rüyalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rüyalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2020 Pazartesi

I'll sing it one last time for you

- Noldu? Neden öyle bakıyorsun?
 - Hiiç..Düşünüyorum da... O gün bana o dediklerini demiş olmana hala şaşırıyorum. Öyle...Aklıma geliyor.
 - Ne yani söyleyemez miydim? Söylememeli miydim?
 - Yoo...Sadece, ne bileyim, sen asla böyle şeyler söylemezdin diye düşünürdüm. Bana bunları söylemez hayatta, derdim.
- ...
- Ne oldu şimdi, neden ağlıyorsun?
 - Bir şey olmadı...Sadece...sadece, ben,...Onları söylemediğim, sana hiçbir şey söylemediğim bir hayatı yaşadım. Her günü pişmanlıkla yaşadığım o hayatı biliyorum ben. O yüzden söyledim. Her gününü, keşke ağzımı açıp da bir şey söyleseydim diyerek geçirdiğim o hayatı yaşadım ben.
 - Lütfen yapma, ağlama. Nereden çıktı öyle bir hayat? Kabus mu gördün? Buradayız işte...burada.

Yazmayacaktım. Ağlamaktan nefes alamaz halde uyandıktan sonra tüm gün kafamda bununla dolaştım. Yazmam gerekiyordu. Ama sonra tuttum kendimi, her şeyde nasıl tutuyordum yine tuttum. Yazmayacaktım. Kendiliğinden giderdi. Artık rüyaların arası çoook açıldı, senede bir kere belki görüyorum. O yüzden her defasında yuvarlayıp, gitsin kendiliğinden diye bakıyorum. Yazmazsam, görmezden gelirsem bu da giderdi diye düşündüm. Ama gitmedi. Günlerdir bununla dolaşıyorum. Rüyamda, uyanıkken yaşadığım hayatın bir kabus olduğunu gördüğüm bir rüyadan uyanıyorum. Söylemem gereken şeyleri, söylemem gereken zamanda söyleyebildiğim için rüyada, her şey olması gerektiği gibi. Ama bu uyandığım kabus o kadar güçlü, o kadar uzun sürmüş ki, aklıma gelince, rüyamda bile tıkanırcasına ağlamaya başlıyorum.
Yazmayacaktım. Sonra habire işaretler çıktı, habire bir iz. Oysa her şeyi attım, on yıllarca biriktirdiğim her şeyi adım adım attım son birkaç sene içinde. Hatırlatacak, beni geri götürecek her şeyi yok etmeye çalıştım. En son geçende kolyeyi ve yüzüğü bile götürüp, çöpe bıraktım. Bırakabildim. Ama bugün bir disket geldi elime dolabın içinden. Varlığını bile unuttuğum bir disket. En başta neden, nasıl bana verdiğini bile unuttuğum bir disket. Üzerinde, gözlerim kapalı bile tanıyabileceğim el yazısı olan disket. Sinirim bozuldu. Son on yıldır çalıştırabileceğim bir bilgisayar bile bulamayacağım bu siyah şey neden bu torbanın dibinde duruyor? Hayır, yazmayacaktım.
Bulaşıkları toplamaya başladım. Rastgele bir şarkı açtım listeden. Hareketli, bağırarak salak saçma eşlik edebileceğim bir şey çıktı diye düşündüm önce. Ama sözleri..."Keşke izin verseydim." Aldırmadım, dans ederek eşlik ettim. Ama sanırım bazen evren inat ediyor.
Çünkü sonra Gary'nin sesi geldi.



Belki şarkı benim düşündüklerimi bile kast etmiyor. Ama her duyduğumda, her defasında, ağlayarak, bağırarak çağırarak, kendimi parçalarcasına koştuğumu hissettiren bir şarkı bu. Ve hatırlatıyor. Kendime, kendimi hatırlatıyor.
Gün içinde yine "evden çalışıyorken", bir yandan mailden whatsapptan gelenlere cevap verip, telefona laf yetiştirip, logları incelerken yeni bir haber var mı, dünyanın sonu geldi mi diye tv açıktı. "Öykü" diye lafa başladığı an dilimden Sait Faik çıktı, daha kendi kendime neden hemen aklıma o geldi diye şaşıramadan ekrandaki ses de Sait Faik dedi. Ölüm yıl dönümüymüş. "Yazmasam deli olacaktım." dedi bir yerinde. Doğru dedim, öyle yazmıştı. Yıllar yıllar önce okuduğumda. Peki bunu neden bugün yine duyuyordum ben? Neden bugün yine hatırlattın bana? "Yazmasam deli olacaktım."
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

22 Ekim 2017 Pazar

sandalyede

Bir süredir doğru düzgün rüya görmüyorum. Görmüyordum yani, arada sadece bazı geceleri tekrarlayan şekilde kabuslarla geçiriyorum. Önce gecenin ortasında berbat bir kabusla uyanıyorum, kalkıp yataktan su falan içmeye gidiyorum, kafamı o boyuttan çıkarmaya çalışıyorum. Geri dönüp, uyuyorum. Sonra yine bir kabusla uyanıp, gözlerimi açıp, yatakta bir kendimi kendime getirmeye çalışarak bir süre etrafa bakarak yatıyorum. Tabi bir türlü sabah olmamış olduğundan yine dalıyorum uykuya ve sabah güneşini görene kadar bin kere falan artçı sarsıntılar gibi kabusçuklarla gözümü açıp açıp, kapatıyor; dalıp dalıp geri uyanıyorum. Bu böyle ayda bir iki kere falan oluyor. Böyle geceler dışında da normal rüyalar - yani eskiden burada da anlattığım absürd saçma ama eğlenceli olanlardan - görmüyorum. (Neverland'de anlattığım en son rüya yazısı da yine böyle kabusları anlatıyor bu arada, şimdi baktım da.)
Ama bugün artık bir şekilde anlatmam gerektiğini hissettiğim yeni bir tür "rüya dizisi"ne maruz kalıyorum ya da bilinçaltım maruz bırakıyor beni. İkincisi kere dün gece yine aynı şeyin içine düşünce..ne bileyim. Kendi idamımı yaşıyorum iki seferdir.
İlkinde idam sehpasındaydım. Yani gerçeğini nereden bileceğim filmlerde gördüğüm haliyle bir ortamdaydım. Hani bir tarafta izleyiciler bir camın ardında, camın diğer tarafındaki ufak odada bir sandalye. Ben o sandalyedeyim, bir yanımda bir adam diğer yanımda bir kadın var, görevliler doktorlar falan herhalde. Neden orada olduğumu, kim olduğumu, ne olduğunu bilmiyorum. Tek bir gerçek var, o da idam edilmek üzere oturuyorum. Sonra adam koluma bir iğne yapıyor, herhalde beni öldürecek ilacı veriyor. Gözlerimi kapatıyorum. Ama açılıyorlar, ben kapatmaya uğraşıyorum. Bir yandan çılgınca korkuyorum. Bir yandan da kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum, kendini bırak kendini ilacın etkisine bırak, kendini bırakırsan her şey kolay olacak, hemen bitecek diyorum kendime. Ama bilincim bir türlü beni terk etmiyor. Zaten korktuğum şeyin de bu olduğunu anlıyorum, ya dipsiz uçsuz bucaksız bir boşlukta sadece bir bilinç olarak öylece savrulur kalırsam, ya ölüm buysa, sonsuzluğa boşluğa hapsolmaksa, ya bir türlü bilincim susmazsa diye ödüm kopuyor o anda. Sanırım rüyada bilincimi kaybetmeye uğraşırken o ara ölmeyi başarabildiğimde rüyadan uyandım.
Dün geceyse yine aynı mekan, yine aynı durum insanlar. Ama bu sefer sanırım o sandalyeye oturmamdan biraz önceki bir zamana düştüm. Yine idamıma gidiyordum ama giyinip hazırlanma safhasıydı. Neden bilmiyorum, herhalde idam sandalyesinde onları giymem gerekiyordu, o görevliler bir siyah ince külotlu çorap getirmişti, onu giyiyordum. Yalnız tüm bir rüya süresince o çorabı giydim. Giyme sürecim rüyamdı yani. Bacağımdan yavaşça geçirişim bir ömür sürdü sanki. İpincecik, o tül gibi olan siyah çorap işte, biliyorsunuz.
Ne bileyim anlatmak istedim. Anlatmam gerekiyordu. Anlatmazsam delireceğimi, boğulacağımı hissettim. Şimdi uyumak istemiyorum. Uykular hiç güzel değil böyle çünkü.

14 Nisan 2016 Perşembe

Years&Years ve dehşet dolu rüyalar



Şarkıyı demin gelirken trende, radyoda dinledim. Şahane geldi su girmiş ayaklarıma, ıslanmış kapşonlumun üstünden derime değen suyun titrettiği üstüme. Ne bileyim güzel işte.
Bu aralar böyle tuhaf tuhaf ama kötü rüyalar görüp duruyorum. Kafayı yemiş halde açıyorum gözlerimi sabahları. Herhalde bu haberlerden, olan biten herşeyden kendime göre fena etkilendiysem. Mesela yalnızca bu hafta gördüklerim içinde iki tanesini söyleyeyim de anlayın durumu.
Bir tanesinde, deniz kenarında, ada gibi bir yerde bir yetimhane var. Alabildiğine ıssız, böyle hani her yer yeşil ama ağaçlık alanın bittiği noktadan denize kadar sırf çim şeklinde bir yeşillik. Rüzgarın insanın kulaklarında uğuldadığı, denizin maviden çok koyu gri olduğu bir atmosfer. Taş bir bina yetimhane. Orda çalışıyorum, müdür yardımcısı gibi birşeyim. Müdür de hatta gerçekte arkadaşım olan biri (rüyanın dışında yani). Dizimin dibinde hani Heidi'ninki gibi bir köpekle dolanıp duruyorum, ortam bu. Çocuklar da hep küçük, 5-6 yaşından büyüğü yok. Bir gün bir halüsinasyon gibi, bir öngörü gibi bir şeyde çocuklardan bir tanesinin öldüğünü görüyorum. Hatta böyle öldüğü anı, nasıl öleceğini falan hep görüyorum "vision"ımda. Ama sonrasında hiçbir şey hissetmiyorum, diyorum ki içimden olacak olana engel olunmaz, geleceğe müdahale edilmez. Ve hiçbir şey yapmıyorum. Ama çocuk ertesi sabah aynen vision'ımda gördüğüm halde ölmüş bir şekilde bahçede, çimlerin üstünde ölü bulunuyor. Onu görünce gerçekten oldu diyorum bu defa içimden, hakikaten gerçekleşti. O ana kadar doğru düzgün bir şey hissetmezken rüyamdaki "ben", ölü çocuğu görünce yere yığıldım, içim dışıma çıkana kadar ağladım. Eh tabi aynı şekilde ağlayarak uyandım. Bu arada rüya gördüğüm farkındaydım tüm zaman boyunca. O yüzden aslında rüyamdaki ben'e her adımda kızıp, şaşırdım, yattığım yerden neden bir şey yapmıyorsun diye.
Önceki sabah uyanmama sebep olansa daha kötüydü. Penceremden bakıyorum rüyamda. Sokakta siyah bir bulldog var. Etrafında yine çocuklar, küçücük çocuklar. Kaçışmaya başlıyorlar, olduğum yerden hayır diyorum öyle koşuşturmayın saldıracak. Ve köpek saldırıyor. Bir tanesini yakalıyor ve çatır çutur yemeye başlıyor. Gerçek anlamda çatır çatur yiyor ve ben bunu görüyorum, bağıramıyorum, kendimi pencereden öyle bir uzaklaştıyorum ki görmeyeyim diye dayanamıyorum çünkü. Ama gözlerimi kapasam da o sesler geliyor, çatır çutur kemiklerini duyuyorum çocuğun. O kadar dayanılmaz hale geldiğindeyse uyandım.
Şimdi böyle şahane bir şarkı dinlerken böyle şeyler anlatmak istemezdim ama öylece elime geliverdi. Öyle her sabah ayrı bir dehşet öyküsüyle açıyorum gözlerimi. Belki yazarsam, belki böyle kağıt üstüne olmasa bile bloga dökersem kanımı, iyi gelir diye. Neyse.
...nothing's gonna hurt me with my eyes shut.

