korkunç ekim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
korkunç ekim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2017 Pazartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2017

En başından beri burada olanlar hatırlar, eskiden (çook eskiden) ekim ayı Neverland için korku filmleri izleyerek camları döven yağmurun, şimşeklerin aydınlattığı karanlık gecelerin keyfinin çıkarıldığı, çok sevdiğimiz yazın yerini insafsızca sonbahara (ki Ankara mevzu bahis olduğunda direkt kışa) bıraktığı kurşuni günleri karşıladığımız zamanıydı yılın. İlk başladığım yıl Neverland'in de binbir umutla başladığı yıldı: 2011. Sonrasında 2012'de ve 2014'te yapmaya izin vermiş ruhsal durumum ancak. Neyse kötü geçmişi boş verelim. Önümüze bakalım.
Yine geldi çattı yılın bu zamanı ve biz hadi bu sene Korkunç Ekim'in gene keyfini çıkaralım.
Bu sene her hafta bir tane olmak üzere seçtiğim filmler:
Bu sene gayet keyifle, bir dolu korku-gerilim filmi listesini taradıktan, uzun uzun listeler çıkardıktan sonra en son bu filmleri seçtim, kendi kriterlerime göre. Siz de ister ya bu benim seçtiklerime şans verin daha önce izlemediyseniz (belki gene izlemek isterseniz) ya da kendi listenizi oluşturun, hep birlikte izlemeye başlayalım.


Önceki Korkunç Ekimler:
2011: 
2012:
2014:

26 Ekim 2014 Pazar

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2014 : The Shining (1980)

Elimizde Stanley Kubrick, Stephen King ('in romanı), manyak manyak bakan Jack Nicholson, uzuuun kış günleri boyunca Colorado dağlarında boş bırakılan kocamaaan bir otel, sinema dünyasının en arıza veletlerinden biri, sevgi kelebeği şeklinde dolanan bir Shelley Duvall var. Ve sene 1980.
The Shining 2 buçuk saat boyunca Overlook Hotel'de bir nevi kış bekçisi olarak bulunan 3 kişilik çekirdek aile Jack, Wendy ve oğulları Danny'nin tüyler ürpertici hikayesini anlatıyor. Bir gerilim filmi için herşey hazır, hatta en başından itibaren o kadar hazır ki yuh diyorsunuz. Wendy dönemin modasını dibine kadar yansıtan kıyafetler içinde sevgi dolu bakışlarla ekrana çıktıkça bağırmak geliyor insanın içinden "kaç kızım bu adamdan! oğlanı da al toz al! ne o öyle dağ başlarındaki otellere gitmeceler. manyak mısın? adam daha ilk saniyeden tekinsiz tekinsiz bakıyor zaten." diye. Ama Wendy bulup bulabileceğimiz en saf, sevgi dolu insan çıkıyor. Hiçbir şeye gık demiyor.

Wendy Carlos ve Rachel Elkind'in filmin ilk dakikalarından itibaren kulaklarımızı ele geçiren müzikleri ise hiç dur durak bilmeden insanı geriyor. Görüntülere bakarken aslında hiç ses yokmuş gibi, hatta herşey sessize alınmış gibi hissediyorsunuz ama o gerim gerim geren müzik hep orada. Hiç rahat bırakmıyor.

Ve tabi hemen hemen her sahnede ikonik görüntülerle karşılaşıyoruz. Daha önce internette defalarca paylaşılan, caps'lere, karikatürlere konu olan resimlerle dolu sahneler uçuşuyor gözümüzün önünde.
The Shining uzun zamandır izlemek istediğim bir filmdi. Korkunç Ekim bahanesiyle görmüş de oldum. Ama nasıl diyeyim, bundan da çok zevk almadım. İçim sıkıldı, baygınlık geldi. O yüzden böyle resmen baştan savma bir yazı yazıyorum, kendimden utandım valla ama üzgünüm, içimden gelmiyor.

12 Ekim 2014 Pazar

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2014 : Rosemary's Baby (1968)

Okumaya başlamadan önce hemen aşağıdaki videoyu başlatın, müzik kulaklarınıza dolarken, bir yandan da benim dediklerime bakın.


