lee joon gi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
lee joon gi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2020 Perşembe

16 Bölümlük "Flower of Evil"


Dedektif Cha Ji Won ile kocası Baek Hae Song'un mutlu, gayet sevimli bir hayatları var. Baek Hae Song metalden takılar, eşyalar falan gibi şeyler yapıyor, metal sanatçısı mı deniyor öyle bir şey. Evlerinin hemen altında kendi atölyesinde hem yapıyor, hem satıyor. Valla bu Güney Kore dizilerindeki meslek çeşitliliğine her defasında şaşırıyorum. Artık şaşırmam herhalde dediğim noktada bile şaşırmaya devam ediyorum. Her defasında da aynı umutsuz düşünce döngüsüne düşüveriyorum onlar yüzünden. Dünyada ne kadar çeşitli işler, zanaatlar, neler neler var insanın yapabileceği ama biz niye hepimiz birden doktor-mühendis-avukat çorbasında boğulmaya çalışıyoruz diyorum. Niye boğuyorlar bizi diyorum? Kim boğuyor diyorum? Offf. Neyse şurada gayet başarılı bir dizi anlatacaktım ben. Bir rahat bıraksam ya kendimi.

İşte bu çiftimizin bir de anaokuluna mı ne giden bir kızları var. Yer aldığı her sahneyi çalan minik bir sevimlilik bombası kendisi. Böyle her şey normalmiş gibi görünen hayatlarında satır aralarında ufak tefek tuhaflıklar görüyoruz tabiki. Tüm tuhaflıklar bir noktada uç veriyor ve hikayeyi ilmek ilmek sökmeye başlıyoruz. Dedektif ablamızın ekibinin araştırdığı bir cinayet, seneler önceki dehşet verici bir seri katil davasına bağlandığında, metalci kocamızın geçmişi ve gerçek yüzü de önümüze serilmeye başlıyor. Suçluların peşinde bir dedektif, yanıbaşındaki, hayatını paylaştığı bir suçluyu ne zaman tanıyacak diye bu ilginç serüvene atlayıveriyoruz.



Orijinal dilindeki ismi "악의 꽃", "evil" ve "flower" kelimelerinden oluşuyor. Çevirince arabesk şarkısı ismi gibi oluyor ama aslında hikayenin mesajını çok da iyi veriyor: Kötülüğün/şeytanın çiçeği. Senaristin daha önceki hiçbir işini izlememişim, zaten bu da ikinci draması görünüyor. Ama var ya eğer hep böyle yazacaksa, her bir işini takip etmek gerek. Hakikaten çok heyecanlı ve ters köşeli bir hikayeydi bu. Boşlukları vardı, mükemmel değildi orası tamam. Eh hadi ama nasıl anlamaz olur mu ama canım öyle şey yemeyin bizi..diye diye ekrana doğru köpürten çok şey oldu. Ama öyle o kadar rahatsız edici değildi, genel anlamda hikayenin gidişatıyla, o heyecanla, macerayla zaten sürükleniyordu insan. Ters köşeler iyi noktadalardı, abartılı ya da zorlama değillerdi. Her bir karakterin, yan roller diyebileceğimiz rollerdekilerin bile hikayenin önemli bir noktasında, önemli bir köşesinde tamamlayacak bir görevi, genel hikaye için önemli bir amacı vardı.


Ama bu dizinin, bu 16 bölümlük hikayenin işlenişi ve çekimi bu oyuncular olmasa, bu kadar etkili olmayabilirdi. Sırlarla dolu geçmişe sahip koca rolünde Lee Joon Gi çok iyi. Ama özellikle - burası spoiler da olabilir benden günah gitti - kişilik değişimlerinde insanı şoka sokacak kadar iyi. Güney Kore dizilerinde şimdiye kadar gördüğüm kadarıyla bir oyuncu iki ayrı karakteri oynarken ya da başka biriymiş gibi davranırken mutlaka saçını ve giyim tarzını değiştiriyorlar ki o farklılığı bize anlatabilmek için. Oysa LJG tamamen aynı kıyafetler içinde, tamamen aynı saç modeli ile hafızasını kaybedip, tamamen farklı bir insan oluveriyor. Görünüşte hiçbir değişiklik yokken, karşımızda bambaşka bir insan vardı. Rol yapmak değil bu bence artık, kendini bile inandırıyor büyük ihtimalle o kişi olduğuna kameralar çalışırken.


Yumuşak kalpli, sevdiği adamı sevgisine ikna eden, sevgisi için emek vermekten çekinmeyen, kendine de ailesine de sonuna kadar sahip çıkan dedektif rolünde Moon Chae Won'u ise izlemelere doyamadım desem yeri. LJG ile ikisini daha önce Criminal Minds'ta izlemiştim, o konudaki düşüncelerim şurada. Moon Chae Won'u ilk orada izlemiştim zaten, ondan sonraki dizisine (Mama Fairy and The Woodcutter (2018)) büyük hevesle başlayıp, ikinci bölüme bile geçememiştim. Oysa burada kadına birşeyler yapmışlar ya da kendisi mi yapmış, yoksa ışıktan mı çekimden mi, görüntü yönetmeninin gözünün güzelliğinden mi nedir çok başka, çok değişik bir güzellikle göründü gözüme. Dizi boyunca hem rolüyle hem her hareketiyle ışıl ışıldı.