24 Mart 2015 Salı

parkurlu douglas booth'lu rüya

Uzun zamandır rüya görmüyordum, hatta bakıyorum burada anlattığım en son rüyayı aralıkta görmüşüm. Neyse, bu gece gördüğümü anlatmak, gelecek ben'e hatırlatmak istedim.
aşk olsun douglas, o kadar da gitme dedik demi?
Mekanımız şimdi yaşadığım ev. Ama birkaç arkadaşım var sanki, tam olarak hangileri olduğunu çıkaramıyorum bu aşamada. Evin odalarına parkurlar kurmuşuz, böyle eşyalardan tuvalet kağıdı rulolarından bulduğumuz her şeyden. O parkurlarda yarışıyoruz böyle eğlence olsun diye, en hızlı kim yapacak (doğru tahmin bu aile ziyareti sırasında izlenmek zorunda kalınan survivor'ın etkisi). Yatak odasındayım, kocaman yatağın üstünde yüz üstü uzanmış yerdeki parkura bakıyorum. Yerde de başka bir arkadaşım var, parkura son rötuşlarını yapıyor. Oynamak için Douglas Booth (evet o, oyuncu olan) kenarda bekliyor, haha hadi bakalım seni de göreceğiz diyorum ben ona, takılıyorum. Bu sırada bir kalkıp, birlikte pencereden bakıyoruz. Pencereden baktığımda dışarısı tamamen evimin olduğu yerden başka bir yer. Sanki bir ortaçağ kalesindeyiz. Kalenin penceresinden bakıyoruz ve gördüğümüz manzara şöyle: Hani kalenin etrafı büyük bir hendekle çevrili olur, o hendek su doludur ve kale kapısına sadece tek bir noktadaki köprüden ulaşılabilir, aynen öyle. Ve dışarıda deli gibi yağmur yağıyor. Biz bakarken köprüden Ceyda ve Gönül geliyor. Gönül ıslanmasın diye Ceyda'nın üzerine sarılmış, örtmeye çalışıyor ama ikisi de sırılsıklam olmuş. Biz içeride oyunumuza geri dönüyoruz. Bu sırada evin çılgınlar gibi kalabalık olduğunu fark ediyorum. Kim nerede belli değil, dış kapıdan giren çıkan...Konuşmalar, sesler...Bir grup gidiyormuş sanırım, Douglas'ın da onlarla gitmesi gerektiğinden oyunu hızlıca oynayıp bize veda ediyor. Vedalaşmak için sarılıyorum Douglas'a, boynuna atılıyorum, (sapıklığım diz boyu) kokusunu içime çekerken elimde olmadan çok tatlı kokuyorsun diyorum (manyak mıyım neyim tövbe tanrım). İnanın o koku o kadar güzeldi ki. Nasıl tatlı nasıl hafif...Douglas'ın acelesi var, bunu duyunca bir koşu içeri gidiyor, sonra elinde bir bardakla geliyor. Benim evde uzun pepsi bardakları bar iki tane, bir tanesine biraz parfümünden koymuş, elime tutuşturuyor ve koşturup gidiyor. Ben çok üzgünüm, aman yarabbim öylesine üzgünüm ki, Douglas gitmesin noluur diye koca yatağın üstünde zıplıyorum. İşin ilginci tüm bu süreç boyunca üstümde, yazın giydiğim geceliğim var. Sonra kendimi toplayıp, elimdeki bardağın ağzına streç var ya hani, ondan geçirmeye gidiyorum mutfağa. Çünkü Douglas'ın üstünde cennetten gelme bir şeymiş gibi kokan o parfüm, bardakta o kadar keskin ve rahatsız edici ki örtmem lazım. Mutfakta ise bir harala gürele, masa donanmış, eski işyerinden bir arkadaşım, Berna, hadisene kahvaltıya diye beni oturtmaya çalışıyor. Canım da çekiyor hani, Berna'nın yemekleri çok güzel olur.
Bu aşamada uyandım. O ne güzel kokuydu ama be.

13 Aralık 2014 Cumartesi

görünmez düşmanım

Bu sabah uyanmadan hemen önce tuhaf bir şey yaşadım. Önce ayaklarımda bir ağırlık hissettim. Sanki biri gelip ayaklarımın üstüne oturmuş gibi oldu. Rüya görüyor gibiydim ama değildim de. Yatağımdaydım, o andaydım, hava aydınlıktı. Ayaklarımın üstünde biri var, hissediyordum ama kimse görünmüyordu. Sadece o hareket ederken görüntüde hafif bir dalgalanma hissediyordum. Hani görünmez biri varmış da hareket ederken dış hatları hafif titreşir gibi olur ya, öyle. Birşeyleri fark ediyordum ama göremiyordum. Bu görünmez şey yavaş yavaş bacaklarımı ezmeye devam etti, yukarı doğru ilerledi. "Noluyor" diye ağzımı açmaya çabalarken ben, bir eliyle ağzımı örttüğünü hissettim. Bu noktada tam anlamıyla uyanık gibiydim, paniğe kapılmak üzereyken durdum, kendimi sakinleştirdim ve bu gerçek değil diye tekrar ettim içimden. Göremediğim şey üstümde beni ezerken hafifçe yan dönmeye, kendimi yataktan atmaya çabaladım. Ve birden kayboldu, tam anlamıyla uyandım. Etrafıma bakındım, hiçbir şey yoktu tabiki.
Daha önce kötü rüyalar, kabuslar görmüştüm, görürüm yani kıyamet senaryoları içerisinde sokaklarda beyaz puantiyeli yeşil geceliğimle koşturduğum, yıkılan binalardan göçen yollardan kaçtığım çok olmuştur. Ama bu görünmez düşmanla ilk defa karşılaştım. Ve ilk raund benim.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

kaybolan rüyalar ve korkutucu çocuklar

Küçükken, yani öyle iyice küçükken de değil böyle nereden baksam bir üniversiteye başlayana kadar, bazı rüyaları tekrar tekrar görürdüm. Böyle devam eden hikaye örgüleri şeklinde değil de aynı rüyanın farklı versiyonlarını nedeni belirsiz bir şekilde çok alakasız zaman aralıklarıyla görmeye devam ederdim. Bunlardan birisi aklıma geldi bugün ve artık görmediğimi bilmeme bunun bir rüya serisi olduğunu bilmeme rağmen, düşündüğümde sanki geçmişime ait bir anıymış gibi gelmedi. Başka birinin yaşadığı bir hayatı bir kitaptan bir filmden bir diziden öğrenmişim de onu hatırlıyormuşum gibi geldi. O rüyaları gören ben değilmişim gibi. O anılar bana ait değilmiş gibi. Hatırladığım rüya serisi, ben küçükken böyle 8-9 yaşlarında sarışın bir erkek çocuğunun rüyamda peşimde dolaşmasıydı. Karanlık, çıkışı olmayan bir okul benzeri yerde ben sınıftan sınıfa anlamsız bir şekilde dolaşırken o da peşimden gelirdi. Bazen direkt peşimden gelmez, gittiğim sınıfta pat diye yanımda belirirdi. O okulda neden öyle amaçsızca dolaşırdım bilemezdim. Sınıflarda öğrenciler vardı, hissedebiliyordum ama göremiyordum. Hani sit-com'larda hep bir kanepe vardır, o kanepenin önünde de bir televizyon. Ve biz o televizyonu hiç göremeyiz çünkü kamera oradadır ve hep kanepede oturur kahramanlarımız. İşte sınıftaki öğrenciler o televizyondu benim için. Hem çocuğu yanımda görüyor hem de karşıdan bakıyordum kendime ve çocuğa. Çocuk dediğimde ise böyle bir sevimlilik güzellik aramayın rüyada, hollywood gerilim filmlerinde çocukları kullanmayı keşfetmeden çok önce keşfetmiştim ben 'bir gerilim öğesi olarak çocuk' olgusunu. Çirkin, kötü veya sevimsiz değildi çocuk. Sadece korkutuyordu onun varlığı beni, peşimi bırakmıyor dibimde bitiyor ve sadece bakıyordu. Normal bakıyordu, birşey ister gibi ya da birşey der gibi değil. Sadece bakıyordu. Bazen bana bile değil, yere, uzak bir noktaya. Ortamın karanlık-loşluğundan mıdır nedir böyle parlak sarışın değil de kirli sarı gibi gelirdi saçları. Yıllar geçerken, ben 7'den 17'ye doğru giderken ve o rüyayı görmeye devam ederken çocuk hiç büyümedi. Hep o yaşta, hep o görüntüde yanıbaşımda belirmeye devam etti. Ve ben onu her görüşümde korkudan öldüm öldüm dirildim, kaçmak istedim. Hiç bir kere de durup neden beni takip ediyorsun kimin çocuğusun sen demedim. Hep kaybolsa keşke gelmese peşimden dedim.
Ve çok uzun zamandır görmüyorum sarışın çocuğu. Kayboldu, öyle birden bire.