"Rosemary's Baby" 1967'de bir çok-satan olmuş aynı adlı Ira Levin kitabından uyarlanmış, Roman Polanski'nin Amerika'da yaptığı ilk film olma özelliğini taşıyor. Öncelikle bunları söylememiz gerek. Çünkü filmi, sırf kendisiyle değil, çekildiği dönemle, dahası kitabın yazıldığı dönemle değerlendirmek en sağlıklısı.
Roman Polanski hem senaryoyu yazıp, hem de yönetmiş. Birçok yerde yazdığına göre kitap metni üzerinde değişiklik yapabileceğini düşünmediği için sayfaları olduğu gibi senaryoya dönüştürmüş, diyaloglar bile aynı diyor kitabı bilenler. Yani önümüzde oldukça sadık bir uyarlama var.
Manhattan Upper West Side'daki Dakota Binası, filmde kullanılan bina.
Peki neyi izliyoruz bu 2 saati aşkın filmde? Rosemary ve kocası Guy Woodhouse, genç mutlu bir çift. Yeni bir ev ararlarken New York'ta, Bramford apartmanında bir daire buluyorlar, Rosemary'nin pek hoşuna gidiyor daire, hemen taşınıyorlar. Yan komşuları yaşlı Minnie ve Roman Castavet çifti. Çiftin evlerinde misafir ettikleri Terry'nin bir akşam camdan atlayarak intihar etmesiyle birlikte, bu yaşlı çiftle görüşmeye başlıyor Woodhouselar. Önceleri yaşlı ve yalnız olduklarını düşünüyor, acıyorlar. Sonrasında ise Guy sevmeye başlıyor onları, Rosemary ise pek de bayılmamasına rağmen katlanıyor. Çünkü tahmin edebileceğimiz gibi komşunun bu kadar sıkı fıkısı bir yerden sonra kabak tadı verir.
Minnie Castavet olarak Ruth Gordon
Yaşlı Minnie Castevet de oldukça meraklı, geveze, temizlik hastası ve görgüsüz. Olur olmadık zamanlarda zili çalıp, hop damlayıveriyor diğer ihtiyar arkadaşlarıyla. Oturup örgü örüp, nefes almadan konuşuyorlar. Her şeyin fiyatını sorup, oo ne de güzelmiş diye etrafı inceleyip duruyor (Minnie bizden, bildiğiniz Türkiye yaşlı teyze tipi--evlerden ırak aman yarabbi).
Rosemary'nin kocası Guy ise ayrı bir alem. Küçük çağlı bir oyuncu olarak, piyasada tutunmaya çalışıyor ve oyuncu kaprisi-havası denen herşey üstünde oldukça fazla var. Rosemary ne kadar saf, masum, düşünceli olursa o da o kadar odun davranıyor. Tripler yapıyor, kaba davranıyor. Sonrasında hep hatasını anlayıp özür diliyor ama temelinde odun olmaya devam ediyor.
Tüm bunların ortasında ince, narin, masum bakışlı Rosemary var. Çocuk yapmaya karar vermeleri ve hamile olduğunu öğrenmesi ile birlikte etrafındaki herkes her şeye karışmaya başlıyor. Gittiği doktoru meraklı komşuları ayarlıyor, içtiği vitamin içeceğini Minnie hazırlıyor. Ağrılar çekiyor Rosemary, kilolar kaybediyor, neredeyse zombiye dönüyor ama onlar hep birşeyi olmadığını, hepsinin geçeceğini söylüyorlar.
Film Rosemary'nin hamilelik sürecinde tüm bu insanlarla yaşadıklarını anlatıyor. Bir korku filmi değil, kesinlikle. Daha çok rahatsız edici bir gerilim. Türünün en iyisi olarak adlandırıyorlar, hatta sonraki tüm gerilim filmlerinde ondan bir parça bulabiliyoruz.
Ben tek oturuşta izleyemedim filmi. Önce bir 15 dakika izledikten sonra bunaldım, bir türlü içine almadı film. Aradan bıraktım günler geçsin. Sonra bir daha açtım ve sonuna kadar izleyebildim. Bir noktadan sonra hakikaten sardı, izlemek istedim. Ama beni germekten, korkutmaktan çok rahatsız etti. Hatta diyebilirim ki hiçbir şekilde gerilmedim. Sadece merakla dolu olarak her dakika kendimi daha da rahatsız hissettim. Haa, ama farkındayım, bu film ben doğmadan 19 yıl önce yapılmış. Ve benim gibi 90'ların 2000'lerin bol bütçeli, aksiyon patlamalı, kanlı bıçaklı korku filmlerini izlemiş jenerasyon için ürkütücü olmaması çok normal. 68'de bir genç insan olarak, ya da bir çocuk olarak bunu izleseydim herşeyin daha farklı olacağını biliyorum sonuçta. Ayrıca bu rahatsız ediciliği, Polanski'nin muhteşem kamera açılarından, mekanları kullanıp bize hissettirdiklerinden kaynaklanıyor. Bu konuda ondan öğrenilecek çok şey var.
Mia Farrow'un ultra süper masumiyeti ve narinliğinin yanında filmin en büyük performansı Minnie gibi bir kadına hayat veren Ruth Gordon'a ait. O kadar gerçek, o kadar yuh artık bu kadar da olmaz dedirten bir hali var ki, bunun için kendisine ödüller verilmesi gerekirmiş kanımca. Ben böyle pasta servis eden, yiyen bir karakter daha görmedim sinemada, göremem de.
Film, Korkunç Ekim filmi olarak beni pek tatmin etmese de ve hiç benim tarzım olmasa da sezarı öldürür hakkını yemem. Siz siz olun, çocuk sahibi olmayı falan düşünüyorsanız bunu hiç izlemeyin.