Pek çok oyuncuyu da ilk defa izleme şansım oldu bu dizi ile. Gazeteci rolündeki Seo Hyun Woo'ya yazılan karakter ve hikayesi, metalci esas adamımız ile olan beklenmedik hikaye örgüsü kesinlikle dizinin en keyifli yanlarından biriydi. Polis merkezindeki dedektiflerimiz ayrı bir keyifti izlemek için. Ortamı doldurmak için değil, her birine tek tek bir kişilik verilmiş karakterlerdi ve onlara hayat veren oyuncular da rollerini yanmış, küçükmüş falan gibi hiç düşünmeden hakkıyla oynamışlardı. Onlardan biri olan Choi Dae Hoon'u bu sene her izlediğim dizide gördüm sanırım. Şu an hala devam eden Do You Like Brahms'da izliyorum ve önce de Crash Landing On You'da izlemiştim. Her birinde tamamen farklı, ilginç karakterleri oynadı. Kim Soo Oh ise alabildiğine sevimli, bundan sonra bir esas rol alması an meselesi bence.

Ama en en büyük şaşkınlığım, yeni tanışmam, Kim Ji Hoon ile oldu. Adam bu rol için doğmuş gibiydi, dahası normal hayatında da eski haline göre çok daha değişmiş olarak görünüyor olması da ilginç. Bu dizi biterken tamamen tesadüf eseri açtığım Flower Boy Next Door(2013)'da da karşıma çıktı. Arada 7 yıl var ama adam o zaman, şimdi olduğundan 20 yaş daha yaşlı görünüyor.

Son olarak bu hakikaten son zamanlarda izlediğim en keyifli maceralardan biriydi diyerek, kendi başına bile dinlendiklerinde süper olan ama yer aldıkları sahnelerde insanı uçuran iki şarkısıyla bitiriyorum dizinin.



Bu adamın sesi gerçek mi ya?

Yalnız gene bir şeyi öğk getirene kadar yaptığım bir dönemdeyim sanırım. Halihazırda haftalık izlediğim iki Güney Kore dizisini de bitirdikten sonra bu sene daha başka GK dizisi izlemeyeceğim. İçim dışım çekik oldu vallahi. Evde kendi kendime aigoo aigoo diyerek dolaşıyorum.
Neyse, bir dahaki Lee Joon Gi dizisinde buluşmak üzere.

12 Ağustos 2018 Pazar

Lee Joon Gi ile 16 bölümlük hukuklu aksiyon: Lawless Lawyer (2108)

Prensiplerine bağlı avukat Ha Jae Yi (esas kızımız) bir gün mahkemede yargıcın verdiği kararı adaletsiz bulduğundan yumruğunu bir güzel geçirir adamın suratına. Eh tabi görevinden uzaklaştırılınca da o süreyi memleketinde, aile evinde geçirmek üzere Ki-Sung'a gider. Ki-Sung da Ki-Sung'dur yani, ufak bir liman kenti, kendi içinde kocaman bir dünya, ne suçlar ne kahramanlar barındırır. Kentin baş yargıcı Cha Moon Sook (büyük kötümüz olan hanım teyze) buraların en güçlü ismidir. O ne derse o olur Ki-Sung'da. Kentin neredeyse tüm sakinleri tarafından inanılmaz sevilen, güven duyulan bir kişiliktir baş yargıç ama bu sadece dünyaya gösterdiği yüzüdür. Diğer yüzü tüm güçleri elinde bulunduran hırs dolu, "7"lerin başkanı olan yüzüdür. Ki-Sung'un en etkili 7 kişisinden oluşan bu topluluk baş yargıç ne derse onu yapar, her şeyden kazanç sağlarlar.
Ha Jae Yi ve Bong Sang Pil
Esas kızımız Ha Jae Yi'nin memleketine döndüğü tam da bu zamanda bir başka hemşehrisi daha kafasında 18 yıldır biriktirdiği intikam planıyla döner Ki-Sung'a: Kanunsuz avukat Bong Sang Pil (esas oğlanımız). Seneler evvel avukat olan annesinin gözlerinin önünde öldürülmesinin ardından kaçıp canını zor kurtaran Bong Sang Pil, Seul'deki çete lideri dayısının yanında hem her türlü kanunsuz işi öğrenmiş hem de azmedip avukat olmuştur. Şimdi annesinin intikamının vakti gelmiştir, geri dönüp kendi bildiği yöntemle adaleti sağlayacaktır. Eh tabi yolu da her türlü Ha Jae Yi ile kesişecektir. Çok farklı yöntemlerin avukatları olan bu iki insan güçlerini birleştirerek Ki-Sung'un bu yozlaşmış düzenini alt üst etmek üzere kollarını sıvar.