30 Haziran 2013 Pazar

rüyamda uçaklar, yıkılan binalar

Dün geceki rüyamda diye başlayarak direkt olaya girmek istiyorum çünkü böyle bir rüyaya nasıl bir girizgah yapabilirim bilmiyorum. İnşaat yıkıntılarıyla dolu bir şehir dışı mekan düşünün. Bu yıkıntıların ortasından ileri doğru baktığınızda da hemen hemen 10-15 katlı bir bina var. Gökdelen değil, orta yükseklikte, bir iş merkezi olduğunu anlıyorsunuz. Hatta sanırım fazlasıyla bu Eskişehir Yolu'ndaki Tepe Prime'a benziyor. Onu renksiz hali yalnızca. Ben o binada çalışıyormuşum ama ne iş yaptığımı anlayacak kadar vaktim olmadı. Binanın içine bir haber geldi birden, uçaklar geliyor binaya çarpacak diye. Ben hemen panikle kendimi dışarı attım. İşin ilginç yanı çoğu kişi ciddiye bile almadı bu haberi. Bu insanların 11 eylülden haberi yok muydu ki? Ben çılgınlar gibi koşturmaya başladım binadan çıkınca. O inşaat karışımı yere kadar geldim koşarak. Sonra durup olduğum yerde geriye dönüp baktım. Bizim binaya. Hakikaten de bir uçak usul usul geldi binaya doğru. Alçaldı ve tam ortadan geçirdi. Dumanlar yükselmeye başladı. Bina yamuldu gibi oldu. Allahım şoka girmek üzereydim, yerimden kımıldayamadım resmen. Sonra bir tane daha aynısından uçak, geldi geldi ve o da ortasına nişan aldı binanın. Ama tam çarpacakken şöyle bir aşağı yukarı oynadı uçağın burnu. Sanki mücadele ediyormuş gibiydi çarpmamak için. Ama o da çarptı binaya, hem de bu sefer iş tamamlansın, bina ortadan ikiye yarılıp düşsün diye. Etrafımda bağıran çığlık atan insanlar vardı. Ben sadece bakakaldım. Sonra istemsiz bir şekilde binaya doğru koşmaya başladım. İnsanları kurtarmam gerekti. Ama beni tuttular, ne yapıyorsun oraya gidemezsin diye. Tuttular beni, gidemedim. Bu arada uçaklar bugünkü yolcu uçaklarından değildi. Bu 2.Dünya Savaşı tarzı, uçağın baş tarafında altlı üstlü iki düz branda geçirilmiş gibi kanatları olan tiptekiler var ya ufak, onlardandı.
uçak bundandı işte. kaynak:aerocraftsman
Sonra birden artık nasıl şokumdan sıyrılabildiysem, koşup annemi korumam gerektiği aklıma geldi. Annem binada falan değil, sadece etrafımızda böylesi bir olay oluyorken ben annemi korumalıyım düşüncesi bendeki. Hemen koşup yolda yakaladım annemleri. Babamla birlikte arabada gidiyorlarmış, benim olduğum tarafa, bu inşaatlı, yıkılan binalı yere doğru geliyorlarmış. Hemen tıkanan yolda, arbede çıkan ortamda onları arabadan çıkarttım, yürümeye hatta koşmaya başladık. Bütün bu yıkıntılı ortamdan uzaklaşmak için. Annemin tuttum elinden, tüm bu savaş yerinden uzaklaştırmaya başladım, babam arkamızda.
En son yürümeye çalışıyorduk molozların arasında, uyandım. 11 eylülü de tvden izlemiştim canlı canlı, annem mutfakta babam işteydi. Annee bu tv neden Vahşi Güzel'i yayınlamıyor habire bunları gösteriyor diye bağırıyordum. İkinci uçak binaya çarptığında ancak gerçek olduğunu algılayabilmiştim izlediklerimin. Ve neden pembe dizim yerine haberleri gösterdiklerini.
Yalnız bu bendeki salakça kahramanlık içgüdüsü ve annemi korumalıyım onu ancak ben koruyabilirim sevdası ne olacak, bilmiyorum.

20 Nisan 2013 Cumartesi

uçmalı rüyalar


Hemen hemen herkes rüyasında uçtuğunu görüyormuş. Öyle bilimsel bir araştırma sonucu değil bu, sosyal bir edinim. Şuraya çıksanız kim uçtu rüyasında deseniz herkes en azından bir kere olsun böyle bir deneyim yaşadığını söyleyecektir. Zaten rüya tabirleri kitapları, siteleri falan neredeyse en çok bununla ilgili yorumlarla dolu. Genelde insanın çok güzel yerlere geleceğine - hani uçmaktan yola çıkarak yükseğe gideceğine - dair yorumlansa da halka arasında daha pis açıklamaları da varmış, şöyle bir googlelayın yeter.
Ben de haliyle normal bir insanım, uçtuğumu kaçtığımı atladığımı falan görebiliyorum rüyalarımda. Bana ilginç gelense araştırdığım kadarıyla nette, benim türümde uçtuğunu gören yok. Yani rüyanızda uçtunuz tamam, ama nasıl uçtunuz? Ben yıllardır hep aynı şekilde uçuyorum mesela. Yürürken veya koşarken bir yerden sonra böyle ağırlığım yokmuşçasına, sanki yere değip değip havalanıyorum. Bir topun sekmesi gibi yere hafifçe temas ettiğim her an daha da yukarı fırlıyorum. Kanadım falan yok, dikey şekilde yerde nasıl yürüyorsam havaya da öyle yükseliyorum. Ama benim uçuşlarımın diğerlerininkinden çok daha kötü bir özelliği var : Korku dolu şeyler oluyorlar.
İnsanlar hep uçtuklarını, mutlu olduklarını, bunun rüyada çok hoş bir his olduğunu ferahladıklarını, kuş gibi özgür olduklarını falan söylüyor rüyalarındaki uçuşlarla ilgili. Ama ben her defasında korkudan ölecek gibi oluyorum rüyamda. İstemsiz havalanıyorum, her yükselişimde yere düşeceğim diye ödüm kopuyor çünkü bir aşağı bir yukarı gidip duruyorum. Yukarı fırladım diyelim, kendimi yukarıya fırlatmak için kasmak, çabalamak zorunda kalıyorum. Yani benimkisi yere çarp-yüksel-çok yükseldiğin için alçalmaya çabala-çok alçalıp yere çarpacak gibi olduğundan yeniden yükselmeye çalış şeklinde bir döngü olarak yüreğimi ağzıma getirmeye devam ediyor. Hep ya çok yükseliyorum ya  çok alçalıyorum. Bir yükseklikte sabit kalamıyorum. En önemlisi, isteyerek havalanmıyorum. Bir hastalık gibi kendimi yerde tutamıyorum. Ben sadece koşmak istiyorum mesela, ama havalanıp duruyorum, allahım bir yere inebilseydim diye uğraşıp duruyorum. Her defasında. Her uçmalı rüyamda.
Geçen hafta da gördüm gene böyle rüya. Yine - rüyalarımın artık klasik mekanı olan - çocukluğum geçtiği lojmandaydım. Apartmanımızın önünde iki yönlü bir yol vardı orada, bu rüyamın dekoru da orasıydı. Benim bir büyüğüm var benimle, annem babam falan değil de sanki böyle onunla yaşadığım bir hala-teyze gibi. Aynı apartmandan birlikte çıktığımız birileri daha var, iki adam. Onlardan biri de diğerinin vasisi- evet vasi, o derece. Erkeklerden genç olanın kim olduğunu söylediğimde bana gülmemenizi rica ediyorum çünkü bilinçaltım bu noktada epey saçmalamış. Bu One Direction diye "boy-band"imiz var ya, oradaki çocuklardan biri, pörtlek gözlü olan değil, işler güçler'deki doktor kadına benzeyen de değil, sarışınla kara olan da değil. Öbürküsü işte adı her neyse (anlatmayı bitireyim hemen bakacağım bir dakika). Çocuğun aklımda kalmış olmasının mantıklı bir açıklaması var, yatmadan hemen önce Gönül'ün paylaştığı klibi izlemiştim (one way or another'ı söylediği one direction'ın).
Neyse işte, ikimizin büyükleri de kayboluyor o arada sahneden. Ben koşuya çıkıyorum tam evden, o dediğim yolun kenarında koşacağım, üstümde spor şortu bile var o kadar azimliyim. Tam o sırada onu görüyorum, bir işler karıştırıyor. Böyle gizli kapaklı, abisine-dayısına-amcasına artık her neyiyse ona söylenmemesini istediği birşeyler yapıyor. Görüyorum ama ne gördüğümü bilmiyorum, o yüzden yanına gidip bak ben gördüm bu hiç iyi birşey değil yapma diyorum. O kadar ukala ki sana ne git başımdan havalarına giriyor. Bak söyleyeceğim abine diyorum. Söyleyemezsin inanmaz diyor. Bak gel buraya deyip çocuğu yakalamaya çalışıyorum, yakalayıp ne yapacaksam. Herhalde temiz bir dayak atma isteğim var, hem de kolundan tutup abisine götürüp itiraf ettireceğim öyle sanıyorum. Ama kaçmaya başlıyor, ben de kovalamaya. Koşmaya başladıktan bir süre sonra da dediğim şekilde uçmaya başlıyorum. Çıldırmak üzereyim bir türlü çocuğu yakalayamadığım gibi bir de başıma bu uçma şeysi musallat oldu diye köpürüp duruyorum. Ama dediğim gibi, bunu bir hastalık olarak görüyorum rüyamda, bir türlü yere inip normal insanlar gibi yürüyemiyorum. Hem de bu sefer, öncekilerden bir miktar farklı olarak havada yüzer gibi yapabiliyorum, ellerimle kulaç atıp ileri gidebiliyorum. Ama ne fayda, yine uçmam üzerinde hiçbir kontrolüm yok.
Sonra sahne değişiyor ve deniz kenarındayız. Geniş, boş bir kumsalda, anılarımdan Samsun'daki kampın kumsalına benzettiğim bir yerdeyiz. Hani mahallece falan pikniğe oraya buraya gidilir ya öyle bir ortammış güya. Çocuk da bizim apartmandan olduğundan orada tabi. Ben gene gıcığım ona, o da bana trip atıyor. Sırrını hala söyleyememiş abisine, o da yapmaya devam etmiş. Birden denizin ortasında boğulmaya başlıyor çocuk, herkes atlayalım kurtaralım nasıl kurtaracağız oraya kadar nasıl yüzeceğiz diye telaş yapmaya başlıyor. Bir curcuna bir kıyamet. Herkes denize koşturuyor. Ben öylece kalakalıyorum. Aklımdan çok net bir şekilde şunlar geçiyor : Gitmeye çalışırsam onu kurtarmaya, uçmaya başlarım gene ve denizin üstüne geldiğimde uçamam düşerim suyun içine, boğulurum. Benim uçuşum sadece karada geçerli, denizin üstüne geldiğimde kendimi görebiliyorum hayalimde, suya düşüyorum. Zaten o anda kumsalda kendimi çok zor yerde tutuyorum, gene havalanacağım tutmasam. O yüzden kıpırdayamıyorum, çocuğun boğulduğunu görüp de hiçbir şey yapmıyorum. Çünkü gidersem ben de boğulacağım.
En son havalanıp da suya düştüğümü gördüğümün hayalleri arasında uyandım. Çocuğu herhalde kurtardılar. Ya da boğuldu, bilemiyorum, ben boğulmasına göz yumdum sonuçta.
Çocuğun adı Liam Payne'miş, kendi de şöyle : 

9 Şubat 2013 Cumartesi

“Hayır, dostum hayır; hepimiz aynı acıyı çekiyoruz.”