Kitabın-filmin geçtiğimiz sene yayınlanan bir 4 saatlik mini serisi de yapıldı bu arada. Zoe Saldana'nın başrolünde olduğu dizinin fragmanına şurdan ulaşabilirsiniz: link


1 Ekim 2014 Çarşamba

teşrin-i evvel'den ziyade Korkunç Ekim'e hoşgeldik

"Ekim ayı genellikle fazla tatil barındırmayan, okulların iyice derse gömüldüğü, havaların bozduğu öyle pek bir renksiz, pek bir iç karartıcı bir ay gibi gelir." yazmışım bundan 3 sene önce. Pek bir şey değişmedi sanki bu sürede. Ekim ayı hala aynı anlamı taşıyor. Türkçe'de ekinlerin ekilmesinden yola çıkıp, verilen ismiyle; İngilizce'de Romalıların ilk halinde takvimin sırasından dolayı verdiği (Latince octo=sekiz'den october mensis=sekizinci ay) isimle hep aynı ay. Aslında Anglo-Saxon tarihindeki ismi daha bir güzel daha bir karizmatik; Winterfylleth. Kış dolunayı gibi bir şekilde çevirebiliriz, kışın başladığını haber veren dolunayı simgeliyormuş çünkü ekim ayı [Kaynak]. Bu isimde bir black-metal grubu bile var, eh haliyle.
Neyse ne zamandır benimlesiniz bilmiyorum, ama yeteri kadar uzun zamandır buradaysanız çoook eskiden Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi yapıyordum. Ekim ayının ruhuna uygun, şöyle en klasiğinden en kıytırığına korku filmleri izliyorduk hep birlikte. Ekim ayını korku filmleri ayı ilan etmiştim kendimce.
Ama malum ruhsal durumumdan dolayı da ara vermiştim. Bu sene içime yine doldu o heyecan, hadi gelin gene başlayalım. Ekim sonuna kadar her hafta bir film izleyelim ve bu, görünüşte hiçbir özel anlam barındırmayan bu soğuk, tekdüze aya bir dolu anlam yükleyelim.
Bu seneki filmlerimiz
1-)1968 tarihli Rosemary's Baby
2-)1978 tarihli Halloween
3-)1980 tarihli The Shining
4-)2005 tarihli Constantine
olacak. Yani şimdilik planımız böyle. Arada bulamadıklarınız, ulaşamadıklarınız olur. Eh o zaman telafi için yerine bir başkasını izleyebilirsiniz.
Hadi bakalım, ilk seferinde de dediğim gibi, pagan ruhlarına selam olsun.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2012 : Bram Stoker's Dracula (1992)