Bong Sang Pil, belediye başkanımızla
Lawless Lawyer bu hikayeyi aksiyon ve entrika dolu olarak anlatan 16 bölümlük bir Güney Kore dizisi. 12 mayıs ile 1 temmuz arasında her biri 60'ar dakikalık bölümleri tvN kanalında yayınlandı. Ben ilk başladığında tabiki büyük bir hevesle bekliyordum, Lee Joon Gi'yi geçen yazdan beri (malum şu diziden beri) takip ediyorum ya hani, o sebepten herhalde sanıyorum bir ilk 7-8 bölümü haftalık olarak izledim. Ama sonra bir noktada peff oldum ve işte, bitmesinden neredeyse bir buçuk ay sonra ancak oturup izleyebildim.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım hikayesi esasında baya hareketli. Yani hikayenin temeli, kuruluşu, anlatmaya çalıştıkları her bir noktası mükemmel bir şekilde kurulmuş. Temelinde gücü elinde bulunduranları, tepedekilerin yozlaşmasını, sokaktaki insanların nasıl kandırılabildiğini anlatmaya çalışıyor ama bunu annelerini bu yolda kaybeden iki çocuğun büyüyüp, avukat olup, onlarla kendi yöntemleriyle savaşmalarının hikayesinin içine yedirerek yapıyor. Hem romantizm katıyor, hem komedi. Çoğunlukla gerilim ve aksiyon dolu entrikaların çevresinde dönüp duruyoruz ama olayların da önüne geçen bir şey var: Oyunculuklar. Çok çılgın şeyler yapmışlar dizi boyunca her biri.
Hikayeyi bize sayfa sayfa açarak ilerlememizi sağlayan esas kızımız ve oğlanımız güzel bir dinamik yakalamış. Esas oğlan olarak Lee Joon Gi tabiki yine kendine göre bir rol bulmuş, hem son sürat tüm dövüş sanatları hünerini sergileyebiliyor, hem de ağzının kenarıyla sırıtarak hınzırlıklar da yapıyor dramasını ortaya koyuyor. Esas kızımız olarak Seo Ye Ji'yi ben ilk defa izledim ama hem çok duru, hem çok düzgün oynuyormuş, öyle gördüm. Ama en şapka çıkarılacak, ekrana ağzımızı açık baktırtacak rollerde baş yargıç olarak Lee Hye Young ve belediye başkanı olarak Choi Min Soo var. Bu ikisi inanılmaz şeyler başarıyorlar ellerindeki malzemeyle. Ne kadar delice bir şey başardıklarını dizinin ortalarına doğru ilerledikçe fark ediyorsunuz. Çünkü bu kadar ince ince dokunarak oluşturulmuş, keyifle izlenecek hikaye bir bakıyorsunuz duruyor, bir bakıyorsunuz koşuyor. En başlarda güzel bir tempo tutturmuşken sonradan sendelemeye başlıyor. Oysa bu hikayeyle, hele hele bu oyuncularla ortaya devasa bir şey çıkacakken maalesef ortalamada kalıyor bu haliyle. İşte bu durumun içinde bu bahsettiğim oyuncuların ve onların karakterlerinin ortaya koyduğu seyirlik, izlememiz için güç veriyor.
ama sen ne yaman bir şeysin be baş yargıç teyze
Lawless Lawyer yine de oldukça keyifli ve macera dolu bir dizi. Sadece süresi biraz uzun gelebilir, birer saatten 16 bölüm, öyle kısa sürede oturup bitirilemiyor. Ama heyecanlı bir komedi-romantizm dozu iyi ayarlanmış intikam-adalet hikayesi olarak izlemenizi tavsiye edebilirim. En azından ben bu sefer keyif alabildiğim bir Lee Joon Gi dizisi izleyebildiğim için (of aman Criminal Minds aklıma geliyor da içim sıkılıyor gene) memnunum.



