kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Kasım 2021 Salı

Kyung Moon Hwang'ın yazdığı "Kore Tarihi"


“History, like love, is so apt to surround her heroes with an atmosphere of imaginary brightness.” diye yazmış James Fenimore Cooper, The Last of the Mohicans'ta. Beni de ele geçiren bu parlaklık mıydı bilemem ya da belki bu sevgi için aranacak bir sebebim yoktur. Tarih, benim için, hep oradaydı, hep içimdeydi. İçimde olduğunu fark ettiğim andan beri büyüdü de büyüdü. Sonunda sanırım en hayattan koptuğum ve hayata geri dönmeye, kendime geri dönmeye çalıştığım noktada elimden tutan da o oldu.
En son bir kitabı insan gibi alıp baştan sona okuyup bitirdiğim tarih 31 Mayıs 2020'yi gösteriyormuş (Zaten ondan sonra da her şey tepetaklak gitmeye devam etmişti). Bunca zaman sonra elime bir kitap alıp, kapağını açıp, okumaya başlayabilmemi ve dahası elimden düşürmeden sonuna kadar okuyabilmemi sağlayan da işte bir tarih kitabı oldu.
Kyung Moon Hwang, Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde dersler veren tarih, Doğu Asya dilleri ve kültürleri profesörü. Kore Tarihi (A History of Korea) kitabının ilk basımı 2010'da, ikinci gözden geçirilmiş basımı ise 2017'de yayınlanmış. Bize İngilizce orijinalinden Ayşe Su Doğru çevirisiyle Feylesof Kitabevi 2018'de getirmiş. Geçen Kore Kültür Merkezi'ne gidip üye oldum demiştim ya, oradaki kütüphaneden aldım kitabı (Yarın son günü, teslim etmem gerekiyor.). Zaten tarihe genel olarak aşığım, bir de tarihi Güney Kore dizilerini izledikçe içimde o eski ben harıl harıl düşünüyordu. Bu niye böyle, o kim, o ne, bu nereden gelmiş, ama nolmuş, ama neden olmuş...Her diziden sonra açıp, internette bir dolu araştırma yapıp duruyordum. Oraların tarihi o kadar yabancıydı ki bana, izlediğim her şey biraz daha dürtüklüyordu içimdeki deliyi. Öğrenmeliydim, öğrenmeliydim, hepsini öğrenmeliydim. Dedim bu böyle açıp doğruluğu sallantılı wikipedia maddelerini bakınarak olmayacak, şöyle kaynağından doğru düzgün bir şey bulayım. Amacım genel bir tarih anlatısı bulabilmekti. Hani benim o dizide şu dizide parça parça, bölük pörçük edindiğim bilgileri bir temele, bir kronolojiye oturtabilmemi sağlayacak genel bir bu oldu bu oldu anlatısı. Çünkü ben her şeye önce kuşbakışı bakıp, haritayı aklıma çizdikten sonra içindeki noktaları kendim yerleştirmeyi seviyorum, öyle anlıyorum.
Profesörümüz Kyung Moon Hwang (kaynak: Koreaandtheworld.org)