Büyükler için yazılmış, büyükler için sahne sahne çizilmiş bir masal bu. Kan dolu, cinsellik dolu, acı ve vahşet dolu bir masal. Wojciech Kilar'ın her bir sahnesinde üstünüze üstüne gelen müziğiyle titreyip, izlediğiniz her bir doğaüstü görüntünün bilgisayarda değil, gerçek el emeğiyle yapıldığını bildiğiniz bir masal.
Kitabı okumamış olanlar için söyleyeyim, Bram Stoker'ın 1897 tarihli romanı ne vampirler hakkında yazılmış ilk şey, ne de son. O kendi Dracula'sını yazdığında zaten yaklaşık 20 yıldır Avrupa edebiyatında vampir sesleri duyulmaktaymış. Stoker'ın yaptığı, oldukça şaşaalı bir biçimde, Dracula'ya bir geriplan, bir tarihi zemin ve kendinden sonraki neredeyse tüm vampir sanatı etkileyecek teoriler vermek olmuş gibi duruyor.
Bunca yıllık vampir okuyucusu ve izleyicisiyim (şurada), gene de kitabı okuduğumda oldukça şaşırmıştım. Stoker her şeyin başladığı yerdi, temellere inmiştim ve hiç bu kadar zevkli olmasını beklemiyordum. Günlükler ve mektuplarla, gazete küpürleriyle anlatıyordu hikayesini Stoker. Tarihi araştırmalarını olduğu gibi yansıtmıştı yazınına, ama bu durum yazdıklarını sıkıcı değil daha da ilginç, daha da akıcı yapıyordu.
Coppola'nın da yaptığı tam olarak bu. Stoker'ın tarzını almış, aynen kullanmış. Üstüne o da kendi "tarihini", arkaplanını katmış. Avrupa'ya yürüyen Osmanlılar'la savaşan, kiliseye hizmet eden, delicesine aşık olan, acı çeken, trajediler yaşayan bir Kont Dracula çıkarmış ortaya. Yaptığı onca eklemeye karşın gene de romana en sadık denilebilecek bu uyarlamada Coppola, romandaki şekilde anlatmış bize hikayeyi.
Bol bol sesli anlatımlar var - bu background voice ya da voiceover türü şeylere ne deriz bilemedim ama anladınız siz -, karakterlerinden mektuplarından dinliyoruz ve izliyoruz olayları. Oldukça karanlık atmosferi filmin, öyle de olmasını bekliyoruz zaten, ama renkler alabildiğine yumuşak. Açılış sekansındaki 1462 yılı sisli ve kırmızı, gölgelerle doluyken, 1897 yılının Londra'sı mavili siyahlı, yine sisli bir Victoria Dönemi şehri.
Film anlatımındaki güzellik ve müziklerindeki etkileyiciliğinin yanında benim için tam bir Gary Oldman şovu oldu. Johnny için "versatile actor" demeyi çok severler ama Gary Oldman bu işin ustası, kitabının yazarı.
Onun gibi başka her bir filmde, her bir karakterde farklı bir ses tonu, farklı bir aksan, farklı bir yüz kullananı var mıdır, bilemiyorum. (tamam belki vardır ama ben daha ancak 500 küsür film izledim, görmemiş de olabilirim) Coppola Dracula'yı hangi şekle sokmak istemişse girmiş, bunun yanında o kadar etkileyici o kadar hipnotize edici de olabiliyor ki bunun için doğmuş diyorsunuz.
Vampir algımızı getirdikleri yerde, hepimiz ister istemez alabildiğine çekici, inanılmaz güzellikte, ağız sulandıran, kendimizden geçirten, doğanın en kötü, en şeytani yaratığı olsa da içinde sevgi gibi birşeyler olan bir figür bekliyoruz. Kötülüğün güzelliğine kapılmak istiyoruz. Gary Oldman'ın Kont Dracula'sı da bunu veriyor bize, henüz 34 yaşının verdiği karşı konulmaz cazibesiyle hem de.
Film zamanında en iyi efekt, en iyi makyaj, en iyi kostüm dallarında Oscar almış, belki de en iyi vampir filmlerinden biri. Winona Ryder'ın tv filmi olacak diye yazılan senaryoyu Coppola'ya götürmesi ile çekildiği söylenen filmin oyuncu listesi sonraki 10 yılda Hollywood'un tepesine oturacak isimlerle dolu.
Altın çağını yaşayan Winona'nın dışında o zaman sırf genç kızları çeken yakışıklı biri olsun diye seçilen Keanu Reeves, dönemin en büyüklerinden Anthony Hopkins, Tom Waits, Billy Campbell, Cary Elwes ve Richard E.Grant var. Lucy Westenra için seçilen yeni isim Sadie Frost tamamen hayalkırıklığı olsa da Dracula'nın gelinlerinden biri olarak ufaktan gördüğümüz daha yolun başındaki bir Monica Belluci hoş bir sürpriz oluyor.
fenere bayıldım da buradaki
Sonuçta 128 dakikalık bir Dracula efsanesi izliyoruz. 2 saat insanın gözünü korkutsa da bir kez içine girdik mi masalın onunla birlikte uçuyor, gidiyoruz. Alttan alttan çok acıklı bir aşk hikayesi, büyük bir adamın trajik yaşamını izliyor olsak da eğleniyoruz, keyif veriyor yer yer saçmalığa varan mimikler, absürd replikler.
Korkunç Ekim Korku Filmleri serisi için güzel bir oldu böylece. Mutlu etti beni, tüylerimi ürpertti, hoş bir korku filmi izlettirdi. Ama tabi ki, delicesine korkutmadı. Olsun, her film bir Chucky değil.
(bu arada resimlerin sırası alabildiğine karışık, hala kitabı okumamış, hikayeden haberi olmayanlar için film gene de azıcık sürpriz olsun diye.)

