bir dolu malzeme görmüş, bir dolu çılgınca bilgi almış oluyorsunuz ama müze anlamında, ufak.
Etno'dan çıkıp, Resim ve Heykel'e bir iki dakikalık yürüme mesafesiyle ulaşılıyor. Aynı bahçe içindeler. Bu arada Etno'nun binasının kendi bahçesi içinde, etrafında yani binanın sanırım eski mezarlar var, mezar taşlarını şöyle bir gördüm ama en son çıkarken aklıma geldiği için incelemeyi unuttum ya da sorgulamayı. Orayı da görebiliyor muyuz, onlar nelerdir, bir dahakine gidersem umarım, soracağım görevlilere.
heyt bea! Resim ve Heykel Müzesi
Resim ve Heykel Müzesi deyince aklıma bu binanın da ağaçların arasına saklanmış alçakgönüllü güzelliği geliyor. "Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin içinde yer aldığı yapı, Namazgâh Tepesi’nde Yüksek Mimar-Mühendis Arif Hikmet Koyunoğlu (1888-1982) tarafından inşa edilmiştir. “I. Ulusal Mimarlık Dönemi”nin en güzel örneklerinden olan yapı Türk Ocakları merkez binası olarak projelendirilmiştir. Türk Ocakları, II. Meşrutiyet’ten sonra kurulmuş olup Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen, Atatürk ilkelerini, Cumhuriyet yönetiminin erdemlerini kültürel yolla halka yayan, devletten yardım alan kuruluşlardı." diyor web sitesinde. Yine merdivenlerle çıktığınız girişinden geçtiğinizde yine bir görevli kısmı beliriyor bu sefer sol tarafınızda. Burada da broşür sordum ama kalmamıştı. Yukarıya çıkan merdivenleri gösterip, burada gezmeye başlıyorsunuz dediler. Yalnız içeriye girince o merdivenleri falan görünce insan bir kendini değişik hissetmeye başlıyor. Öyle bir bina ki sanki bir filmin içindeymişsiniz gibi. Bir de geçen yıl boyunca falan gezdiğim müzelerin hepsinde insan seliyle gezdiğim için buraları böyle tek başıma dolaşırken binayı tamamen kendime ayırıp, hayal kurabiliyordum. Yalnız Etno daha kalabalıktı, Resim Heykel sonradan biraz biraz kalabalıklaştı. Neyse ne diyordum, merdivenler. Merdivenlerden üst kata çıktım ve oradaki görevli de sol tarafı gösterip, buradan başlıyorsunuz dedi. Bu arada daha merdivenlerden çıkarken iki yanda vazolar ve duvarlarda tablolar belirmeye başlıyor.
Üst katta odaları dolaşmaya başladığınızda bol bol tablolar ve aralara serpiştirilmiş birkaç heykelle karşılaşıyorsunuz. Sağ kanatta geniş bir salonda Atatürk'ün misafirleri ağırladığı salondaki eşyalar ve diğer eşyaları görebiliyorsunuz ki hepsi çok güzeldi.



(Yukarıdakiler benim en beğendiklerim)

Tablolar ise benim hiç mi hiç bilmediğim, adeta fransızı olduğum Türk sanatçıların eserleri. Görebildiğim kadarıyla 1800lerden günümüze tarihlendirilen eserler. İtalya'da ve diğer birkaç ülkede daha gezdiğim bir dolu resim ve heykel barındıran müzeden sonra kendimce bir sanat zevkim olduğunu fark ettim. Etmiştim yani baya oluyor, burayı gezerken de iyice eserleri ayırt ettiğimi fark ettim ayrıca. Buradaki eserlerin de çoğunluğu bana çok zevk veren eserler değildi mesela. Resim konusunda teorik bilgim nerdeyse hiç yok denecek kadar az, bu yüzden nasıl ifade edeceğim bilemiyorum. Sadece arkadaşlarıma da anlatırken dediğim gibi söyleyeceğim sanırım. Bazı resimlerde, heykellerde bir şeyler beni rahatsız ediyor görür görmez. Bir yerime dokunuyorlar beynimde, bir şeyleri tetikliyorlar belki de. O yüzden bazılarını hiç beğenmiyorum, bazılarını görmeye bile dayanamıyorum. Ama bazen de bazılarına baktıkça bakasım geliyor ki tüm bu duygularım iyi de olsalar kötü de bu resimleri ortaya çıkaran sanatçıların aslında hedefledikleri şeyi yaptıklarını, bir şeyleri başardıklarını gösteriyor diye düşünüyorum. Sonuçta misal Floransa'da Galleria'yı ve Uffizi'yi gezerken Cey'in hayran kaldığı renkler beni aşırı rahatsız etmişti.
Üst katta bu şekilde yine orta koridorun iki yanında kalan odalardaki eserleri geziyorsunuz bu müzede. Birçok kapı mühürlüydü ben gezerken. Başka bir dolu eser ve sergi var sanırım ama zamanları mı var artık, çalışma mı var, ben bilemem. O yüzden bir dolu eser görmüş olsanız da burası da yine ufacık geliyor, müze olarak. Ha bir de merdivenlerden indikten sonra giriş katta sağda bir geniş salon var, orada da eserler var ve gezilebiliyordu ben gittiğimde. O kadar.
Müzelerin bahçesinde bir de birkaç merdiven aşağıda müze kafe var ama ben oradaki tuvaleti kullanırken yalnızca birkaç masa ve onlara dayanmış sandalyeler vardı. Kafe tam neresi, kafe nedir, bir doğru düzgün bakmak lazım.
Yine girdiğim yerden geri Türkocağı Sokağı'na çıktım saatim 5 buçuğa doğru ilerlerken. Devam edip Talat Paşa Bulvarı'na çıktım. Burayı kesen Atatürk Bulvarı üzerinde biraz daha ilerleyince Vakıf Eserleri Müzesi'ne çıktım. Ama önü arkası sağı solu her bir yanı inşaat toz duman taş. Müzeye kilometrelerce öteden zar zor bakabiliyorsunuz. Zaten şansıma cumartesi-pazar kapalıymış. O yüzden bu günlük Ankara gezimin bu ayağını bitirip, planladığım gibi Gençlik Parkı'nın yanından, devlet tiyatrolarının karşısından otobüse binip, eve geri döndüm.
En azından bu gezide güvenliğimden çok endişe edecek hale gelmedim. Buna da şükür. Hem o Etnografya Müzesi'nde gördüklerim, okuduğum bilgiler, neydi onlar öyle ya :)

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...