Ama sayın profesör Kyung Moon Hwang o amaçla yazmamış kitabını. Merkezin kütüphanesindeki tek genel (Türkçe) tarih kitabı bu olduğu için mecburen alıp, daldım içine. Amacı daha çok bu oldu şu oldu diye anlatmak değil de, Kore tarihinin belirli - önemli gördüğü - noktalarını baz alarak, topyekün Kore topraklarına ve kültürüne, şimdiki zamanına bu noktaların etkilerini kendi düşüncelerini bol bol katarak bir tarih incelemesi kaleme almakmış gibi görünüyor. Zaten 238 sayfa tutmasından, hemen hemen bir özet okuyacağımızı anlayabiliyoruz. Çok geniş de tutmuyor kronolojiyi, M.S.4.yy.dan başlatıyor. 3 Krallık Dönemi olarak geçen dönemin ortasından başlıyor bir anlamda. İlk sayfalarda bir şöyle Kore'nin kuruluş efsanelerinden, milattan öncesinden bahsediyor ama temelde bu 3 Krallık'ı oluşturan Goguryeo, Silla ve Baekje krallıklarını çok az anlatıyor. Benim özellikle merak ettiğim kısmı oluşturan bu dönem hakkında genel bir hat çizmemi sağladı sadece. Ardından hemen bir kısacık Goryeo Krallığı'nı geçip, Joseon dönemini - Kore'ye bugünkü kültürün çoğunu veren dönemi - 30 sayfada atlayarak 19.yy.a geliveriyor. Profesör belli ki 20.yy.ı konuşmak istemiş, önceki tüm sayfaları da sırf geriye atıflar yapabilmek amacıyla ya da kitabın adı Kore Tarihi olacak diye koymuş. Çünkü genel anlamda bir sırada da gitmiyor aslında anlatısı. Bir olaydan bahsediyor, sonra o olayın öncesine gidiyor ve tüm bunları yaparken de o olayı bildiğimizi varsayıyor. Yani kesinlikle Kore tarihine ilk defa girenler için yazılmış bir metin değil bu.  Özellikle isimler konusunda beni acayip zorladı. Hiçbir gereği yokken her şeyi Türkçeleştirme'ye çalışmış olmaları (yayınevinin suçu) kafamı karıştırmaktan başka işe yaramadı. İngilizce romanizasyonlarında nasıl bir sakınca var anlamadım, zaten her yerde, tüm dünyada böyle geçiyorlar ve böyle bahsediliyorlar. Zaten böyle bir kitabı okuyan insan da bir şekilde Korece'ye ve Korece'nin romanizasyonuna aşinadır diye düşünüyorum. Bir özel ismi tutup da bir dolu ğ, ç ve ıi'li yazmakla bize, Türk okuyucuya bir iyilik yapılmış olmuyor. Bildiğim isimleri bile bu kim, bu ne diyerek şaşırıp durdum. Dahası o isimler öyle okunmuyor, çoğu saçmaydı yazılışların (Ben bile biliyorum, Korece bilmeyen ben bile biliyorum yahu).
Bir de yarımadadaki duruma bir dereceye kadar hakimseniz ya da dünyada olan bitenlerden ufak bir haberiniz varsa üzerine düşünecek şeyler yazıyor aslında, mesela okuduğum şu kısım tam da bu konu üzerine düşündüğüm, kendimi böyle bir durumda gördüğüm bir zamanda oldukça aydınlatıcı geldi:
Başka bir deyişle, soyluların adet, davranış ve eğitimini benimseme konusunda duydukları ateşli arzu ile kendilerini toplumsal seçkinler olarak görüp yeteneklerini gerçekten kabul ettirme çabalarının sonuç vermemesine karşı duydukları üzüntü arasında sıkışıp kalmışlardır. (s.98)
Ayrıca izlediğim dizileri anlayabilmeme, çoğu izlediğim karakterin aslında kimler ve neler olduklarını anlamama da yardımcı olmadı değil, şimdi hakkını yemeyeyim kitabın. Pek çok yerde aaa ama bu şeydeki olay, ama bu şeydeki hikaye diye durup sayfaya bakıp kaldığım oldu. Bir de en azından önemli tarihler ve olaylar için kitabın başında kronoloji listesi vermiş olması da işime yaradı. Sonuçta bana aylar yıllar sonra kitap okutmuş ve sevdiğim şeyleri, kim olduğumu hatırlatmış olması bile kitaba teşekkür etmem için yetiyor. Sonuçta ben hala Rudyard Kipling abimiz gibi düşünüyorum, “If history were taught in the form of stories, it would never be forgotten.”. Bu yüzden hikayelerime devam ediyorum.

2 Eylül 2020 Çarşamba

Jan Wallentin'den Strindberg'in Yıldızı

 