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2012 : Plan 9 From Outer Space (1959)
Korkunç Ekim Serileri'nde önceki yıl:
House of Frankenstein (1944)
Psycho (1960)
Nightwatch (1997)

25 Ekim 2012 Perşembe

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2012 : Plan 9 From Outer Space (1959)

Selamlar, dostum. Hepimiz gelecekle ilgileniyoruz, Çünkü yaşam gelecekte de devam edecek. Ve unutma dostum, Bu ve benzeri olaylar seni gelecekte de etkileyecek. Bilinmeyenle, gizemli olanla ve açıklanamayanla ilgileniyorsun, Bu yüzden buradasın.
Hepimiz biliyoruz ki yaşanacak bir zaman olduğu gibi , Öleceğimiz bir zaman da vardır. Yine de ölüm her zaman, geride kalanları sarsar. Ölümün en sarsıcı yanı, uyarı olmaksızın,aniden gelmesidir.
-Bu da neyin nesi?
-Bu şey dünyaya ait olamaz...
-Ses duymaktan hoşlanmam. Özellikle de hiç ses olmaması gereken yerlerde.
Daha sonra da askeri züppeler duruma el koydu. Sonra bu olanları gizli tutmamız için yemin ettirdiler. Artık dayanamıyorum. Böyle şeyler yıllardır oluyor. Onlar dünyamızdalar, bu bir gerçek. Artık insanların bunu bilmesi gerekiyor. -Yapabileceğin bir şeyler olmalı. Ne yazık ki yok. Sızlanmanın ne anlamı var ki... Dün gece bu dünyaya ait olamayacak uçan bir cisim gördüm. Ama tek kelime edemiyorum. Ordu beni susturuyor! Gördüğüm şeyi kabullenemiyorum bile.
Her insanın yaşamında, gözlerine inanamadığı bir an vardır. Hollywood üzerinde uçan daireler görüldü! 
-Ne manzaraydı ama değil mi efendim. 
-Bir daha görmeyi istemediğim bir manzara...
-Hükümet görevlileriyle bağlantı kurduk. Varlığımızı kabul etmiyorlar
-Şimdi hangi planı uygulayacağız ?
-Plan 9...
-Plan 9'un amacı ölüleri diriltmek. Yeni ölmüş insanların salgı bezlerine uzun mesafeli elektrotlar gönderiyoruz.
Düşünebildikleri sürece sorunumuz var demektir. Biz sadece düşünemeyenlerden faydalanabiliyoruz. Yani ölülerden. Elektrot silahlarımızla dirilttiklerimizden. Dünyalılarla ilgili ilginç bir şey var...Nedense düşünebilenler, düşünemeyenlerden korkuyor: Ölülerden.
Başlangıçta havai fişekleriniz vardı, zararsız patlayıcılar. Sonra el bombaları. Tek seferde pek çok insan öldürüyordunuz. Sonra bombalar, daha büyük bombalar. Daha çok insan ölmeye başladı. Sonra bilimadamları atom bombasını yaptılar. Atomu parçaladılar! Ardından hidrojen bombası, neredeyse atmosferi yok ediyordu. Şimdi de tüm evreni yok edecek patlayıcıyı bulmak üzeresiniz. Geriye son bir patlayıcı kaldı: Solaronit. 
-Böyle bir şey yok.
-Size göre öyle. Oysa biz asırlardır biliyoruz. Bilimadamlarınız diğerleri gibi onu da bulacak. Ancak ilkel beyinleriniz, meydana gelecek felaketi anladığında çok geç olacak.
Kendinizi kurtarmak için başka bir insanı öldürmek delilik mi? Siz bunu yaptınız. Bir ülkenin kendisini korumak için diğerini yok etmesi delilik mi ? Bunu da yaptınız. Öyleyse nasıl oluyor da bir gezegenin varlığını tehdit eden başka bir gezegeni yok etmesi .
Dostum, az önce izlediklerin yeminli ifadelere dayanmaktadır. Bunun yaşanmadığını kanıtlayabilir misin ? Belki de evine giderken, yanından birisi geçecek, ama onun uzaylı olduğunu, asla bilemeyeceksin. Pek çok bilimadamı,diğer uygarlıkların bizi izlediğine inanıyor. Bir zamanlar atsız arabalara gülüyorduk, uçak, telefon, ampul, vitaminler, radyo ve hatta televizyon ! Ve şimdi de uzayda birileri bize gülüyor. Tanrı yardımcımız olsun... Gelecekte de...
Film tüm zamanların en kötü filmi, Edward D.Wood,Jr. da tüm zamanların en kötü yönetmeni olarak görülüyor pek çok yerde. 1956'nın sonlarında çekilmesin rağmen 1959'a kadar gösterime girememiş olmasının sebebi de bu. 90'ların ortasında - büyük oranda Tim Burton'ın yönettiği ve Johnny'nin oynadığı 94 yapımı "Ed Wood" filmi sayesinde - film yeniden keşfedildiğindeyse o kadar kötü olması sayesinde efsaneye dönüştü. İzlerken, en amatör sinema izleyicisinin bile gözüne gözüne sokulan pek çok şey yüzünden kötüydü film. Aynı banyo perdesini her dekorda, her sahnede görüyoruz örneğin. UFO olarak Hollywood semalarında dolanan şeyler maketlerden, tabağa çanağa herşeyi kapsıyor. Zombi olarak dirilenler nedense dirildiklerinde Vampirella, Kont Dracula ve Frankestein oluyor. İlkokul müsameresi tadında diyaloglar yaşanıyor, her karakter "şimdi durum böyle, ben gideyim şöyle, o zaman yapayım öyle" tarzında replikler ediyor. Efekt namına ucuz işçilikten öteye gidemiyor görüntüler. Herkes boş boş bakıyor, donuyor, sahnede olan şeylerin yarısı kadrajda yarısı dışarıda duruyor. Oluyor da oluyor bir sürü saçmalık. Ama bunların hepsi birleşip yine de bir sinema efsanesi ortaya çıkarıyor. Sanki bir çocuk, inatçı ve acayip pembe gözlüklü bir çocuk arkadaşlarını çağırmış, sokaktaki çer çöpten oyuncaklar yaratıp, kendi aralarında bir oyun oynatıyor.
Korkunç Ekim Korku Filmleri Serimizin ilk filmi, beklediğim üzere beni korkutmadı böylece. Herhalde suç camdan gözüme gözüme vuran güneş ışığı olamazdı diyorum ben.
(Burada pek de eğlenceli bir incelemesi var filmin.)


Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2012 : Dracula (1992)
Korkunç Ekim Serileri'nde önceki yıl:
House of Frankenstein (1944)
Psycho (1960)
Nightwatch (1997)

24 Ekim 2011 Pazartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi III : Nightwatch (1997)

"Halloween" münasebetiyle ilan ettiğim Korkunç Ekim'de yarıyı atlattık, 40'lı 60'lı yılların korku sinemasını geride bıraktık. Siyah-beyaz dönemin hem doğaüstü canavarlı hem de kanlı bıçaklı "horror"larını tecrübe ettikten sonra artık gönül rahatlığıyla renkli dönemin göbeğine 90'lara atlayabiliriz.
"Nightwatch" Danimarkalı yönetmen-senarist Ole Bornedal'in 1994 tarihli kendi yazıp yönettiği "Nattevagten" adlı filminden "hollywoodlaştırılmış" bir cinayet-polisiye-korku filmi. Güzel bir ayrıntı olarak ABD versiyonunu da Bornedal yönetmiş. Oyuncu kadrosu döneminin tepedekileri ve tepeye ulaşmakta olanlarından kurulmuş durumda : Henüz bir Obi-Wan olmasa da Trainspotting türü filmlerle keskin bir yol çizen umut vaat eden bir Ewan McGregor, medyum olmamış ama en iyi çağındaki bir Patricia Arquette, karizmatik kötü adam rollerine bürünmeye başlayan bir Josh Brolin ve ağır top Nick Nolte ile filmden 3 yıl sonrasında hayatının rolünü alacağının henüz farkında bile olmayan, tv dizilerinde tutunmaya çalışan bir Lauren Graham.
Hikaye aslında oldukça klasik ve bu klasikliğin hakkını her bir örgüsüyle pekiştirmeye çalışmış. Öyle ki tam da bu türün içermesi gereken herşeyi fazlasıyla içeriyor; önce cinayet durumu göze göze sokuluyor bu sırada olayın tamamen dışında olduğunu düşündüğümüz aklı beş karış havada bir grup gence dikkatimiz çekiliyor. Ardından incelikli ve temposu yerinde ayrıntılarla cinayet ve gizem, gençlerle bağdaştırılıyor. Araya gerilim, her türden dedektif, gençlik zırvaları, yanlış hesaplar, tahminler, kadınlar, ölüler ve kan revan da serpiştirildikten sonra esaslı bir ters köşeye yatırmaca ile mutlu sona ulaştırılıyoruz.
Yani, hukuk fakültesini bitirmeye uğraşan kankalarımız Martin ile James, sevgilileri Katherine ve Marie ile oldukça "average" bir hayat yaşamaktalar. Martin grubun sorumluluk sahibi, çalışkan köşesiyken James serseri rolünü doldurmakta. Martin'in Katherine'le gayet güzel ve ciddi giden bir ilişkisi varken, Marie'nin - ki bu bahiste kendisi birtanecik Lauren Graham oluyor - o resmen "jerk" olan James insanıyla neden bir arada olduğu veya böyle birşeyin olabilirliği gibi sorular ekrandan ve hatta diğer karakterlerin kendilerinden fışkırıp, bize kadar terennüm ediyor. Martin para sıkıntısına çözüm olması umuduyla bir tıbbi inceleme merkezinde (ismini uydurdum gibi oldu çünkü o işlevi gören bir yere bizde ne denir bilemediğim gibi, filmde de aynen böyle çevirebileceğim bir ifade şeklinde geçiyordu, mesuliyet kabul olunmaz.) gece bekçisi olarak çalışmaya başlıyor.