Çok saçma bir hafta oldu da bu geçtiğimiz hafta, anlatmak istedim. Bir de kendimi görüp, kendime dışarıdan bakabilmek istediğimden.
İşten, memurluktan, bilgisayar mühendisliğinden devamlı yakınıp duruyorum ya, hakikaten artık dayanma sınırımın ötesini geçtim, gidiyorum. Dönüp dolaşıp hep aynı şeylerden yakınmak istemiyorum, ben bile pöh yürü git başımdan diyorum kendime ama elimde değil. Pazar günü annemler ve abimle birlikte sinemaya gittik, hepsi öyle başladı sanırım. Doğumgünümün olduğu hafta, kutlama gibi yapmak için Özgür'le Burak sinemaya götürmüştü beni, "Silver Linings Playbook"u izlemiştik ben geleneksel yıllık Oscar adaylarını törenden önce izleyip bitirme maratonuma başladığım için. Öncesinde gösterdikleri fragmanların arasında "Hükümet Kadın" vardı, Sermiyan Midyat'ı ilk Emret Komutanım'dan biliyorum, o vakittir de yaptığı işleri genelde severim. Fragman da zaten çok eğlenceli görünüyordu. İşte pazar günü topladım annemleri gittik sinemaya. Film iyiydi - sonra gene bir ara onu da anlatırım - patlamış mısır idare ederdi, eğlendik, güldük. Zaten abimle film izlemek çok zevklidir, komedilerde özellikle çok içten güler, size de bulaşır, sahne o kadar cezbetmemişse bile gülersiniz mutlulukla. Ama benim neyim var bilmiyorum, filmin açılış sekansında gayet eğlenceli bir müzik eşliğinde Midyat'ın neşeli sokaklarını arşınladığımız anlarda ben ağlamaya başladım. Yanımdaki anneme belli etmemek için ne yapacağımı şaşırdım, bana ne oluyor böyle allah kahretsin manyak mıyım diye çırpınıp durdum.
Gene de daha kötüsü film dönüşü ev yolunda, arabada ortaya çıktı. Önce hangisi dedi bilmiyorum ama sana araba alalım ya muhabbetine girdiler. Önce sesimi çıkarmadım. Sonra dedim ömrümün sonuna kadar memur kalmamı mı sağlamaya çalışıyorsunuz, bir araba aldırıp sonra ölene kadar onun taksidini mi ödeyeyim, zaten işe servisle gidiyorum, haftasonları ölü gibi yatıyorum, ne zaman kullanacağım arabayı? Ağzımı açmasam daha iyiymiş. Abim yol boyu hep yaptığı konuşmalara girişti. Aklım varmış, istesem neler olurmuşum da ben hiçbir şey yapmıyormuşum. Bir tutturmuşum sevmiyorum diye, yoksa yapamadığımdan değilmiş. Bu bilgisayar işinde çok deli para varmış, ben niye yapmıyormuşum. Önüme gelen fırsatları değerlendirmiyormuşum. Memur memur diye tutturmuşum, ne varmış memurlukta herkes sabah gidip akşam geliyormuş o da sevmiyormuş yaptığı işi ne olmuş yani. Başka ne iş yapacakmışım, ne istiyorsam gidip yapsaymışım iş olarak. Ama tabi ben girişken değilmişim, ağzım laf yapmıyormuş, azıcık işimi bilir olsaymışım nerelere gelirmişim. (Ben sustukça) Ne yapmayı düşünüyormuşum, gidip bu yaştan sonra okul mu okuyacakmışım, öyle birşeyler varsa kafamda saçmalamayacakmışım. Herkes hayatını kurmuş, ben ne yapacakmışım.
Araba durduğu anda kapıyı açıp eve koşturdum. Arkamdan koştu, yakalamaya çalıştı. Eve çıktık, odama gittim. Yemek yiyip, onlar oturana kadar rahat bıraktı. Sonra odama gelip yeniden başladı. Çok fırsat varmış şu an bulunduğum yerde, niye şuraya başvur muyormuşum, her şeye hemen baştan bir kulp bulup denemiyormuşum. Yemin ederim çıldırmak üzereydim, ağlamak istemiyorum gene önünde ama tutabilecek gibi değildim artık kendimi. En son eh tabi kolaya kaçıyorsun, mühendisliktense arkeoloji istiyorsun, arkeoloji tabi oku oku geç kolay bir şey dedikten sonra kendimi saldım. Hem boğulurcasına ağladım hem de bağırmaya başladım sen benden olmadığım biri olmamı istiyorsun, sen beni zerre kadar tanımıyorsun, ben o düşündüğün süper akıllı süper başarılı kardeş değilim, senin yapamadıklarını ben yapmak zorunda değilim diye. Ben ağlayınca dayanamadı tabi, yelkenleri indirdi ve daha kötüsüne girişti - duygu sömürüsü. Benim aklım yoktu yapamadım sen değerlendirden tutun da, ben kardeşimi biliyorum ve ona güveniyorum keşke sen de benim kadar güvensen kendineye kadar. Çıldırmamak içten bile değil emin olun.
O geceyi atlatmış olabilirim belki ama salı gününe saklıyormuşum kendimi. Salı sabahı bir rüyadan uyandım sabaha. Uzunca bir aradan sonra yine Tom'u gördüm rüyamda. Oysa bitmişti, artık görmüyordum, hatta bakın en son da yazmışım buraya "Düşler, Kabuslar" diye 3 kasımda. O rüyadan bu yana yoktu Tom. İyiydim. Ama salı sabahı bir uyandım, aklımda henüz fırladığım rüyanın karman çorman detayları. Bir arkadaşımızın evindeydik bu sefer de. Normalde o arkadaşın evine gittim biliyorum nasıl olduğunu yani ama o ev değildi rüyamdaki. Böyle uyuşuk yaz günlerinde tüm pencereler açılmış, balkon kapısından cırcır böceklerinin ve toprağı taşı herşeyi kavuran güneşin ıssız sesi duyulur ya, herkes mayışmış bir köşede kendi kendine durur, akşam olsa da kendimize gelsek diye vakit öldürür. İşte tam öyle bir atmosferde ev, biz niye gitmişiz o eve bilmiyorum. Arkadaşın odasında iki tane yatak iki duvara karşılıklı konmuş ama biz üçümüz - Tom, ben ve evin sahibi arkadaşımız - o iki yatağın arasındaki boşluğa, yere birer bez atmışız yan yana, uyumaya çalışıyoruz. İçerde, salonda, ne hikmetse annemle babam iki kanepeye uzanmış, böyle sıcaktan kendilerinden geçmişler, uyukluyorlar. Ve salondaki yemek masasında tonlarca yemek var, çocukluğumdaki doğumgünleri gibi, masanın üstüne börekler kekler yemekler çeşit çeşit ağız sulandırıcı şey var ve masa hazır, tabaklar kaşıklar çatallar herşey tamam. Öylece bekliyor masa. Biz odada yerdeki ufacık alana sığışmaya çalışıyoruz. O kadar sıcak ki bir türlü yerleşip rahat edemiyoruz. Terliyorum, başım ağrıyor. Arkadaş sonunda kaldırıyor bezini içeri gidiyor, nereye bilmiyorum. Biz Tom'la yeniden yer kapmaya uğraşıyoruz, ben çekiyorum bezimi o hareket etmiyor, ettiremiyorum zaten ağır kendisi yeterince. İttiriyorum, bir çekil dur şöyle diyorum ama o uyku sersemi, gözünü bile açamıyor, bir baygın böyle. Zor dönüyor bir taraftan öbür tarafa. O kadar yoruluyorum ki nefes alamıyorum artık, çok bıkkınım derken uyandım. Kan ter içindeyim, kalkıp işe gitmem gerekiyordu zaten.
Gittim işe doğal olarak. Akşam çıkma saatime gelene kadar pek birşey yoktu ama tam çıkacakken aynı konuya baktıklarımdan biri tüm gün yaptığı bir çalışmanın bitmek üzere olduğunu iki dakikalık bir işi kaldığını söyledi, hemen göz kulak olabilir miymişim. Tabi demek üzereyken ben daha, o çıktı. Gittim, göz kulak olmam gereken çalışmanın başında durdum bir firmadan gelen amcayla birlikte. Ama o iş iki dakika sürmedi, bitmedi, servisi kaçırdım. Saatler sonraki ek servise de koşarak zor yetiştim. Attım kendimi servise, telefonumu açtım ve mesajlar gelmeye başladı. İşten çıkınca yanımıza gel diyen bir mesaj. Arkadaşlarım çağırıyordu, hem de uzak bir yerde oturup da iki haftalığına gelen bir arkadaşımı bir süreliğine son görüşüm olabilecekti. O anda servisten atlamam gerekiyordu belki ama yapamadım. Çok istedim ama yüzümde bembeyaz sivilceler, üstüm başım dağılmış, acilen duş almam gerekir halde insan içine çıkamazdım. Mutsuzdum zaten işten saatlerce geç çıktığım için, o mesajı o saatte almış olduğum için, hayat için herşey için. İnmedim servisten. Gelmeyeceğim ben dedim onlara. Haftanın geri kalanında da zaten deliler gibi çalıştım, her akşam zor yetiştim servise, tüm gün kafamı kaldıramadım işyerinde, hatta en son cuma günü de çıkamıyordum geçe kalacaktım zor yırttım.
Eve gittiğimde ölmüş haldeydim, serviste yol boyu ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Çaylarımızı içerken alt kattakilerin ve üst kattakilerin senkronize bir şekilde yaptıkları gürültü beynime beynime vuruyordu. İçimde öyle bir sinir büyüdü ki oturduğum yerde bağırmaya başladım. "Biz bunları çekmek zorunda mıyız? Ölsünler, gebersinler, yok olsunlar dünya üstünden! Ölsünler istiyorum, ölsünler, yansınlar, tüm kemikleri kırılsın, mahvolsunlar!" diye bağırıyordum. Annemler ne yapacaklarını şaşırdı, babam deme öyle kötü şeyler deme deyip durdu ama ben daha da çok bağırdım. Biz niye gitmiyoruz bu evden, gidemiyoruz paramız yok, taşınamıyoruz, ölelim biz diye devam ettim. Babam tamam taşınacağız bulacağım hemen bir çatı katında hiç gürültü olmayacak gideceğiz diye beni ikna etmeye çalıştı. Ben de ağlamaya başladım. Hayır taşınamayız, paramız yok, benim biriktirdiklerimle zor toparladınız zaten durumu nereye taşınıyoruz diye söylendim de söylendim. Delireceğimi düşündüm o an, elime silahı alıp önce üsttekiler sonra alttakileri kurşuna dizebilirdim. Babam anlamıştı aslında neyim olduğunu, merak etme neyi istiyorsan yapabilirsin seni destekliyoruz dedi ama ben ağlamaya devam ettim.
Odama attım kendimi, ağlamaktan nefesim tıkanmış halde. Bu sefer de babamları çok üzdüm diye ağlamaya devam ettim boğulurcasına. Onlara bunu yapmaya ne hakkım var, neyim var benim böyle diye. Hakikaten neyim var benim? Delireceğimi hissediyorum, hatta delirdiğimi. Önce deliriyorum sonra durup kendime dışarıdan bakıyormuşum gibi oluyor, ne yapıyorum ben diyorum. Uzunca bir süredir bu böyle, beni bir arada tutan iplerin arada çözüldüğünü görüyorum, engel olamıyorum. İki hafta üç hafta tutabilsem kendimi sonraki hafta çözülüyorum, ruh halimi dengede tutamıyorum. İki hafta çok iyiysem, telefonlara bakıyor, mesajlara cevap veriyor, mailler atıyorsam üçüncü hafta tamamen delirmiş oluyorum. Hiç kimseyi istemiyorum, kimseyle konuşmak istemiyorum. Kaçıp gitmek istiyorum uzaklara, kimsenin beni tanımadığı, benim kimseyi tanımadığım bir yere. Oraya yerleşip yeni bir hayata başlamak istiyorum, tüm yakınlarımdan tanıdıklarımdan kurtulmak istiyorum. Sonra biraz düzeliyor tabi, düzeltiyorum kendimi, ruh halimi. Ama işte bir süreliğine, yine bir yerde kayışı koparmak üzere.
Ben de normal olmak istiyorum artık. Mutlu olmak istiyorum.