30 Eylül 2017 Cumartesi

Criminal Minds [크리미널 마인드](2017) - 20 bölümde Güney Kore usulü

Amerika'da 12 yıldır yayınlanan "Criminal Minds"ın uyarlamasını yapalım demiş Güney Koreliler. Ama öyle 12 yıldır falan nedir allah aşkına bize gelmez öyle uzun uzun, 20 bölümde halledip çıkarız biz diye, birer saatten toplamda 20 bölümde giriş-gelişme-sonuç nezdinde diziyi çekip, bitirmişler. 26 temmuzda yayınlanmaya başlayan dizi böylelikle önceki gün final bölümüyle ekrana geldi ve Güney Kore polis teşkilatının profillerini çıkararak suçluları yakalayan ekibinin macerası sona ermiş oldu.
Bu tür dizilerle aram pek iyi değildir. Aksiyon-macera deyince ben genelde Van Damme, Schwarzenegger, Jason Statham gibi şeyler ararım, onlarla büyüdüm, onları severim. "Suç" etiketini de ekleyeceksek eğer sinemada ilk izlediğim filmlerden biri olan "The Jackal" gibilerini sever gözlerim. Oysa bu olay yeri incelemeler, suçluların psikolojilerini çözmeceler gibi aksiyonları barındıran hikayeler başlayalı çoook uzun zaman oldu ve alışmış olmam gerekirdi diye düşünüyorum. Sevmiştim de belki en başlarda. CSI'ın Las Vegas'ta geçen ilk, orijinal versiyonunun ilk birkaç sezonunu baya ilgiyle takip etmiştim o zamanlar. Eh çünkü yepyeni bir şeydi, böyle her köşe başından bir suç çözen ekip fışkırmıyordu. Sonra CSI:NY ortaya çıktı, o daha bir ilgi çekiciydi; zekice çözülen suçların arka planında hayalimdeki şehirlerden birini izleyebiliyordum her bölüm. Bu arada bir de Cold Case çıkmıştı aradan, eski kapanmış ama çözülememiş davaları yeniden ele alıp, çözmeye çalışan ekip vardı burada da. Cold Case aslında tam benlikti, her bölümün başında birkaç dakikalığına da olsa geçmiş zamana ışınlanıp, dönem müzikleri dönem kıyafetleri görüyorduk. Tabi çok daha duygusal gidiyordu diğer suç çözen ekiplerin maceralarına göre ama keyifliydi. Ama bir noktada ben soğudum hepsinden. Belki tek bir nokta değildi, yavaş yavaş oldu ama bir baktım istemiyorum suçları çözmelerini izlemek. Aslında çözmeleri kısmı yine keyif veriyordu ama özellikle o kadar cinayet, kaçırma, türlü türlü pis olayı - kurgu bile olsa - görmeye dayanamaz hale geldim herhalde. Çocukken, gençken insana heyecanlı gelen şeyler sanırım büyüyüp, dünyanın kötülüklerini, gerçek kötülükleri görmeye, yaşamaya başladıkça ürkütücü geliyordu. Ama bu konsept o kadar tutmuştu ki dünyada - artık hepimiz mi psikopatız yoksa saçmalıyor muyuz bilemiyorum -, bu saydığım dizilerin her biri yıllarca sürdü (CSI:2000-2015, CSI NY:2004-2013, Cold Case:2003-2010). Bu arada bir dolu versiyonu çıktı; CSI'ın Cyber, Miami gibi versiyonları, zombi adli tıpçı, geçmişten gelen ve günümüzde suç çözenler, suç çözen kardeşler, doğaüstü suçları çözen kardeşler gibi bir dolu dizi hikayesi geldi önümüze.
Criminal Minds ise olaya bir başka yönden bakarak hikayesini oluşturmuştu. Çoktan diğer versiyonlarımız ekranlardayken 2005 yılında başlayan dizide bu defa suçluların akıllarına girerek suçları çözmeye çalışan bir ekip vardı. Bu hikaye de o kadar tuttu ki 13.sezonuyla devam ediyor şu an. Eğer siz de sıkı bir dizi izleyicisiyseniz muhakkak rastlamışsınızdır Criminal Minds'a. Ben de rastladım doğal olarak (13 senedir sürüyor lan), trt bile yayınladı herhalde bir dönem geceleri. Ama izlemedim baştan söyleyeyim. CM'ye gelene kadar ben çoktan cinayetlerden öğürme durumuna gelmiştim. Ha ama arada karşıma çıkarsa, Matthew Gray Gubler'ın yüzünü görmek, günümü aydınlatmak için birkaç dakika durmuyor değildim. Bu yüzden karşılaştırma yapabilecek konumda değilim, Kore versiyonunu tamamen tek başına ele alacağım.
Kore versiyonunda ekibimiz 6 kişiden oluşuyor. Ekibin lideri Kang Ki-Hyung abimiz, üniformalı polislikten zekasıyla ekibe transfer olan dövüş kovalamaca yakalamaca ustası Kim Hyun Joon, bu tür işlerde kadın olmanın zorluklarını yaşadığı ilk yıllarına inat şimdi profesyonelliğin dibine vuran duvar surat Ha Sun-Woo (hasanuuu diye okunuyor ismi her duyduğumda karnıma ağrılar girdi gülmekten tövbe tanrım), medya ve halka ilişkiler yüzü ekibin güzeli Yoo Min-Young, ekibin geek'i zeka küpü - Amerikan versiyonundaki Matthew Gray Gubler'ımızın eşiti- Lee Han ve artık her ekibin olmazsa olmazı bir adet bilgisayar dehası olarak da Na Na-Hwang. Ayrıca bir de ekibin hemen bir üst amiri, öyle pek de bir işlevini görmediğimiz Baek San amcamız var. Bu ana ekibin ailelerini arada görüyoruz olaylara dahil oluyorlar, bir de her bölüm çözülen olayın kötüleri, kurbanları ve yerel polis ekipleri falan var.