Ama James kişisi ne ediyor? "Ulan oğlum Martin hayat çok boş lan, her gece adrenalin peşinde koşuyorum ama bağımlı mı oldum ne, hissedemiyorum daha ya. Valla bak Martin, kanka, ben çok kötü oldum, hiçbir şey işlemiyor bana bir fight club mu yapsak?" havasında ortalıkta dolanıyor, derslerde gevezelik ediyor, sevgilisine pislikten de öte davranıyor, barlarda kavga ediyor, sokaklardan hayat kadını buluyor vs. Ha bir de Martin'e yok efendim bahse tutuşalım, yok efendim heyecan aksiyon olsun diye baltalama girişimlerine soyunuyor. Evet, farkındayım, gereksiz bir sorumluluk sahibi otoriter teyze modundayım, silkiniyorum.
Gençlerimiz öyle bir alemdeyken, şehirde bir yanda oldukça vahşi cinayetler terennüm etmekte. Hastalıklı bir ruh hayat kadınlarını vahşice öldürüp, bir de pislikçe şeyler etmekte. Polis peşinde ama nafile durumu tabi. Martin de çalıştığı yerdeki morga getirilen cesetler ve onlarla gelen polisler aracılığıyla olaya dahil oluyor bir süre sonra. Çünkü işe başladığından beri habire tuhaf şeyler oluyor. Kendini birden olayların ortasında ve hatta katil zanlısı olarak bulunca da iş, kanlı-sopalı bir hale bürünüyor.
alexander Gardner'ın çektiği Lewis Payne
idam edilmeden hemen önce
Kan miktarı, cinayetlerin vahşilik dozu, katil profili, ipuçları gayet yerinde. Film aynı işlevi gerçekleştirmeye çalışan "teen slash"lerin aksine adeta Hitchcock'a saygı duruşu gibi. Oyunculuklar şahane, senaryo doyurucu ve fazla düşündürmeden korkutuveriyor olay insanı. Özellikle bekçi odasının duvarında asılı olan Lewis Payne fotoğrafı öylesine etkileyici bir ayrıntı ki, filmin ardından hiçbir şey düşünmeseniz bile o fotoğraf gözünüzden gitmiyor. Bende daha tuhaf bir durum oldu gerçi. Fotoğrafı ilk gördüğüm anda resmen ürperdim, ben bu resimdeki adamı tanıyorum dedim. Ama resim de içindeki adam da nerden baksanız 50'lerden kalma bir James Dean filmine benziyordu. Adamın bakışında insanı etkileyen birşeyler var gibi geldi. Sonra yavaş yavaş bir oyuncuya benzettiğimi fark ettim, ama bunun beni rahatlatması gerekiyordu, aksine daha da merak ettim. Sonunda açıp, bakınca olayı çözdüm. Resim, Abraham Lincoln suikastındaki suçlulardan biri olan Lewis Payne'in hapiste çekilmiş haliydi ve ben de adamı tabiki filmde - The Conspirator'da - gördüğüm haline, onu oynayan oyuncu Norman Reedus'a benzetmiştim. Boşu boşuna heyecan yapmışım ya.
Film, Korkunç Ekim'e gayet yaraşır güzellikte. Ayrıca 20'lerindeki Ewan'ı gördüm iyi oldu. Yaşlandıkça bir tuhaf sarıya doğru yol aldı, nerdeyse İskoç'luğunu unutacaktım.
hıh tam o sağda arkada, zamanın odunsu cep telefonlarından biriyle konuşan 
Bir de bu son sahnelerde arka planda görünen uzun sarı saçlı dedektif abinin kim olduğunu bilmek isterim, çok mu şey isterim bilemedim. Sadece merak.

Korkunç Ekim'de önceki filmler:
House of Frankenstein (1944)
Psycho (1960)