3 Kasım 2012 Cumartesi

düşler,kabuslar


Bayramdan önceki iki hafta boyunca her gece, sektirmeden, kabus gördüm. Her gece en kötüsünden bir tane kabusumu görüp, sabaha karşı hava daha aydınlanmamışken çoğu zaman ağlayarak, diğer zamanlarda ise titreyerek uyandım. Kalkmama hep bir ya da iki saat oluyordu ve zaten benim uykuya dalmam bir saati bulur normalde. Gözümü kapadığımda kabusumdan kalan ufak ufak görüntülerle boğuşarak yatakta telefonun alarmı çalana kadar bekledim o iki hafta boyunca. Bayramla - ve dolayısıyla tatille - birlikte kabuslar da bitti. Bitmişti yani, geçen gece yeniden buluşana dek.
Yarı karanlık bir havada, bir arkadaşımın evindeydim. Gerçekten evi değildi tabi, rüyamdaki eviydi. Bir evdeydik ve onun eviydi, rüyadaki benim kafamdaki bilgi böyleydi. Tabi arkadaşım da değildi, hiçbirini tanımıyorum normalde, rüyada öyleydi. Karşımızdaki duvar olduğu gibi pencereyle kaplıydı ve biz yerde oturuyorduk. Karşımızda televizyon vardı galiba. Ben sol yanımda oturan arkadaşıma yaslanmıştım, sağ yanımdaki de bana. Eğleniyorduk, iyiydik yani. Gene de kamera filtresinden filmin gerilim olduğunu bir şekilde anlarsınız ya, o atmosferdeydi herşey. Sonra birden önümüzdeki camdan dışarısını gördük, sarımsı çok parlak bir ışık oldu, her yer aydınlandı. Ve o anda hepimiz anladık, herşeyin sonu gelmişti. Herşey bitecekti, dünyanın, hayatın, evrenin artık bu her neyse bunun sonu gelmişti. O anda içimdeki karanlığı, endişeyi, korkuyu tarif etmem imkansız. Birden bire herşeyin bittiğini anladığınızı düşünsenize. Delirecek gibi oluyorsunuz ama deliremiyorsunuz, bilinciniz yerinde ve elinizden hiçbir şey gelmediğinin farkında oluyorsunuz. Ben o haldeyken sağımdaki arkadaşım delirdi. Öyle saçmasapan bir şekilde gülmeye, sırıtmaya başladı. Onu korkuyla üstümden attım. Aklıma ilk gelen şey annem oldu. Annem ve babama ulaşmalıydım, annem çok korkardı çünkü. Onlar bizim evimizdeydi ve aramızda kilometreler vardı. Nihai sona kadar ne kadar vaktimiz kaldığını bilmiyordum, her şey bitmeden onları bulmak, her şey sona ererken onlarla olmak zorundaydım. Telefonuma baktım hemen, hatlar gitmişti. Dışarı koştum, yollarda arabalar da duruyordu. Herşey hemen nasıl bu hale gelir ki diye daha da korkmaya başladım. Bir o kadar da çaresizdim, annemi hemen bulmazsam korkudan mahvolurdu o.
Sonra bir anda nasıl olduysa yanımda bu sefer başka iki arkadaşımla - bu sefer gerçekten tanıdığım insanlar - yoldaydım. O kıyamet senaryosunun ortasında, üçümüz de bulunduğumuz yerden kıyamet koptuğunda olmak istediğimiz yere doğru gitmeye çalışıyorduk. Ben annemlerin yanına ulaşmaya çalışıyordum, bu yolda da birbirimize yardım ediyorduk. Çünkü dedim ya, kıyametten günler, belki de saatler öncesi dünyası burası. Bu aşamada belirtmem gereken, belki hatırlayanlarınız olacaktır önceki rüyalarımdan, yanımdakilerden biri Tom'du (evet aylardan sonra yine rüyamda yer bulmuş kendine). Yolda bir ara duraklamaya karar verdik, bir otele girdik. Otel dediysem olsa olsa pansiyon işte. Böyle kutu gibi bir odada, odanın hepsini kaplayan ufacık bir yatağa gücümüz yetti. Üçümüz odaya girdik, ayakta duracak yerimiz bile yoktu. Yalnız daha önce dedim ya, bu kıyamet olayının insanlar üzerinde değişik etkileri oluyordu. O ana kadar en az benim kadar korkmuş olan arkadaşlarıma birşeyler oldu. Tom, diğer arkadaşımın boğazına yapıştı, onu boğmaya başladı. Tom yatağın üstünde, boğmaya çalıştığı arkadaşım yerde, Tom'un iki eli onu boğazında ve ben deliler gibi bağırıyorum. "Bırak onu bırak yapma ne yapıyorsun dur!" diye. Tom'un gözleri delilikten yerlerinden fırlayacak gibiydi, bense aklımı oynatacaktım. Sonunda bıraktı onu, sakinleşti. Odanın kapısı çalındı, yeni birileri gelmişti odayı boşaltmak zorundaydık. Zaten bizden şüpheleniyorlardı, neden bilmiyorum. Herhalde onlar kıyamet kopacak olmasına rağmen gayet normallerken biz korkmuş, endişe içinde ve paranoyakça davrandığımız için. Odadan çıkıp merdivenleri indik ve ben uyandım.
Neden bu haldeyim bilmiyorum. Gerçekten mutsuzum, umutsuzum ama böyle her gece üstüne bir de kabus görmeye dayanamam artık.

23 Eylül 2012 Pazar

labirentten terry'nin gidişine

Uzun bir aradan sonra ilk defa rüya gördüm bu sabah. Genelde olduğu gibi bunda da önce dışarıdan izleyendim sonradan kendimi rüyanın esas kahramanı olarak buldum.
İlk başta Harry Potter ve Ateş Kadehi'ndeki Üç Büyücü Turnuvası'nda olduğu gibi bir labirentte yolunu bulmaya çalışan-yarışan birileri vardı. Sonra yarış ilerledikçe bir kızın yolu labirentin içinde bir çıkmaz yola geldi. Daha doğrusu orası yolun sonu olmalıydı, labirentin çıkışını bulmuş olmalıydı ama o noktada bir çıkış yoktu. Onun yerinde ahşap bir duvarda, dar bir merdivenin basamakları ve basamakların sonlandığı en üst noktada birkaç raf. Bunları gördüğü anda kız, ben rüyanın içine daldım. Birden kendimi onun yerinde buldum. Artık yarışan da çıkışı arayan da bendim. Durup şaşırdım, napacaktım? Basamakları çıkıp, rafların en üstünü elimle yokladım. Belki bir çıkış yolu, bir kol, gizli bir geçide açılan birşey vardır umuduyla. Bu yarı karanlık dehlizde, rafların en üstünde elime kitaplar geldi. Biraz daha kaldırdım kendimi, oraya bakmaya çalıştım. 9-10 tane kitap. Hepsi de Can Yayınları'nın bu beyaz zemin üzerine bir çerçeve içinde resimler olan sade tasarımları var ya, onlardan gibiydi. İsimlerini okudum bir bakışta, bunun anlamı ne dedim kendi kendime. O anda şeyi de öğrendim, bu labirentte Açlık Oyunları'ndaki gibi bizi izliyorlardı. Düşüncelerimi bile duyabiliyorlardı. Hatta onlar da düşüncelerini duyurabiliyorlardı bana.


Daha da ilginci o sırada olay labirentten ve yarıştan daha tuhaf bir şeye evrildi. Orada, o dehlizde, o kitaplarla çözmeye çalıştığım şey Terry'nin nereye gittiği, neden gittiği, bunun başımıza neden geldiğiydi. Bunun derken kastettiğim şey Terry ile Candy'nin ahırda yakalandıkları ve Candy'nin yıkık kuleye kilitlendiği gecenin kimi eseri olduğu. Alın buradan yakın. Olay birden buna dönmüş oldu, ben de Candy oldum. En tuhafı dışarıdan, tepeden artık nereden izleniyorsa oradan beni izleyen de başrahibe olmuş oldu. Ama Candy'deki gibi kötü değildi rahibe, sert görünüp, benden yanaydı, yardım etmeye çalışıyordu düşünceleriyle. Anlamamı sağlamaya, cevapları bulmamı sağlamaya çalışıyordu. Kitaplara baktım ben de bir kez daha, sonra kafamın içinde rahibenin sesini duydum, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Anladığımı sandım, elimi kitapların olduğu üst tarafa kaldırıp masanın üstünü süpürür gibi kitapları süpürdüm ordan. Hepsi yere düştü, düşerken de öyle dağınık düşmedi. Yerde belli bir düzende, hepsinin kapağı yukarı gelecek şekilde, iskambil kağıtlarıymışçasına durdu kitaplar. Basamakta olduğum yerde durup, yerdeki kitaplara bakakaldım öylece. İsimleri mi birşeyler anlatmaya çalışıyordu yoksa diye tek tek aklıma kazımaya çalıştım ama boşunaydı. Normalde bile bunu aklımda tutamayacağımı biliyordum. Sinirlendim, neden bu kitaplar diye bağırdım içimden. Ne olmuştu o gece, nereye gitmişti şimdi Terry, neden bırakıp gitmişti beni? Kitapları tekmelemeye başladım. Sonra yine rahibenin sesini duydum kafamda, "Inside in, Outside out" diyordu. Ne saçma dedim, bunlar anlamsız hiçbir şey anlamadım ben. Beynim tekrar etmeye devam etti sözcükleri. Sözcükler habire beynimdeyken gözümün önüne görüntüler gelmeye başladı. O geceye dair şeyler görüyordum, ama o gece görmediğim şeyler görüyordum. Uzaktan yıldırımların gökyüzünü aydınlattığı bahçeyi, açılan bir kapıdan Terry'nin gidişini ve kuleyi görüyordum. Anlamaya çalıştım, cevap oradaydı, gözümün önündeydi ama göremiyordum, inside in outside out deyip duruyordum kendi kendime.
Uyandım sonra. Kitapların isimlerini hatırlamaya çalıştım ama nafile. Bu aralar çok stres altındayım galiba.