Her bölümde ayrı bir suç ve suçluyu ele alıyor ama 20 bölümlük bir döngü olarak planlandığı için tüm olaylarla birlikte devam eden bir de asıl olayımız var ilk bölümden başlayıp, finale kadar gelişip, çözümlenen dizi hikayesine polis Kim Hyun Joon'un ekibe dahil olması ile başlıyor. İşte benim de izleme sebebimi oluşturan şeyi böylece görmüş oluyoruz: Bu roldeki Lee Joon-Gi. Moon Lovers'ta böğrüme kılıç saplayan 4.prens olarak izlediğim JG'nin azmettim her işini izleyeceğim demiştim. Böylece en son işi olarak başlayan Criminal Minds'a başlamaktan başka çarem kalmamıştı. Dizi normalde hafif bir keyifle izlenebilecek bir seyirlik sunuyor diğer insanlar için, ama JG gibi bir itici güç olmasaydı benim için o kadar da katlanılacak bir hikaye miydi emin değilim.
Çünkü dizide olmamış bir şeyler var. İnsan tam konduramıyor ama izledikçe üstünüze bir bunaltı çöküyor. Yani ellerinden geldiğince ilginç olaylar yazmışlar, suçluların motivasyonları, suçların ortaya çıkışı, çözümlenmesi falan süreçler gayet başarılı genel hatlarıyla baktığınızda. Ha mantıksızlıklar, tutarsızlıklar, kör göze parmaklar yok mu, olmaz mı, tabiki var. Çekimler harbiden iyi, aksiyon sahneleri, görüntü geçişleri, kanıtlar her şey birer sanat eseri gibi geliyor izlerken. Her bölümde önümüze gelen suçluların ve kurbanların bölümlük oyuncular, yan roller olduklarına inanamıyorsunuz, öyle oyunculuklar izliyorsunuz. Misal çocukların kaçırılması ile ilgili bir bölüm vardı, oradaki çocuk oyuncuların her birinin rol yapıyor olduğuna, gerçekten o durumda olmadıklarına inanmak için kendinizi ikna etmeye çabalıyorsunuz bölüm boyunca. Hah ama işte tam da bu noktada dizinin teklediği şeyi anlamaya başlıyoruz. Hikaye, çekim, yan roller şahaneyken 20 bölüm boyunca önümüzde duran asıl karakterler, o altı kişi, o kadar sönük kalıyor ki. Belki ellerinde yazan metinden dolayıdır diyorsunuz, belki yönetmen böyle oynamalarını istemiştir diyorsunuz ama gene de hiçbir türlü olmuyor. Amirinden liderine herkes tek düze oynuyor, ifadesiz suratlar, ezbere söylenen cümleler. Tamam ellerinde çok bir alan yok gibi görünüyor oyunculuklarını gösterebilecekleri, sonuçta bir trajedi ya da romantik komedi ya da ne bileyim psikolojik gerilim oynamıyorlar. Bir dakika bir dakika, aslında "psikolojik" bir şeyler yapıyor olmaları gerekmiyor mu? Olayları çözmeye çalışırken, suçluların profillerini çıkarırken falan kafalarının içlerinde dönen çarkları bir şekilde bize hissettirmeleri göstermeleri gerekmiyor mu? İşte dizinin başarısızlığı burada önümüze düşüyor. Esas karakterlerimizin birer "back story"si yok, aslında var da hikaye hiç bir zaman o kadar üstüne düşmüyor, onu hissettirmiyor. Sezonlar yıllar sürmediği için hiçbirine yeteri kadar eğilmiyor, bir masanın etrafına toplaşıp sırayla birbirlerinin cümlelerini tamamlayan robotlara dönüşüyorlar. Travmatik şeyler geçiyor başlarından ama bize bunu geçiremiyorlar. Suçluyu yakalamaya giderken misal usul usul çıkıyorlar merdivenlerden. Öyle ihtiyatlı bir usul usul halinden bahsetmiyorum, böyle flash tv uyuzluğundan bahsediyorum. (Halbuki elde şahane oyuncular var. Zavallım JG'nin bir şeyler yapabilmek için resmen kendi kendini yediğini görebiliyorsunuz her bir sahnesinde mesela. Yine de onun muhteşem atletikliğinden ve dövüş yeteneklerinden faydalanmış güzelce, en azından o konuda takdir edebilirim senaryo ve çekim ekibini.) Ya da ekipten birine işkence yapıldığını izliyorlar bir ekran başında, sanki hava durumu izliyorlar. Oysa yan rollerdeki oyuncular, onların olduğu kısımlar sahneler süper oluyor; en vurucu yerde en vurucu müzik giriyor mesela kendimizi olayın içinde buluyoruz, her şeyi hissediyoruz. Ya da olaylar çözüldükten sonra o son söz namına özlü bir söz ettikleri kısımlar (Dostoyevsky'den Nietzsche'den gibi) gayet etkili, yerinde oluyor. Ama ekip bir geliyor ekrana, üstümüze klima üflüyor.
O yüzden öyle içimden gele gele tavsiye edemiyorum Criminal Minds'ı izleyin diye. Eh yani öyle aksiyonlu, suçları ve suçluları iyi işlenmiş bir drama izlemek isterseniz değişik bir ortamda - güney kore'de - keyifli gelebilir. Ama öyle çok da takılmayın.

