olivia wilde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
olivia wilde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2018 Çarşamba

Rush (2013) : eyy adrenalin sen nelere kadirsin?

"The closer you are to death, the more alive you feel. It's a wonderful way to live. It's the only way to drive." diyor filmin içinde James Hunt. Tam olarak işte bu duygu sanırım bu insanları - diğer pek çok insanı - yaptıkları şeyi yapmaya iten. Ki aynı şey beni de alabildiğine uzaklaştırıyor bu işten. Elimde yıllar önce alınmış, motorsiklet ve otomobil sürebildiğime dair bir kimlik - ehliyet - taşıyorum ben de çoğunuz gibi. Ama ehliyet sınavı dışında birkaç dakikalık denemeleri de kenara koyarsak, hiç sürüş deneyimim yok. Şu yaşımda yani bir araba koltuğuna otursam pek az şey yapabilirim. Tabi milyon tane sebebi var bu durumun, bir dolu açıklaması, analizi falan filan var ama sanırım en belirgini benim için bu yukarıdaki cümlesi Hunt'ın. Ben bu adrenalinden, bu ölüme yakın yaşama duygusundan hiç hazzetmiyorum. En başlarda sevdiğimi düşünüyordum, ama zaman ilerledikçe korkum arttı sanırım. Hele araba sürmek panik atak geçirmeme sebep oluyor en basitinden. Kendime olan güvensizliğim herşeyin önüne geçiyor, direksiyon bende olunca kontrolü kaybedeceğime o kadar emin bir hale geliyorum ki çığlıklar ata ata kaçasım geliyor.
Ama işte bazı insanlar var ki o arabaları sürmeyi bırakın, hız limitlerini aşarak, adeta uçarak kullanarak o arabaları yarışıyorlar. Bunu isteyerek, büyük bir zevkle yapıyorlar. Araba yarışçıları, formula pilotları sanırım dünya üzerinde anlamakta güçlük çektiğim işlerden birini yapan en inanılmaz insanlar. Yani elbette ki o adrenalin isteğini, açlığını anlayabiliyorum, tahmin edebiliyorum. Ama bir insan kendini nasıl bu kadar saçma bir işin içine atabilir ki?

Ben anlamakta güçlük çekedurayım, bu işin mazisi sanırım insanlık tarihi kadar eski. Daha motorlu taşıtları icat etmemizden bile önce insanlar hız tutkusuyla yarışıyordu at sırtında, atlı arabalarıyla. Bu yüzden işin bu noktaya gelmiş olması hiç şaşırtıcı değil aslında. Eh tabi bu "yarış" ruhu üstüne film yapmak da kaçınılmaz olmuş olmalı bir aşamada. Oturup sürmek bana göre olmasa da iyi yapılmış bir yarış filmini izlemekten keyif alıyorum tabiki. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Ron Howard da hiç de azımsanmayacak bir iş çıkarmış ortaya. 1970lerde kıyasıya rekabet içinde olan formula 1 pilotları James Hunt ve Niki Lauda'nın hikayesini anlatıyor Rush. Görünen konusu bu ama esasında Niki Lauda'nın James Hunt'a bir güzellemesi olduğunu anlıyorsunuz film bittiğinde. Lauda'nın yarış işine girişiyle başladığında film, Hunt zaten süperstar olmuş ortamlarda. Eh haliyle kendilerini azılı rakipler olarak buluyorlar. Bir de hayata bakışları, işlerini yapışları ve kişilikleri tamamen zıt olunca bir araya gelmesi imkansız iki insan gibi görünüyorlar. Oysa insan büyüyor, insan olgunlaşıyor ve zaman her şeye çok güzel dersler veriyor. Yıllar boyu birbirlerini geçmek için habire yarışan bu iki adam bir de bakıyorlar ki aslında birbirlerini anlayabilen, birbirlerini takdir eden, birbirlerine saygı duyan iki dostlar aslında. İnsan rekabet ede ede nasıl dost olur bence onu anlatıyor Rush. (http://www.imdb.com/title/tt1979320/)
Çekimi de izlenilir kılan detaylardan biri. Bu tür filmlerde aksiyonla, hız sahneleriyle hikayenin içeriğini orantılı tutmanız, seyircinin başını döndürmeden koltuğuna çivilemeniz gerekir. Tabi bir yandan da asıl demek istediğinizi, duygularına hitap ederek söylemeniz. Rush tüm bunları yapıyor, aşırı başarılı olmasa da. Yarış sahneleri fena değil genelde, ama yine de keşke hepsi sondaki Japonya yarışı gibi çekilseymiş demekten kendimi alamadım ben. O ne yarıştı, onlar nasıl sahnelerdi öyle ama...Chris Hemsworth en iyi bildiği, belki de ona en çok yakışan türde bir karakteri oynuyor James Hunt olarak, uçarı, çapkın, dağınık, dışarıdan umursamaz ama içinde yine de duygusal, hareketli, eğlenceli, yakışıklı, hayat dolu bir adam. Niki Lauda olarak Daniel Brühl ise hem bizi sinir ediyor hem de düşündürüyor, hak verdirtiyor. Ki yapmaya çalıştıklarını böylece başarmış oluyor. Oyuncular anlamında bu ikisinin aklımızda kalması çok normal aslında, çünkü kamera önünde pek çok insan görünse de tüm hikaye bu iki adam ve yarış pisti arasında geçiyor. Onlar dışında bir Olivia Wilde (James Hunt'ın eşi Suzy Miller olarak) ve bir Alexandra Maria Lara (Niki Lauda'nın eşi Marlene Lauda olarak) izliyoruz. Olivia Wilde pek de sevdiğim bir oyuncu değil normalde, burada da çok farklı veya detaylı bir karakter ortaya çıkarmamış. Maria Lara'yı ise ilk kez izledim ve su gibi güzelliğine, duruluğuna hayran kalıp durdum film boyunca.
Rush sonuçta hemen hemen tamamı gerçekte yaşanmış olaylara ve gerçekten bunları yaşayan insanların nasıl yaşadığına dair, izlemesi oldukça keyifli, çok iyi çekilmiş ve anlatılmış bir yarış filmi sunuyor. En önemlisi bize sadece yarışan arabalar, hız dolu pistler göstermek yerine bizi de o piste çıkmaya, o arabalara binmeye ikna ediyor, buna çabalıyor. Bu hakikaten yaşamış insanların kalplerini açıyor bize, kafalarının içine daldırıveriyor. Ve sanırım bir filmin yapması gereken de bu.