3 Mart 2012 Cumartesi

Tabaklar çanaklar ile kulübeme gelen Darth Maul

Geçtiğimiz son iki haftadır birer gece arkadaşım Cey'de (hani Yaşlı Adam ve Deniz'i yazan) kaldım. Hani şu geleneği biliyorsunuzdur, ilk defa yatıya kaldığın bir evde yastığının altına evin anahtarını koyup yatarsan rüyanda gördüğün kişi, evleneceğin insan olur. muş yani, öyle denir. Ben hiç denemedim. Sanırım sırf bu yüzden evlenemeyeceğim :p
Arkadaşımın evine milyonuncu kez falan gitmiş oluyorum, üniversite yıllarımızı temelde onun odasında geçirdik gibi birşey. O yüzden bu geleneğin durumumla alakası yok, aklıma geldi işte. Neyse ben gene de rüya gördüm orda kaldığım gece, geçende. Normalde çok sık rüya görmüyorum (biliyorsunuz, çünkü her defasında buraya yazıyorum.). Genelde gördüğüm rüyalarda olduğu gibi bunda da geçişleri belirsiz olan parçalı rüyalar gördüm.
Önce kendimi büyükçe bir evde buldum. Yanımda Cey vardı. Gayet zengin ve yaşlı bir çiftin eviydi, çift tatile gittiğinden orada değildi ve biz de bunu fırsat bilip, hep görmek istediğimiz evi incelemeye başlamıştık. Nedense mutfağa girdik ve her bir dolabı, rafı inceledik. Hatta sandalye çekip, üstüne çıktım ve tek tek raftaki tabaklara, fincan altlıklarına dokundum, inceledim, evirdim çevirdim. Hakikaten ilginçlerdi ama. Böyle bir altlık düşünün normal, tam daire. Sonra o dairenin dış noktasından bir yerinden merkezine doğru yarıçap gibi bir kesik yaptığınızı hayal edin. O kesiğin bir tarafını yukarı kaldırın ve öyle sabitleyin. Hıh işte tam o şekilde porselenler falan vardı.
Mutfaktaki bu didik didik incelememin ardından evin üst katına çıktık. Her yer kitap rafıydı. Bir sürü kitap, bir dolu raf. Güzelce de aydınlatılmıştı. Dolaşmaya başladık. Ben burda bir tuhaflık var ama diyorum içimden. Bir türlü bulamıyorum ne olduğunu. İlerledikçe elektronik aletler, dvdler falan belirmeye başladı raflarda. Oyuncaklar, kırtasiye malzemeleri. Yuh dedim burası bildiğimiz D&R değil mi? Ama evin üst katıydı işte. İşin kötüsü rüya ilerlemeye başladıkça içeride insanlar da belirmeye başladı. Normal, mağazayı dolaşan insanlar. Allah allah demeye başladım, neler oluyor. Bir rafa geldik o ara. Böyle telden bükülüp, dolandırılarak gözlük yapmışlardı. Böyle arkadan gerilim filmi müziği hissetmeye başladım, aman yarabbi bu Harry Potter gözlüğü değil mi, burada ne arıyor dedim. Korkulu gözlerle etrafımıza bakınmaya başladık. Ufak çocuklar geçti yanımızdan.
Ve hoop, ufak bir evdeydim. Böyle şehir dışındaki az bitki örtüsüne sahip bir yerde, yolun kenarında ufak, kulübe tarzı bir ev. Hani filmlerde gördüğümüz, mutfaktaki lavabonun önündeki pencereden dışarıyı, yolu gördüklerimizden. Sıcaktı, yazdı, tozlar uçuşuyordu. Birini sinirli sinirli, acele ederek evden çıkmaya çalıştığını anladım. Genç bir adam, ne uzun ne kısa, saçları 3 numara, kendisi ince ama çelimsiz değildi (The O.C.'deki Kevin Volchok ile One Tree Hill'deki Xavier karışımı desem aynen çizmiş olurum). Küçük erkek kardeşimmiş meğerse (gerçekte abisi olan bir insan için ilginç bir bilinçaltı), Darth Vader'ın kötü birşey yaptığını - ya da en azından bize zararı olan birşey yaptığını öğrenmiş ve o hışımla evden fırlamaya çalışıyordu. Evet Darth Vader, o kadar takılmayın.
Aynen böyle, Volchok tarzı.
Neyse işte ben de ona "dur yapma gitme, bak seni de kendine benzetir, seni ele geçirir!" diye bağırıyorum, bir yandan da yetişmeye çalışıyorum. Ben durduramadan deli gibi kapıyı çarparak çıktı kardeşim, mutfak penceresinden eski kamyonet tarzı arabayla yoldaki tozları birbirine katarak uzaklaştığını gördüm. Aradan çok süre geçmedi (ya da rüya "timeline"ında fark edemedim) arabanın geri döndüğünü gördüm. Korkarak evin dışına çıktım. Arabanın ön kapısı açıldı ve içinde şu Phantom Menace'deki Darth Maul oturuyordu. "Hayır hayır olamaz onu ele geçirmiş!" diye bağırmaya başlamıştım ki kardeşim üstündeki o Darth Maul görünümünü plastik gibi yırtmaya başladı. Kalıp şeklinde çıkan şeyin altından kardeşim göründü. "Benim merak etme beni ele geçiremedi, sadece onu kandırdım." gibi birşeyler söyledi. Herhalde Darth Vader'ı yenmiş, intikamımızı almıştı, tam öğrenemedim çünkü başka bir yere atladı rüya.
Başka bir yer değil de tam olarak, yine o küçük evdeydim, başka bir duruma atladım. Bilgisayar başındaydım. Paolo Nutini Anadolu turnesine çıkıyor diye bir haber bulmuştum. Bir sürü şehir vardı listesinde, ben çığlık çığlığa evin içinde koşturmaya ve "geliyor!geliyor!" diye bağırmaya başladım.
Tam "nasıl yani, Anadolu turnesi mi, Malatya'ya falan gidiyor da Ankara'ya gelmiyor mu neler oluyor be" diye düşünmeye başlamışken Cey uyandırmaya geldi.
Limonlu kek yiyerek, Bridesmaids izleyip yattıktan sonra böyle rüyalar görülüyormuş. Güç sizinle olsun.

26 Aralık 2011 Pazartesi

"Shall we call this a lesson learned?"

Şimdi ben arada böyle rüya görüyorum ya, bir de anlatıyorum hani saçmalıklarına müteakip. Daha önce bahsetmiştim o yüzden hatırlarsanız, böyle düzenli aralıklarla Tom'u görürüm diye. Tom dediğim de bir nevi kod ad, demiştim hani. Kendisi kanlı, canlı bir insan.
Haftasonu gene çıktı karşıma. Rüyada. Uzunca bir masada yemek yenecekti böyle bir Son Akşam Yemeği havasında. Böyle bildiğiniz loş bir ortam. Sanki kafe değil de yerin dibi. Girdim içeri, böyle gördüklerimle sırasıyla merhabalaşıp, öpüşüp sarılırken sıra bizim Tom'a geldi. Gelmiş yani, farkında değildim onun orada olduğunun. Uzun zamandır görmüyordum rüyamda. İşin tuhaf yanı rüyada olduğumu da hep biliyor olmam bir yandan. Bu yüzden de düşünüyordum o sırada, alla alla bunun ne işi var burada diye. Sonra bir süre yemek falan yedik işte, muhabbet falan. Birşeyler oldu tabi ama hatırlayamıyorum tam. Tek net hatırladığım şey habire niye bu burada ya, gene gördüm nerden çıktı bu gene diye düşünüyor olmamdı. Sonra tuvalete gitmek için kalktım yerimden, bu sefer yine bir süredir görmediğim (gerçek hayatta da görmediğim) bir arkadaşımla gittik tuvalete (evet efendim kızlar tuvalete hep birlikte giderler, öyle manasız-içgüdüsel bir kuraldır bu). Tuvaletin de tavşan deliği gibi bir küçük bir girişi vardı ana girişinin yanında. Böyle duvarda, su borularının yanından ilerleyince bulunabilen. Evet bir miktar da "Chamber of Secrets" teması taşımıyor değildi. Nerden gireceğimi ne yöne gideceğimi şaşırdım durdum. Bir süre tuvalette oyalandık böyle sanki bir olayı çözmeye çalışıyor gibi. Artık tuvalette ne olayı varsa.
İşin bana tuhaf gelen yanı - ki bu adıma kadar tuhaf değildi yani - bu genellikle Tom'u gördüğüm rüyalardan sonra baya bir sarsılmış uyanırım. Böyle içimde tarif edemediğim şeyler olur. Kendime kızarım, bir yandan çok mutlu olmuşumdur, bir yandan niye gördüm gene, düşünüyor muyum gene diye dövünürüm. "Düm" . Dövünürdüm yani. Bu sefer sadece uyandım ve bıkkındım. Peh dedim. Amaan dedim. Tamam gene bir miktar, belli bir miktar mutluluk verdi içime, vermedi değil. Ama eskisi gibi değildi. O hayatımı, aklımı başımı alt üst ettiği zamanlardaki gibi değildi. İnsan herşeyin üstesinden gelebiliyormuş yani. Bunu gayet somut bir şekilde yaşamış oldum. Bazı insanlar ömür boyunca sizinle olabilecek olabilir. Olacaklardır da, siz isteseniz de istemeseniz de. İçinizde bir yerde, başka hiç bir şeyin etkileyemeyeceği bir yerde durmaya, yumuşak noktanız olmaya devam edecekler. Önemli olan onları ordan çıkarmaya uğraşmamanız gerektiği. Çıkarmaya çabalamayın, çıkmıyorlar çünkü. Çıkmaları da gerekmiyor sizin hayatınıza devam edebilmeniz için. Sadece bunu kabullenmeniz gerekiyor. Hep orda, sizinle olacaklarını kabullenmeniz. Bunu anladığınızda, onlarla - içinizdekilerle -  yaşamayı öğrendiğinizde herşey halloluyor. Tamam yine acıtıyor arada, hafifçe sersemletiyor da. Ama çarpmıyor, vurmuyor, yere çalmıyor. Sadece odasını değiştirmiş oluyorsunuz kabullenince. Aa Tom, sen oraya mı geçtin, iyi iyi, rahatsındır inşallah, ben de rahatım böyle. Diyorsunuz.
Neyse, onu demek istedim işte gece gece. Bir yıl konuşmadan durabilirim, kimseye birşey anlatmaya çalışmam, hiç bir insan yüzü görmesem bile bana mısın demem. Ama yazmazsam, oturup iki cümle kurmazsam boğulacak gibi oluyorum da, ondan.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Rupert Grint'li, bebekli, reddedilişli rüyalar

Böyle anlatıyorum, anlatıyorum şöyle rüya gördüm böyle rüya gördüm diye ama yanlış anlamayın. Öyle çok rüya gören bir insan değilim. Genellikle bomboş uyurum. Sadece böyle arada, artık kendine göre sebep bulan aklım bir şeyler gösterir, ben de izlerim.
Birkaç gün önce gördüğümden bahsedeyim önce. Daha bu Pottermore'a giriş mektubum gelmemişti, bekleme halindeydim. Rüyamda yanımda iki arkadaşımla birlikte - rüya arkadaşları yine, tanımıyorum yoksa - bir alışveriş merkezindeydim. Ama o her zamanki ışıl ışıl, elektrik dolu görüntüde değildi bu AVM. Loştu, yarı karanlıktı. Etrafta çok insan yoktu, hatta hemen hemen hiç insan yoktu ama çocuklar vardı. Ara ara görünüp, kayboluyorlardı. Biz de yürüyorduk öyle amaçsız. Sonra bir bebek buldum ben. Normal, insan evladı işte. Kaybolmuş gibiydi, annesi babasından ayrı kalmış herhalde diye düşündüm. Kucağıma alıp, ailesini bulayım dedim. Bebek kucağımda oralarda öylece dolaşmaya başladım. Bebek de bu arada hiç ağlayan sızlayan kusan bebeklerden değildi. Sevimliydi, usluydu, iyiydi yani.
Ben öyle dolanırken Rupert Grint'e rastladım. Beni görünce durup, muhabbet etmeye, kucağımdaki bebekle oynamaya başladı. Üstünde bir tişört vardı giydiği, onu çıkarıp benim bebeğe verdi. Tişörtün üstünde de "Bugün benim doğumgünüm. Doğum günüm kutlu olsun." yazıyordu. Rupert'ın üstünde gördüğüm tişört iki saniye sonra bebeğin üstündeydi ve cuk diye oturmuştu yani. O arada kafamda ufak bir şaşırma oldu, olmadı desem yalan olur. Birşeylerden şüpheleniyordum ki, o bölümden uyandım.
Dün gece içinde bulunduğum rüya ise sinir bozucuydu. Yine yanımda iki kişi var (Bu 3'e tamamlama huyumu da anlayamadım. Nedir yani kutsal üçleme, kitap üçlemesi, film üçlemesi, baba-oğul-kutsal ruh mu, tövbe tövbe.). Biri uzun ince bir erkek, diğeri de kim olsa beğenirsiniz : Şu Kavak Yelleri'ndeki Halil tiplemesi var ya, kıvırcık saçlı, ufak tefek, işte o. İkisi de arkadaşımmış bunların ve kapısı direkt dışarıya açılan tek göz oda bir evdeyiz. Uzun tip bilgisayarın başında ayakta birşeyler yapıyordu. Halil de yatağın bir kenarında oturmuş, çerçöp birşeylerle uğraşıyordu. Ha bir de beni sinir ediyordu anladığım kadarıyla. Ben de yatağın üstünde oturuyorum. İçeri bir incik boncukcu geldi o ara. Bakındık birkaç şeye. Bunlar illa al al ısrar ettiler. Bir sürü kolye, bileklik, boncuk falan aldım. Hepsini yatağın üstüne yığdık. Aradan birkaç tane beğendiğim var mı diye bakıp, denemeye çalışıyorum bileğime falan geçirip. Ama hiçbiri beğendiğim şeyler değil. Muhabbet de ediyoruz bu arada. Bunlar bana diyorlar ki "neden onu da çağırmıyorsun, arasana. Söylesene, biliyor mu o?". Sinirleniyorum, "ya saçmalamayın söylemem işte, niye arayacakmışım" diye söyleniyordum. Yere oturduk Halil'le, sırtımıza yatağa yaslayarak. Elimizde iskambil kartları vardı.
Belirli birşey oynamıyorduk, karıştırıyorduk daha çok. Bu ikide birde gıcık etmek için bana sırnaşıyordu. Sonunda bunlar birbirlerini gaza getirdiler, önce Halil çevirdi numarayı telefondan. Bu sırada ben ha bir gayret o boncuklu bileklikleri denemey çalışıyorum. Ama mutlaka kopuyorlar ve o incecik boncuklar pıtır pıtır dökülmeye başlıyordu. Sinirim daha da arttı tabi. Uzun olan giriş konuşmasını yaptı, sonra öbürüne verdi. Öbürü de telefondakine - ki bu telefondaki de bizim Tom, daha önce anlatmıştım hani - "niye gelmiyorsun, buraya gelsene, bak senin hakkında böyle böyle hissediyor, şöyle düşünüyor, şunu istiyor" falan diye ne var ne yoksa anlattı. Beynimden vurulmuşa döndüm, telefonu elinden nasıl alırım diye odada dört döndüm. Bir yandan da Halil'e bağırıyorum, "aldırdın bana bu şeyleri, hepsi kopuyor, ortalık boncuk oldu, hepsi senin suçun" diye. Sonra telefonu Halil aldı gene eline, Tom ona birşeyler dedi. Söylediklerini iletti Halil Tom'un. "Ama o seni sevmiyormuş ki, gelemezmiş. Üzüldü bak, keşke sevsem dedi ama işi de varmış, gelmiyormuş." Üzüldüm ben tabi, üzüntüden de fazla utandım. O an öyle onlara olan sinirim bile kalmadı. Sadece yatağın üstünde öylece oturdum kaldım. Boncuklar vardı her yanda. Sonra da uyandım işte.
Şimdi düşünüyorum da, üçlüden en çok Harry'yi severim. Bebekleri kucağıma alma huyum yoktur. Kavak Yelleri izleyicisi değilim. Bileklikler hakkaten hiç benim tarzım değildi. Ama Tom meselesini bilemiyorum.