Dizinin bitiş jeneriklerinde çalan iki şarkı muazzamdı bu arada. Dinletmeden geçmem:



20 Eylül 2017 Çarşamba

içimize oturan Moon Lovers - Scarlet Heart Ryeo (2016)

Daha geçenlerde okudum, araştırmalar sonucu ortaya konmuş bir gerçek var. İzlediğimiz filmlerin ve dizilerin hikayelerinin içine girebiliyoruz kısa bir süreliğine, izleme süremiz boyunca. Beynimiz izlediğimiz o "gerçekliği" kısa bir süreliğine de olsa kabul edebiliyor ki böylece izlerken hadi caaanım saçmalık öyle de şey olur mu gerçek değil ki bu diye habire dürtüklemiyor da o süre içerisinde rahat rahat izleyebiliyoruz. -Muşuz yani, bilim insanları öyle söylüyor. Yani beynimiz önünde bulduğu gerçekliği gerçek olmadığını bilse de kısa bir süreliğine kabul ediyor, oynat tuşuna bastığımızda ya da sinemada ışıklar söndüğünde beynimiz de bir tuşa basıveriyor ve tık! o anda izlediğimiz dünyaya ışınlanıyoruz. Bu duruma bir de isim vermişlerdi ama unuttum, neyse. Buraya kadar bilim insanlarının dediği her şey mantıklı, doğru da hatta. Hakikaten öyle yapıyoruz, yoksa oturup da hiçbir şey izleyemezdik. Benim merak ettiğimse o tuşa basıp, ışıkları geri açtığımızda neden bazılarımız hala o dünyada kalıyor, çıkamıyor?
Bunun için de bir diğer araştırmanın sonuçlarından yararlanıp bir miktar açıklama getirebiliyoruz sanırım. Beyinlerimiz bitmeyen ya da kötü olan şeyleri unutmuyormuş. Yani güzel bir şekilde sonuçlanan ve bizi tatmin eden bir cevapla yolcu eden durumları, olayları, insanları gönül rahatlığıyla unutuyoruz. Unutuyoruz deyince öyle pek bir acı oldu ama öyle unutmayı kastetmiyoruz, yani içimizde güzel bir yere, ona ayrılmış hoş bir yere yerleştirip, rahat ediyoruz demek gibi bir şey bu. Ama kötü sonuçlanan veya hiç sonuçlanmayan, bize istediğimiz cevabı mutluluğu sonucu vermeyen şeyleri ise bir türlü "let go" yapamıyormuşuz (Frozen'daki şarkı gibi okuyalım bu let go'yu :) ). Tekrar tekrar o şeye dönüyor, beynimizdeki o yeri ziyaret ediyor, kendimize işkence edip duruyormuşuz uzun lafın kısası. Bitmemiş bir resim gibi düşünün, maket, heykel, örgü, dikmeye başladığınız bir giysi, bestelemeye başladığınız bir şarkı, yazmaya başladığınız bir şiir, hikaye gibi. Bitirdiğiniz bir resmi güzelce çerçeveletip duvara asarsınız ve her gördüğünüzde size güzel duyguları verir, görevini yerine getirir. Oysa o bir türlü bitmeyen resmin önüne oturursunuz her boş bulduğunuzda, gece uykularınızdan uyanır karşısında bulursunuz kendinizi. Her defasında bir çizgi eklersiniz, bir fırça darbesi savurursunuz. Hep aklınızın bir köşesinde, elmanın içini kemiren kurt gibi durur, bir türlü gitmez. İşte sanırım bazı filmlerden, dizilerden, hikayelerden çıkamayışımızı da kısmen böyle açıklayabiliriz.
Bu noktada kocaman bir spoiler vermiş olma pahasına da olsa anlatmaya devam edebilmem açısından yazacağım, benim için Moon Lovers'ın bu kadar etkili olmuş olmasının sebebi bu büyük oranda. Sadece - psikolojik anlamda - ortada bırakmış olmasından değil tabi, hakkını da teslim edeyim mükemmel bir hikaye yazmış ve çekmişler. Tablo gibi görüntüler, müthiş müzikler eşliğinde ekranda süzülürken bir yandan da kendinizi hikayenin içine yakanızdan tutup çekilmiş halde buluveriyorsunuz.
Hikayemiz günümüzde güneşli bir günde başlıyor. Herkes ailesiyle, arkadaşlarıyla, sevdikleriyle güzel bir göl/deniz kenarı gibi bir sayfiye yerinde günün keyfini çıkarıyorken 25 yaşındaki Go Ha-Jin harap bir halde bir köşede oturmaktadır. Sevgilisi pisliğin teki çıkmış, işinde hiçbir şey yolunda gitmemiş, hayatı tamamen dibe vurmuştur. Kendi kendine tüm hayatının bittiğini düşünüp, kahrolurken bir çocuğun önünde suya düşüp, boğulmaya başladığını görür. Önce şaşkınlıkla ne yapacağını bilemez, çocuğun düştüğünü başka kimse fark etmemiştir. Sonunda çocuğu kurtarmak için suya atlar (ki bu noktada ben neden bir Gryffindor değilim de Ravenclaw'um çok net anlamış bulundum, ben orada suya atlayacağıma bağırır çağırır insanları toplar onların çocuğu kurtarmalarını sağlardım, atlayınca bağırdım açıkçası kızım manyak mısın ne atlıyorsun diye, neyse). Bu sırada insanlar da fark eder ve Go Ha-Jin çocuğu suda bulup, yukarı uzatır. Ama tam da o anda güneş tutuluyordur ve evrenin mistik güçleri devreye girer, daha az önce keşke uyusam da yüzyıllarca binlerce yıl uyanmasam diye içinden geçiren kızımızı suyun daha da dibine çeker ve gözlerini geri açtığında kendini 941 yılında Goryeo Hanedanlığı zamanında bulur. O zamanda yaşayan Hae-Soo isminde 16 yaşındaki bir kızın bedeninde uyanır ve hem hanedanın 9 prensi hem de ülkenin ileri gelen ailelerinin arasındaki taht ve güç mücadelesinin tam ortasında yer almaya başlar.
Dizi Güney Kore'de 29 ağustos-1 kasım 2016 tarihleri arasında 20 bölüm olarak yayınlanmış. Böyle bizdeki gibi muhteşem yüzyıl kösem sultan bağdat fatihi iv.murad gibi bir satır ismi olmasının sebebi de bir uyarlama olması. Scarlet Heart isimli 2 sezonluk Çin dizisinden uyarlanmış. Ki o dizinin hikayesi de Çin bir yazarın Tong Hua'nın 2005'te internette yayınlanan romanı "Bu Bu Jing Xin"den uyarlamaymış.