17 Ekim 2011 Pazartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi II : Psycho (1960)

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi'nin ilk kısmını 1944'ten "House of Frankenstein" ile yapmıştık. İkinci kısım için 16 yıl ilerliyoruz sinema zaman çizgisinde ve Alfred Hitchcock'un efsaneleşmiş yapıtı "Psycho"ya geliyoruz.
"It's only a movie."
Psycho, Robert Bloch'un aynı adlı kitabından Joseph Stefano tarafından senaryolaştırılmış. Hitchcock'un özellikle siyah beyaz çektiği filmin açılış jeneriği bir korku-gerilim filminin nasıl olması gerektiğini belirtir gibi adeta. Siyah beyaz yatay bantlar görünüp kaybolurken ekranda, aralarında beliren isimlere kitleniyoruz ister istemez. Çünkü arkadan öyle bir melodi geliyor ki kulaklarımıza daha film başlamadan teslim oluyoruz. (Sözkonusu Psycho Theme : http://youtu.be/pFHIZLvxJKY) Ardından ekranda tam yer-saat-mekan-tarih belirtilirken, kamera yavaşça havadan bir otel odasına yaklaşıyor ve Marion Crane ve Sam Loomis adlı iki sevgiliyle tanışıyoruz. Öğreniyoruz ki Sam karısından ayrılmış, çulsuzun teki. Bir hırdavatçı dükkanında yaşıyor ve çalışıyor. Marion ise bir emlakçıda yardımcı-sekreter gibi birşey.  Bir arada bir yaşam kurabilmeleri için gereken para o gün zengin bir müşterilerinin emlakçıya nakit 40 bin dolar getirmesiyle ortaya çıkmış oluyor.
Marion kaçak kadın modunda.
Parayı bankaya yatırmakla görevlendirilen Marion zarfı kaptığı gibi planı kuruyor, bavulunu toplayıp, arabasına atlıyor ve Sam'e doğru yola çıkıyor. Yolda polisle karşılaşıyor, arabasını değiştiriyor, polisi atlatmaya çalışıyor. Ve nihayet ismini gruplara bile vermiş olan Bates Motel'e düşüyor yolu çok yağmurlu bir gecede. Tepenin üstüne kurulu korkutucu evin gölgesinde 12 odalık bomboş bir motel burası. Norman Bates adındaki bir genç adam tarafından işletiliyor. İnce, uzun silüeti ve çocukça gülümsemesiyle Norman aslında ilk bakışta insanın kanının kaynadığı adamlardan. Büyük evde akli dengesi pek de yerinde olmayan yaşlı annesiyle yaşıyor.
Marion bir geceliğine orda kalmaya karar veriyor. Norman'ın getirdiği bir tepsiden birşeyler atıştırırken de muhabbet ediyorlar. Muhabbetin bazı yerlerinde Norman ani sinir, ani gülümseme gibi tepkiler gösteriyor. Marion'ın zaten kendi halinden dolayı sinirleri bozuk. Odasına çekiliyor, bu arada geriye dönüp, parayı iade etmeye karar veriyor. Bir duş alıp, yatacak.
Ve o meşhur duş sahnesi vuku buluyor. Eli bıçaklı katilin karanlık görüntüsüne, vücuda batmadığını gördüğümüz bıçağa ve çıplak kadının flulaştırılan görüntüsüne tanık olduktan sonra filmin diğer yarısı Özel Dedektif Milton Arbogast, Marion'ın kızkardeşi Lila ve Sam ile çıktığımız bir "aslında neler oldu" hikayesine dönüşüyor.
Hitchcock hayatım boyunca ciddi ciddi korktuğum tek filmin, Rebecca'nın, yönetmenidir hep söylerim. Bu yüzden Psycho'yu, hele ki bu kadar efsaneleşmiş bir sinema simgesini izlemeden önce önyargılarım ve korkularım vardı. Ya o kadar iyi değilse, ya ben anlamazsam, ya bana işlemezse? Daha da kötüsü ya sıkılırsam? Ki bunların hepsini tecrübe etmişliğim var, sözkonusu 1990'dan önceki filmler ve özellikle kült filmler olunca. Ama Psycho tüm korkularımı boşa çıkardı :p Tamam gene korkmadım ama gerildim, o gerginliği, "hayır dur oraya girme, yok dur oraya bakma" gerginliğini yaşadım. Neler olacağını tahmin edemedim, ters köşeye yattım tüm sonuçlarda. İşte bu yüzden de süperdi Psycho.
Bir de tuhaflığı vardı yalnız. Bu Norman Bates'i ekranda gördüğüm andan itibaren çok fena bir tanıyormuşum hissi, bir ailedenlik hissi, bir "ben bu insanı daha önce yaşadım" hissi çöreklendi üstüme. İçim ısındı sebepsiz, akrabamı görmüş gibi oldum film boyunca. Dedim ya tuhaf diye. Gerçi 50'ler sonu 60'lar başı elbise ve saç modası kadar tuhaf olamaz gene de. Hay yarabbim o ne öyle? Hayır 50'lerin o ince zevkine hayranımdır normalde, ya da 60'ların sonuna doğru ortaya çıkmaya başlayan o "çiçek çocuk" modası herşeyin üstündedir ama bu filmdeki gardırop seçimleri en az hikayenin kendisi kadar gerdi beni. Ve evet, bu kötü anlamda.
Bir de filmi izleyip, ekranı kapatıp, gidip duş almak nasıl bir lekeli aklın tezahürü, bilemedim. Anlayamadım kendimi.
Filmdeki sanat eseri Bates evi ve ona model olan 1925 tarihli Edward Hopper tablosu "House by The Railroad"
Daha fazlasını okumak isteyenler için : Psycho Film Facts
(Bir de böyle bir yer buldum yeni, iyiymiş, meraklısına : Best Horror Films)
(Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi I : House of Frankenstein (1944))

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...