12 Ağustos 2011 Cuma

"Dream, are you a Dreamer?"

Şu ara rüyaların içinde kaybolmaya devam ediyorum. Büyük ihtimalle çok fazla bölük pörçük uyuduğumdan falan. Ya da kafamda bir türlü yüzeye çıkmalarına izin vermediğim, ama içten içe çok büyük stres kaynağı olabilecek düşünceler mevcut. Evet öyle. Ben sadece yokmuşlar gibi davranıyorum.
İşte böyle davranınca da rüyalara vuruyor aklım. Sırasıyla pek maceralı şeyler gördüm bu hafta. Önceki gece bir kafedeydim. Bu rüyamın görüntüleri siyah beyaz bu arada onu da baştan söyleyeyim. Sanki film içinde flash-back görüyorum havasında. Neyse efendim, bu kafede böyle arkadaşlarımla oturuyormuşum. Kim onlar tanıdığımdan değil, sadece öyleymiş işte. Ama hava sanki böyle hafif bir serin, rüzgarlı, üstlerimizde sıkı sıkı  sarındığımız ince ceketler var. Bir ara sıkıldım herhalde o arkadaşlarım dediklerimden, kalkıp kafenin üstü açık kısmına çıktım. Bir nevi teras da diyebiliriz. Hemen bir kuytu duvar arası bulup, sırtımı yaslayıp, önüme bakmaya başladım. Bu arada şey geldi, hımm, biz ona "Tom" diyelim. Hem bu vesileyle bu "Tom" mevzuunu da açıklamış olayım, zira bundan sonra bolca çıkabilir rüya anlatımlarımda. Bu Tom, belirli aralıklarla rüyalarımda kendine yer bulur. Misal, tam birşeye karar veririm, pat rüyama girer, o kararımın tamamen yanlış olduğunu hissettirip, karman çorman düşüncelerle bırakır ortada beni. Ya da uzun bir süre görmem kendisini rüyamda, tamamen aklımdan çıkar gider, ama sonra bir gün gene pat rüyama girer, haydee olurum, demek ki hala orda bir yerlerdeymiş derim (hayır, şizofren değilim. sadece rüya görüyorum ;) ).
Neyse işte bu Tom da kalkıp içerden yanıma geldi. Benimle aynı kuytuya sığışıp, o da aynı şekilde durmaya başladı. Gelmesi beni bir şekilde rahatlattı. Başımı omzuna yasladım. Ve resmen o kısacık birkaç saniye boyunca hayatımda şu son dönemlerde hissetmediğim kadar rahatlamış, huzurlu, mutlu hissettim. Evet, bildiğiniz huzurlu. Sanki üzerimdeki tüm yük, tüm endişeler, tüm düşünceler o birkaç saniye için benden uçtu gitti. Derin bir nefes aldım ve o anda çat! İçerideki arkadaşlarımdan bir tanesi, böyle çok neşeli bir tanesi önümüzde bitiverdi. Ben kafamı kaldırdım omuzundan ve huzur da geldiği hızda yok oldu. Çok sinirlendim o an, çatlayacaktım sinirden ki uyandım.
resim burdan : photo dictionary
Dün gece de yeni evli bir arkadaşımın evinde kaldım ilk defa. Saçmasapan bir yağmur-gökgürültüsü-şimşek durumu vardı tüm akşam ve gece. Tüm o fırtına içinde, onların küçük oturma odalarında güç bela uykuya daldım. Gene Tom'laydım. Ama bu sefer nerde olduğunu bilemediğim bir yerde, açık havada bir merdivene tırmanıyorduk. Parlak gümüş renkli, metalden bir merdiven. El ele tutuşmuş tırmandık uzunca bir süre. Neden tırmandığımızı da bilemedim ya neyse. En sonunda tepesine vardık. Tepede ufak kare bir platform yapılmıştı merdivenle aynı malzemeden. Platformun diğer yanında da bu kez aşağı inmek için ikişer ikişer birleştirilmiş 4 metal çubuk vardı. Öyle bir düzenek ki, o çubukların iki yanından tutunup ayaklarınızı yerleştiriyorsunuz, ikisini de kavrayan başka bir parça yer alıyor çubukların ortasında-ondan da iki elinizle tutunup, kendinizi aşağıya doğru dikine kaymaya bırakıyorsunuz. Böyle karmaşık oldu farkındayım. Şöyle diyeyim: Ağaçlara tırmandığımız tahta merdivenin metalini düşünün. Sonra onun arasındaki o basamak niyetine konan yatay parçaların olmadığını ve elinizdeki tek bir yatay portatif parçayla o merdivenin en üstünden kendinizi aşağıya doğru yüzünüz merdivene dönük bıraktığınızı düşünün. İşte iniş yöntemi buydu. Bizim Tom hemen kendi merdivenindeki yerini aldı. Ben platformun üzerinde dikilip kaldım. O kadar yüksekteyiz ki sanki gökyüzünün içinde kaybolmuşuz. Korkudan ölmek üzereyim. Nasıl inerim ben ordan öyle diye gözlerim yuvalarından fırlayacak şekilde bakıyorum ona. Bu arada bir eli merdivende bir eli bende hala. Çekiştiriyor. Yok yok yapamam diyorum. O anda bir kız bitti platformda yanımda. Nerden geldi hiçbir fikrim yok. Hemen hemen 12-13 yaşlarında. O öyle yeni yapıldı, pek denenmedi garanti veremem diyor. Ben de Tom'a dönüp diyorum bak gördün mü ordan inmeyelim bozulabilirmiş diyorum. Tom da ısrarla beni çekiştirip, kızın bozulacağına dair garanti de vermediğini söylüyor. İçimden de manyak mı bu Tom, görmüyor mu yüksekliği boşluğu, korkmuyor mu diyorum. En son yükseklikten başım dönmek üzereyken gözlerimi açmaya zorladım kendimi de, uyandım.
Ama gecenin bir vakti tabi, gözlerimi geri kapayıp yine daldım. Bu kez de böyle açık havaya kurulmuş ufak bir sahnenin önünde 10 sıra kadar sandalye vardı. Hepsi doluydu. Ben de annem sağımda, Blair Waldorf (evet o Blair, Gossip Girl'deki karakter) da solumda, önden 5-6 sıra geride oturuyorduk. Sahnede ne olduğuna dair bir fikrim yok, sanırım tiyatro oyunuydu. Önemli olan tam önümüzdeki sandalyede Jason Momoa'nın oturuyor olması. Hem de onu hep bildiğim Khal Drogo halinde değil, şu geçenlerde Jay Leno'ya konuk olduğu küt saçlı, ceketli gömlekli haliyle oturuyor. Blair'le ben büyülenmiş gibi onu izliyoruz, o yüzden de sahnede ne olduğunu bilmiyorum işte. Bir yerden sonra Blair'le kavga etmeye başladım, Jason'ı paylaşamıyoruz çünkü. Sonunda o da durumun farkına vardı, aramızı düzeltmeye çalıştı ama nafile. Kalkıp, hışımla uzaklaştım. Bu arada otel gibi bir yerlerdeyiz sanırım ve ben deli gibi Jason Momoa'nın peşindeyim. Ne yapacaksam artık, annem de ah vah kızım neden böyle yapıyorsun halinde. Resmen kendimi Uğur Dündar'ı kaçıran anne-kız Adile Naşit-Hülya Koçyiğit ikilisinde gibi hissediyorum.
Tabi bu arada Blair'le tekrardan kavga ettim. Jason yetişip, bizi zor ayırdı. Sonra da beni tuttuğu gibi otelin merdivenlerini çıkarmaya başladı. Evet yine merdiven. Bu arada tuttuğu gibi derken gerçek anlamda onu kastediyorum çünkü görmüşseniz bilirsiniz, Jason benim 35 katım büyüklüğünde devasa bir adam normalde. Beni odama götürmeye çalışıyor sakinleşeyim de Blair'in saçını başını yolmayayım diye. Lan bıktım gene mi merdiven çıkıyoruz diye poflarken uyandım.
Şimdi merak içindeyim. Eğer bu ilk kez kaldığın bir evde rüyanda evleneceğin kişiyi görürmüşsün hurafesi-geleneğinin herhangi bir işlevi varsa...zerre kadar beğenmediğim bizim Tom'la mı yoksa zaten hali hazırda evli-mutlu-bol çocuklu olan Jason Momoa'yla mı evleneceğim?
Ve bu benim akıl sağlığım ne kadar yerindedir böyle?