Goryeo Krallığı 918-1392
Şimdi bu noktada dizinin hikayesine dalmadan önce Kore/Güney Kore tarihinden bir miktar bahsetmek gerekiyor (bayılıyorum tarihten bahsetmeye, anlatmaya, bir sürü detayla boğmaya ama ne yapayım, beni üniversitede tarih hocası yapmayan kader utansın:( ). Goryeo Krallığı 918 yılında Kral Taejo tarafından kurulmuş. Şöyle kabaca bir karşılaştırmalı kronoloji verirsem belki hepimizin kafasında canlanır: Goryeo kurulurken ve dizideki kızımız zaman yolculuğu yaparken burada Anadolu'da Bizans İmparatorluğu var, onun komşuları Ermeni ve Gürcü krallıkları kendilerini ilan etmeye başlamış, aşağıda Arap emirlerinin yönetimleri var. Aya Sofya'nın kubbesi çöküyor ve yeniden onarılıyor. Avrupa'nın ortasında Kutsal Roma İmparatorluğu kurulmuş, Venedikli denizcilerse çoktan cumhuriyetlerini kurmuş, denizlerde dolanmakta. Haa bizim at sırtındaki Türk boyları nerede bu sırada derseniz, Karahanlılar ve Gazneliler olarak uğraşıp duruyorlar.
Bu Goryeo Krallığı bugünkü Kore'ye Kore dememizi sağlayan krallık. İlk kralı Taejo (ki dizide de başladığımız kral o) kendinden önce büyük ailelerin yönetimi altında bölünmüş bir halde olan ülkeyi birleştirmiş. Bunu da yalnızca sefer yaparak gerçekleştirmemiş, kafasını kullanmış, siyaseti tüm hayatına yedirmiş. Gitmiş sınırları içinde ne kadar önemli aile varsa hepsinden bir kadınla evlenmiş ve her aileden bir prens doğmuş. Böylece isyan çıkarabilecek, bağımsızlık isteyebilecek ordusu olan her bir aileye yönetimde söz vermiş gibi yapıp, kendini merkeze oturtmuş. Tabi bu sistemin de çok büyük bir sıkıntısı var. Mevcut kraldan sonra tahta hangi prens geçecek? Kral Taejo bunun için en büyüklerini veliaht prens ilan etmiş ama ortada bu kadar çok prens ve arkalarında da bu kadar çok güçlü aile olunca isteyen veliahtı yerinden edip, veliaht olabilme hakkını görmeye başlıyor kendinde. İşte bizim hikayemiz de tam bu noktada başlıyor.
Böyle baktığımızda dizinin anlattığı dönem ve olaylar oldukça ilgi çekici ve aksiyon, entrika dolu. Oldukça heyecan verici bir şekilde de ilerliyor zaten. Oyuncuların performanslarından bahsetmeden önce özellikle aksiyon sahnelerinin güzelliğini belirtmem gerekiyor. 4.prens Wang So'nun tek başına bir tapınağa daldığı bölümü tekrar tekrar açıp izliyorum (ah keşke ben de öyle dövüşmeyi öğrenebilsem, manyak bir şey o bölüm). Prensler, suikastçiler, isyancılar vb. arasında gerçekleşen tüm dövüş sahneleri ayrı birer sanat eseri olmuş. Tüm bu sahnelerdeki ses ve müzik detayları ise sanırım etkilerini pekiştiren en büyük elementler. Hele 4.prensin ve onu getirenlerin tam güneş tutulması sırasında at üstünde krallığın başkentine doğru gelişini gösteren bir iki dakikalık bir sekans var ki müziğiyle, renkleriyle, çekimiyle her şeyiyle siz de onlarla birlikte gaza gelmiş dört nala at sürüyor gibi oluyorsunuz (tekrar tekrar izlediğim sahnelerden biri daha).
esas kızımız Hae-Soo
Oyunculara gelirsek, ilk olarak her şeyin suçlusu kızımıza çemkirip rahatlayayım istiyorum. 20 bölüm boyunca izlediğimiz Hae-Soo en başlarda çok sinir bozucuydu. Zaman zaman abartılı çıkışları varken çoğunlukla tepkisiz oynadı. Senaryo veya yönetmen ona böyle demiş olabilir, kim bilir ama mimiklerinin tepkisiz görünmesi demek gözlerinle, vücut dilinle dahası enerjinle bir şeyleri anlatmaya çalışmaman demek değildir. Senaryoda olan şeyleri gerçekten hissedebilen bir oyuncu bunu ekrandan bize de aktarabilir, konuşamasa, hareket edemese bile. Hikaye ilerledikçe kızımız da büyüdü ve bu tepkisizliğinin içindeki anlık saçma çıkışları da kayboldu, artık tamamen donuk bir şekilde oynamaya başladı. Çünkü sanırım karaktere bir olgunluk çöksün demişler ve o da o zaman ben de donarım demiş. Etrafındaki oyuncular ve hikayenin bize anlattıkları, müzikler, makyajlar, atmosfer olmasa esas kızımızı oynayan oyuncunun bize pek bir şey hissettiremeyeceği açık. Ama bu haliyle yine de ortaya idare eder, hikayenin içinde bir şekilde yuvarlanıp giden bir performans ortaya çıkarmış durumda. Oysa ki canlandıran oyuncu (ki Lee Ji-Eun sahne ismiyle IU diye bir şarkıcı) tam da karaktere uygun bir görüntüde, ufak tefek, çelimsiz, saf ama sevimli bir görüntüde. Azcık da oynayabilseymiş şahane olurmuş.
ah be Wang So