Filmin Hans Zimmer imzalı müzikleri şöyle:

5 Mayıs 2013 Pazar

Ben Barnes'lı filmler : The Words [2012]

Bir gün - bugünden çok da uzak olmayacağını umut ettiğim bir gün - çok iyi, çok okunan, saygı duyulan, fikirlerine değer verilen, insanlara yeni dünyalar armağan etmiş, başarılı bir yazar olmak istiyorum. Şimdiye kadarki ve bundan sonra olacak diğer tüm yazarlar gibi, ben de, anlatacak hikayelerim olduğunu düşünüyorum. 7 yaşında, kalemi elime aldığımdan beridir de bunları anlatabildiğimi sanıyorum.
Ama ya anlatamıyorsam? Ya o kadar da iyi değilsem yazmakta? Yıllarca bırakın bir yayınevine göndermeyi, arkadaşım dediğim insanlara bile gösterecek cesareti bulamamıştım yazdıklarımı. Bir noktada kendime biraz daha güven duymaya başladım ve en azından arkadaşlarıma okuttum, ne hissediğimi, ne düşündüğümü, ne hayal ettiğimi. Hala daha kötü buluyorum yazdıklarımı, çoğunlukla. Ama içimde bir yerlerde inanıyorum da, benim de yapabildiğim şey bu, benim de dünyaya gönderilme sebebim bu. Anlatmak. Hikayelerimi anlatmak. Tarihin, arkeolojinin, antik dünyaların peşine takılmam, onların sevdasına tutulmam da bu yüzden. O dünyalara gidip, anlatmak, yazmak.
Ama ya yapabildiğimi sandığım şeyi yapamıyorsam? Bir iki kelimeyi bir araya getirebiliyorum diye kendimi yazar olabilirim diye boşuna sürüklüyorsam uçurumdan aşağı? Ya olduğumu sandığım kişi değilsem? Ya bir amacı yoksa benim de zavallı hayatımın? Dünya üstünde öylesine yürüyen o anlamsız kalabalıktan sadece biriysem? Yazdıklarımı kimse okumayacak, kimse beni dinlemeye değer bulmayacaksa? Kendi sıkıcı, Austen'dan hallenmiş, Verne çakması hayallerimin içinde boğulup gideceksem?
Ya asla yazar olamayacaksam?
Rory Jensen da benim gibi düşünüyor hayatında bir noktaya geldiğinde. Üniversiteden mezun olup, sevgilisiyle evlenip, Brooklyn'de ufak bir dairede geceleri, tüm şehir uyurken kendini yazmaya veriyor, aklında hep hayali "çok iyi bir yazar olacağım". Ailesiyle ufak bir anlaşma yapmış, en azından bu iki sene kendimi yazmaya vereceğim ve siz de bana dokunmayacaksınız diye. Ama bu durum her ay sonunda yine gidip babasından yerinden dibine girerek para istemek zorunda kalmasına yol açtığından artık düzenli bir işe gir baskılarına dayanamayıp, bir yayınevinde işe başlıyor. Gündüzleri çalışıp, akşamları tv karşısında uyuklamaya başlıyor. Artık tüm şehir uyurken o da uyuyor. Ve yazmak, orada, uzakta bir hayal olarak duruyor.