7 Ağustos 2011 Pazar

Ranzalı, Simli, Zegers'li, Dayaklı Rüyalar

Ramazanın 6 gününü geride bırakmış, yedincisi için çayımı içip, tostlarımı pudingimi yemiş halde güneş penceremin dışında nerdeyse doğmak üzereyken uykuya daldım. Karnımdan tuhaf sesler geliyordu ama aldırmadım zaten iki saatlik bir uykudan kendim kalkıp, yine kendim yiyecek birşeyler hazırlamak zorunda kalmıştım. Uykum çoktu, davulcu tepemde dikilse gözümü açıp, bakmazdım o derece.
Rüyalar evrenimde öncelikle sıkışık bir odadaydım. Karşılıklı iki ranza vardı odaya büyük gelmiş gibi duran. Ranza dediysem öyle bildiğimiz ranza değil yalnız.Normal bir tek kişilik yatağın duvara yaslandığını düşünün, sonra da onun üstünde belli bir yükseklikte aynen öyle bir yatağın duvara monte edildiğini gözünüzün önüne getirin. Öyle saçma birşey işte.
Peki bu odada ne arıyordum? Güya bir üniversite sınıfımla birlikte geziye gelmişim. Bir sürü diğer kızla birlikte de o odada kalıyormuşum. Nasıl sığacaktık oraya anlamadım zaten. Yatakların üstünde bavullar, her bir yerde başka bir kız. Sinirim tepeme çıkmış tabi. Bir de bir yatağın üzerine siyah siyah parlayan simler dökülmüştü birinin birşeysinden. Deli gibi bağırıp, çağırmaya başladım.
Sonra birden başka bir versiyona geçtim. Gene aynı odada kalıyordum ama o üstteki yataklar yoktu ve oda gözüme biraz daha büyük, ferah görünüyordu. Bu arada odayı tam olarak anlatamadım sanırım. Dikdörtgen düşünün önce, uzun kenarlarından birinin en dibinde kapı var, kapıdan girince hemen soldaki duvarda ve onun karşısındaki uzun kenarda yataklar var duvara paralel uzanan. Odanın öbür ucundaki kısa kenarın ortasında da pencere. Dedim ya gene bu odada kalıyordum ama bu sefer o kızlar ya da o sınıfla değildim. Sanırım başka bir sınıf gibi birşeye dahil olarak - okul gezisi gene yani - geziye gelmiştim. Bir erkek arkadaşımla arabada cdlerimizi unuttuğumuzu fark edip, odaların olduğu bölümden otopark kısmına yürümeye başladık. Otopark kısmına bina içinde bir tür köprü gibi bir yerden ulaşılıyordu ve otopark da öyle yerin dibinde değildi, ayrı bir bina tümden otoparktı. Biz de o binanın üst katlarında bir yerde olan arabaya gittik. İkimiz de iki ayrı cd aldık arabadan. Müzik cdleriydi, kapaklarına da bakmıştım ama şimdi bir türlü hatırlayamıyorum.
Cdleri alıp, geri dönerken yolda bir çocuk yanımıza yanaştı. Gayet normal görünümlü ve giyimli, bizim yaşlarımızdaydı. Bizim dediysem rüyamdaki yaşımı kastediyorum, üniversitenin başında falandım galiba. Biraz para falan vermemizi istedi. Başımızdan savdık. Odaya dönerken, çocuk peşimizden intikam almak istercesine geldi, takip ederek. Kurtulmaya çalıştık, atlatamadık. Odaya koşup, kapıyı hemen kapatıp girmesini engellemeye çalıştık. Bu sırada odada bir diğer arkadaşımız daha vardı erkek. Siyahiymiş gibime geliyor ama çok da net değil. Neyse hemen kapıyı kapatıp, kapının yanındaki duvardaki kart okuma cihazına kartlarımızı okuttuk. Ha bir de böyle bir durum vardı. Kapıları falan o okuyucuya kartlarımızı okutarak açıp, kapatıyorduk. Kapıyı kapadıktan sonra kendimizi garantiye almak için - ki niye o kadar korktuk bilmiyorum - o kart okuyucuyla oynayıp, tam bir kilit sağlamaya çalıştık. Daha doğrusu diğer ikisi kart okuyucuyu açıp, programlamaya çalışırken ben hemen pencereye döndüm. Çocuk pencerenin dışındaydı. O an anladım ki bizim pencere hemen hemen yer seviyesinde. Hani birinci kat değil de ikinci kat kadar da yüksek değil. Çocuk pencereden korku filmlerindeki gibi bakıyordu. Ve pencereyi açmaya çalışıyordu. Resmen korkudan ölmek üzereydim. Diğerleri de öyle. Ama gene de sanki çocuk kapıyı zorluyormuş gibi, kart okuyucuyla uğraşıyorlardı. Ben pencereyi açmasını önlemeye çalıştım bu sırada. Ama nasıl olmuşsa dış camı çıkarmıştı, şimdi aramızda sadece sineklik yerine geçen bir tel vardı. Pencerenin hemen önündeki bir otumsu bitkinin bir dalından tutup, ileri geri sallanarak birden pencereye iyice yaklaştı çocuk. O anda yüzünü çok net gördüm ve Kevin Zegers'di. Evet, daha önce birkaç filminden bildiğim ve bir ara da Gossip Girl'de gördüğüm Zegers! Daha doğrusu aynı onun gibi görünen, bizim korkutucu takipçimizdi rüyamda. Şoka girmek üzereydim ama o telin alt kısmını açmaya çabalıyordu. Ben çekiştirdim, çığlık çığlığa diğerlerinden yardım istedim. Sonunda odanın diğer ucundan koşup, benimle birlikte pencerenin önünde dikilip, çocuğa telin ardından vurmaya başladılar. Ben de vurdum, hep birlikte çocuğa dayak atmaya başladık (Niye daha önce yapmayı akıl edememişiz o da tuhaf). Ama o kadar kötü bir sahneydi ki anlatamam. Bir yandan delicesine ürkmüşüm ve korkuyorum, bir yandan da sinirliyim ve çocuğa vuruyorum.
Bu sırada gezide bizden sorumlu olan öğretmen mi artık neyse o kadın geldi koşturarak. Tüm odaların olduğu kısmı ayağa kaldırmıştık tabi, insanlar akın akın olay mahalline gelmişti. Kadın da delirmiş halde yetişti ve çocuğu elimizden aldı. Diğer iki arkadaşımı bir yere gönderdi ve ben de salon gibi bir yere götürüldüm. Ve işte o an o kadar kötü hissetmeye başladım ki anlatamam. Çocuğun dayaktan resmen ezik, yara bere içinde kalan suratı gözümün önüne geldi ve o bakışları...O üzgün ve "ne yaptınız" bakışları...Deliler gibi ağlamaya başladım. Yanıma birini vermişlerdi göz kulak olması için. Üstüme bir battaniye sardı, ağlamaya devam ettim hıçkıra hıçkıra. Uyandığımda aynı şekilde ağlamaya devam ediyordum.
Ne alaka bilmiyorum. Eğer hepsi bilinçaltımın düşündüklerinin bir yansımasıysa, bunların neyi simgelediğini merak etmiyorum :p

28 Temmuz 2011 Perşembe

Rüyalarda Buluştuk

Rüyalara öyle bazıları gibi saçma anlamlar yükleyen bir insan değilim normalde. Ya da olacaklardan haber edeceklerini düşünmem kesinlikle. Aklında ne varsa onu gösterir rüyalar, olmayan birşeyi nerden bulup çıkaracak sonuçta uyku? Bu yüzden ben rüyalarımdan genelde içimde ne olduğu konusunda yardım almak için yararlanırım. Uyurum, 6 sezonluk fantastik dizi şeklinde rüyalarımı görürüm, kalkınca da anlarım ki ben aslında o gördüğüm şeylerle ilgili düşünüyormuşum. Bilinçaltım, aklıma mesaj yollama çabasındaymış, onu anlarım. Buna göre de kendimi düzeltirim, bu ara bunu takma veyahut da bu konuyu hallet şöyle böyle diye.
Bu gece de gayet içerikli bir rüya gördüm. İlk kısımda, oldukça gerilimli bir atmosfere sahip bir yerdeydim. Hani gerilim filmlerinde karanlık, bulutlu bir adada kocaman bir malikane olur da bizim saf grubumuz oraya tatile gider de tek tek kıyıma girerler, aynı öyle bir ortam. Gökyüzü gri-siyah-koyu mavi. Etrafta başka insan evladının olmadığı bir deniz kenarı. Denizin kenarında bir sıra taş kaldırım, onun yanında hemen yol ve yolun ardında da yine karanlık, koyu evler. O kötücül malikanedeydim ben. Birileri daha vardı, kanımca orada kalmakta olduğum gruptu. İçlerinde Emre Aydın tipli bir tanesi vardı. Böyle her daim hüzünlü, sıkıntılı ama bu ortamda biraz da ürkütücü. Bu tipin piyano çalması gerekiyordu. Ama bir türlü çalmak istemedi. İkna edene kadar dibim çıktı o derece. Bu sırada kenarında olduğumuz denizden de korkuyorduk, sanki birşeyler vardı suda korkmamızı gerektiren. O taş kaldırımların yanında durduk sonra, hemen yanıbaşımızda suda bir kayık aheste aheste sallanıyordu. Sonra yola baktığımda hemen kaldırımın yanına bir piyano konulduğunu gördüm. Emre Aydın tipli de oturup sonunda çalmaya başladı. Ben nedense kayığa bakıp durdum.
Hemen ardından bu gerilim filmi gibi yerdeki insanlarla yürüyüp, biraz daha şehrin içi gibi bir yere gittim. Hava yine karanlık gibiydi ama sanırım akşam olduğundan bu sefer. Böyle çimenlik bir alanın sonunda yürüdüğümüz yol kıvrılıp, kavşak oluşturuyordu. Tam o kavşakta 3 yanı duvar, üstü çatı ama kavşağa bakan tarafı açık bir ev vardı. Evin içinde de Paolo Nutini, grubuyla birlikte aletlerini hazırlamış, konser veriyordu. Hemen koşturdum, kavşakta evin önüne birikmiş kalabalığın arasına gitmeye çalıştım. Yanımdakilere de bağırıyordum bir taraftan, "Paolo Nutini konseri Paolo gelmiş!" diye. Yaklaşınca durdum, kalabalığın arasına girmedim, tam sahnenin sol ön tarafındaki boşlukta durdum, tüm şarkılara bağırarak, kollarımı sallayarak falan eşlik etmeye başladım. Paolo o salak halimi fark edip, gülmeye başladı. Bu sırada zabıtalar gelmeye başlamıştı, Paolo'nun gitaristlerinden biri de aranıyordu, o yüzden o hemen koşup kaçtı. Paolo da beni sahneye davet etti, çıktım. Tabiki gitar çalmaya değil :p O giden gitaristin çalması gereken kısımları kendi halledebilmek için nota defteri gibi birşey açtı. Ben de yanında durup, akıl vermeye başladım. Bu sırada izleyen kalabalık sinirliydi, sıkılmışlardı. Azalmaya başlıyorlardı. Paolo da zabıtalar iyice yaklaştığından evdeki bazı malzemeleri toplamaya başladı. Malzeme dediğim de bir çuvalın üst tarafında yoğurt, alt tarafında pirinç vardı, o yani. Bir raftan indirip, onu toparlamaya çalıştı. "Yok" dedim ben, "o öyle olmaz ki. Bak şöyle koyman gerek". Yine akıl verme çabasındayım yani. Hayır bu sırada ciddi ciddi içimden boynuna falan atılmak geliyordu ama ben rüyada bile mantıklıyım, kontrollüyüm ya, sakin sakin acil durum yönetimi yapıyorum. Paolo'ya içine düştüğü sıkıntılı durumda yardım etmeye çalışıyorum. Sonunda hiçbir şeyi çözemeden, aklımda yoğurt ve pirinçle uyandım.
Bu da kaçan gitarist.İsmi neydi ya?
Bir Paolo'yu görmemiştim rüyamda, o da oldu böylece. Yeni rüyalarda görüşmek üzere.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...