Prensler ise resmen döktürerek dolanıyor 20 bölüm boyunca. Sırf buradaki karakterin kişiliği ve o karaktere hayat verebilme şeklinden dolayı dizi boyunca esas kızımız gibi adım adım benim de aşık olduğum 4.prens Wang So'yu canlandıran Lee Joon Gi tam anlamıyla kendisi tarih yazıyor. O tarihi kostümler bile onun üzerinde bir başka duruyor, saçma sapan peruklar olduğunu bilmemize rağmen kafasında saçları, maskesi her şeyi bir ayrı karizmaya dönüşüyor. Çünkü oyuncu Lee Joon Gi'den delicesine bir enerji fışkırıyor. Tüm o nefretini, yalnızlığını, sevgiye aç masum bir çocuğun üstüne geçirdiği o zırhını, çok istese de duygularını belli edemeyişini hepsini öyle bir güzel anlatıyor ki. Hikayeyle birlikte o "kurt köpeği" halinden yavaş yavaş nasıl sıyrıldığını, yaralarını aşkıyla sarıp sarmaladığını, o kadar kuvvetine rağmen yine de olan biten her şeyi o kadar da değiştiremediğindeki o saf çaresizliğini onunla birlikte yaşıyoruz. Bu artık bence tamamen başka seviye bir oyunculuk. Çünkü dizi dışında tamamen bambaşka bir insan gibi görünüyor Lee Joon Gi, tabiki sokakta birlikte top koşturmadığımız için en "kendi" halini bildim demiyorum ama internette yansıttığı haliyle kendisi gayet neşeli, eğlenceli, kıpır kıpır ama bir yandan da çok zarif, işine acayip düşkün, manyak derecede disiplinli ve çalışkan bir insan gibi görünüyor. Özellikle dans ve dövüş sanatları konusundaki yeteneklerine şapka çıkartılmayacak gibi değil (Resident Evil'ın son filmini görmüş müydünüz?!). Şarkıcılığı, yaptığı müzik hiç benlik olmasa da o konuda da çalışkanlığını ve azmini takdir etmek gerekiyor. Wang So karakterine aşık etti beni, gerçekte kendisineyse hayran bıraktı "insan" olarak.
soldan sağa:14-10-8-esas kızımız-4-13-3
Lee Joon Gi'ye hayranlığımı da sayfalarca ifade ettikten sonra diğer prenslerden söz edebilirim. Dizide tabiki hikayeyi karmaşıklaştırmamak adına kral Taejo'nun nerdeyse sayıları 25'i bulan prenslerinden bazıları ile karşılaşıyoruz: Saf ve iyi niyetli abilerin abisi ama kara bahtlı Veliaht prens Wang Mu, cadaloz annesinin elinde büyümese belki de iyi bir insan olacak olan ama bu halde tüm kötülükleri üstlenen 3.prens Wang Yo, demin bahsettiğim 4.prens Wang So, iyi ve bilgili bir adam olmasının yanında aslında annesi ve entrikacı kız kardeşinin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayan sessiz 8.prens Wang Wook, sinsi bakışlarıyla olaylara karışmaz gibi görünüp aslında saman altından her şeyin içine eden kenafir yüzlü 9.prens Wang Won, dünyalar şapşiği hiç büyümeyen 10.prens Wang Eun, böyle bir entrika ortamında doğmasa müziği ve sanatıyla dünya üstünde cenneti yaşayacak olan bu acıları hiç hak etmeyen yumuşak bakışlı 13.prens Baek-Ah, ortamın en küçüğü ama en haylazı habire üstü başı dağıtıp ortalıklarda dövüş arayan ama iyi niyetli 14.prens Wang Jung.
Hepsi de canlandıran oyuncuların gayet güzel performanslarıyla akıllarda yer ediniyor.
bana mutluluğun resmini yapabilir misin abidin?
Bir dolu şey söylemek istiyorum. Neden böyle bittiğini, beni niye bu kadar etkilediğini saatlerce tartışmak istiyorum. Aslında diziyi izlerken neden böyle yaptığını beni ve izledikten sonra neden öyle bir hale soktuğunu kısmen de olsa en başta anlattığım bilimsel gerçeklere dayandırabiliyorum. Ama diğer kısmı da sanırım hikayeden dolayı. Yani öyle bir noktada başlıyor ki esas kızın hikayesi, direkt içselleştirmeme sebep oldu ilk dakikalardan. Hepimizin düştüğü bir durumda buluyoruz onu. Hayatı en dibe vurmuş bir halde ne yapacağını bilemez şekilde dizlerini kendine çekmiş, kafasını dizlerine koymuş, bir çıkış yolu arıyor ama yok. O noktada bir mucize oluyor ve hakikaten de bir çıkış yolu açılıyor ama tam da hayal ettiğimiz veya tercih edebileceğimiz şekilde değil. Çünkü kendini ortasında bulduğu dünya, dibine vurduğu öbür dünyadan kat be kat daha tehlikeli aslında. Yine de içindeki umut kırıntısıyla, yaşam azmiyle tutunuyor bu yeni dünyaya. Gayet ilişki kurabileceğimiz bir hikaye bu aslında. Ama beni kötü eden, bu kadar içime oturan kısımlar da buradan sonra başlıyor. Bu yeni dünyada esas kızımız adım adım çok güzel bir yaşam kuruyor bir nebze de olsa. 
herkes bir aileyken
En başta, ilk bölümler süresince tüm prens kardeşler ve kızımız derininde şimdiden taht kavgaları, entrikalar kök vermeye başlamış olsa da yüzeyde çok güzel bir şey oluşturuyorlar. İşte o ilk bölümlerde hikayenin insana hissettirdiği o duyguların sonraki bölümlerde ilerledikçe kağıttan bir kule gibi tek tek yere indiğini, o dünyanın o karakterlerin tek tek savrulduğunu izledikçe kahroluyorsunuz. Eğer en baştaki o hallerini onlarla birlikte yaşamamış olsanız belki bu kadar etkilemeyecek. O şeyleri onlarla birlikte hissetmemiş olsanız belki olayların geldiği hale bu kadar içiniz acımayacak. Ama hikaye her yeni açılan katmanıyla birlikte sağlı sollu geçiriyor tokatları. En başında o kadar mutlu hissetmemiş olsak sonrasında da mutsuzluğumuzun acımız bu kadar derin olmayacak belki de. Her seferinde şimdi iyi olsun artık dediğimiz noktada hikaye üstümüze gelmeye, acı eşiğimizi zorlamaya devam ediyor.
Bilmiyorum sevgili kayıp çocuklar, vallahi bilmiyorum. Belki ben abartıyorum ama böyle de bir hikaye izledim, hayaletinden kurtulamıyorum.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...