Bu arada 3 yıl boyu uğraşıp didinip yazdığı kitabı her yerden reddediliyor. Çok beğeneni ve piyasanın durumundan dolayı yayınlayamayacağız diyeni de çıkıyor, çok kötüydü diyeni. Tüm dünyası başına yıkılıyor Rory'nin tabi. O da sorguluyor haliyle, "ya olduğumu sandığım kişi değilsem, ya hiç olamayacaksam?". Sonra tesadüfen antika bir çanta içinde bir kitap taslağı buluyor. Sarımsı eskimiş sayfalara, daktiloyla yazılmış müthiş bir şey. Bir oturuşta okuduğu hikayede Rory istediği, çabaladığı ama hiçbir zaman elde edemeyeceği şeyi buluyor. Bu, gerçek bir kitap. Günlerde aklından çıkmıyor kitap, rüyalarına giriyor. Sonunda yayıncıya götürüyor Rory, kendi yazmış gibi. İşte bu, en büyük seçim bir hayalci için. Olmak istediğin şey elinde, hazır duruyor, orada o yasak elma. Kim karşı koyabilir ki ona? Siz yapabilir miydiniz? Ben yapabilir miydim? (Ben muhtemelen değil kesinlikle o sayfaların peşine düşerdim, kimin yazdığını bulana kadar da isimsiz olarak ama düzenleyen olarak ismimin koyulacağı şekilde bastırırdım. Kahretsin, ben tam bir ahlak ve mantık abidesiyim.)
"The Words" bu hikayeyi, sırf bu haliyle değil de katmanlı, içiçe girmiş bir halde, kurgu ve gerçek birbirine karışırken anlatıyor. Brian Klugman ve Lee Sternthal birlikte yazıp birlikte yönetmiş. Hatta okuduklarıma göre 10 yıldan fazla bir zaman önce yazdıkları senaryoyu dostları Bradley Cooper'a göstermişler, o da oynarım demiş ama sene 2012'de ancak oynayabilmiş. Film bize Aidan Quinn'in yazdığı "The Words" isimli kitabını okumasıyla ulaşıyor aslında. Yazar Clay Hammond başlıyor hikayeyi okumaya. O kitabın içindeki hikaye Bradley Cooper'ın Rory'sinin az önce anlattığım hikayesi. Rory'nin bulduğu kitabı yaşlı bir adam, Jeremy Irons yazmış oluyor ve o da başlıyor kendi hikayesini anlatmaya ki 1940'ların Paris'inde geçen bu hikayede de genç bir adamın Ben Barnes'ın güzel mi güzel bir Fransız kızı olan Celia'ya, yani Nora Arnezeder'e aşık olduğu, evlendiği, çocuklarının olduğu hikaye.
Film romantik drama olarak kategorilendirilmiş, büyük ölçüde öyle. Yavaş ilerleyen, sakin, sessiz ama vurucu anlara sahip bir drama. Bildik ve pek sevildik, yetenekli oyuncular bir bir arz-ı endam ederken pek çok soru sorduruyorlar izleyiciye. Etik kurallar var mı? Yazmak o kadar önemli mi? Hayal mi gerçek mi? Kurgu nerede bitip gerçek nerede başlar? Yazmak bir yetenek mi, öğrenilir mi, kaybedilir mi, o kadar çabalasak da elde edemez miyiz, çok büyük şeyler yaşadıktan sonra kendiliğinden mi fışkırır? Yazmak kurtarır mı bizi? İstediğimiz hayatı çalabilir miyiz? Olmak istediğimiz kişi olabilir miyiz? Evet, hepsini soruyor film. Ama cevapları verirken o kadar da cömert değil.

Ben Barnes'ı bu sene 3 filmde daha görebileceğiz, yetiştirebilirlerse. Bir dahakinde görüşürüz yine burada.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...