Sanırım bir konuda ilk olmak, o işi yapan ilk kişi olmak değil önemli olan. O işi yapmış en popüler insan olmak ya da o işi popüler kültüre bangır bangır yollayan insan olmak önemli. Mesela kitap dünyasında rahatlıkla bir Dan Brown öncesi ve sonrası gibi bir ifade kullanabiliriz. Oysa bu tür hikayeler yazan ya da bu şekilde yazan ilk insan değil DB. Ama artık ne zaman böyle ucu tarihin gizem dolu koridorlarına uzanan, öğle yemeğini yerken kendini bir anda olayların içinde bulan genç olmayan kahramanımızın neredeyse iki soluk almadan dünya üzerinde ne kadar kıta ve şehir varsa, sonradan mutlaka ulan bunda zaten vardı bir bit yeniği deyip deyip durduğumuz bir yardımcı kadın oyuncu ile dolaşıp durduğu ve neredeyse bir şekilde dünyayı, insanlığı kurtardığı bir hikayeye denk gelirsek aaa DB gibiiii diye düşünüyoruz.
Evet gene öyle dediğimiz bir hikayedeyiz anlayacağınız. İsveç'in buzlu bir maden kuyusunda, amatör dalgıç Erik Hall tuhaf bir şeyler ve bir ceset buluyor. Polisler, basın falan akın ediyor olaya tabi ama nasıl oluyorsa oluyor, bu gizemin peşinde sürüklenmek Don Titelman adında 50-60 yaşlarında bir üniversite hocasına kalıyor. Esas branşı semboller (bakınız bunlar hep tesadüf), dini semboller falan filan diyor ama sembol işte. Yanına avukat Eva'yı da katıyor Titelman, peşlerinde eski örgütler mi istersiniz, ne idüğü belirsiz güçlere sahip çılgınlar mı istersiniz...Hikayemiz oldukça merak uyandırıcı ve maceralı başlıyor aslında. Titelman tabiki kalıpların dışında bir esas kahraman, böyle bir hikayede bunu bekliyoruz çünkü. Hikayenin çıkış noktası iyi, adım adım açıkladıkları da vay be dedirtebiliyor. Ama tüm bu yükselen beklentileri ortalarından sonra karşılayamamaya başlıyor. Aslında aksiyon ve macera sürüyor, sadece insan daha somut bir şeyler bekliyor bu kadar yükseldikten sonra. Yazarımız ise soyut şeylere yöneliyor. Höh, bu mu yani, bu muymuş dedirtiyor. Işıklar içinde, önemli olan bilgiye sahip olmaktır yeğen diyerek pembe baloncuklara sona eriyor.
Yazarımız Jan Wallentin
Oysa kitabın ilk yarısında acayip heyecanlanmıştım ben. İlk defa karşılaştığım bir fonda geçen (İskandinavya vay vay da hey), tarihin pek de bilmediğim ayrıntılarına giren detaylı bir hikaye ile karşılaştığım için içim içime sığmıyordu. Gerçi kahramanlarımızla birlikte bizi de oturtup karşısına bak bunlar bunlar olmuştu diye tarih anlattığı uzuuunca kısımlarda pek çok insan sıkılabilir diye düşünüyorum ama gene de objektif bakmaya çalışırsam o kısımları da sıkıcılığa veya tekdüzeliğe düşmeden başarıyla oluşturabilmiş gibime geliyor Jan Wallentin. Yolculuğumuzda ilerlerken de hemen her adımda bir sonraki adımı merak ettirecek şekilde ilerletiyor bizi. Ama işte dedim ya, bir noktada azcık kim necidir hangi karakter hangi yöne meyledecek onları tahmin etmeye başlamamızla birlikte hikayeyi koparacak, uçuracak böyle manyak bir vuruculuk katacak gizem çözümleri umarken her şey bir toz bulutuydu'ya bağlıyor. (Goodreads'te kitap) Yazarımız Jan Wallentin, 1950 doğumlu bir İsveçli. Bu kitaba kadar, 2010 yılına kadar, İsveç'te bir tv kanalında haberci olarak çalışıyormuş. Sonra bu kitabı bir yazmış, birden büyük başarı. Ama ikinci kitabı ancak geçen sene gelebilmiş gibi görünüyor. "Den tyngdlöse Jesper Fock" ismini taşıyan kitap için çığır açan bir roman diye yazmış bir kitap sitesi (bokforlagetpolaris). (İsmi İsveççe, çevirince ağırlıksız Jesper Fock gibi bir şey oluyor)
Ben kitabı geçen senenin sonunda KitapYurdu'ndaki bir Pegasus indirimi kampanyasında almıştım. Kapağını görünce, konusunu okuyunca hoop diye atladım üstüne tabi. Bittiğinde pek tatmin etmiş olmasa da okuduğuma memnunum. Hem her zamanki atmosferden farklı bir yere götürdü beni, hem de araştıracak merak içinde okuyacak yeni tarihi konular verdi elime. Mesela tüm o anlattığı keşif gezisindeki isimler, o küçük kasabada savaş sırasında olanlar falan tarihi gerçekler mi yazar mı uydurdu tüm bunlara bakmam lazım (kendimi tuttum çocuklar, kendimi tutmayı başarabildim, araştırmadım). Neyse, ben kampanya ile 29,99 tl'ye almışım, şimdi yine indirimde 32,99 görünüyor KitapYurdu'nda. Bendeki bu baskı kasım 2019 tarihli ilk basımı, 452 sayfa. Yazarın İsveçli olmasını ve kitabın orijinal adının da "Strindbers stjarna" olmasını göz önüne alırsak orijinal dili İsveççe'den çevrilmemiş. İngilizcesinden Elif Scheibe çevirmiş. Çevirisi konusunda okurken bir sıkıntı yok gerçi.


31 Mayıs 2020 Pazar

Grégory Samak'tan Gizli Kitap

Elias Ein uzun yıllar Viyana'da bir sigorta şirketinde memur olarak çalıştıktan sonra emekli olur. 30 yıl önce eşini kaybettiğinden beri yalnızdır, tüm akrabalarından yalnızca kendisi gibi yaşlanmış bir kız kardeşi kalmıştır. Büyük şehirden uzakta, kendi halinde ufak bir kasaba olan Branau am Inn'de eski bir ev bulur, satın alıp, oraya yerleşir (Bu arada yanlış görmediysem bu kasaba Adolf Hitler'in doğum yeri). Eve her gün yemek ve temizlik yapmaya gelen kasabadan bir kadınla, alışverişe, getir götüre yardım eden kimsesiz bir çocuk dışında pek de insan görmeden yaşamaya başlar Elias burada. Haa bir de kasabadaki antika dükkanının sahibi Gustav Sof ile dost olur, satranç oynar iki yaşlı adam. Günün birinde Elias, bu yeni evinin tabanında bir kapak bulur. Kapağın altındaki merdivenler kitap raflarıyla dolu kocaman bir kütüphaneye gitmektedir. Elias şaşkınlıkla kitapları incelemeye başlar. Ve bunların sıradan kitaplar olmadıklarını görür. Her bir ciltte dünya üzerinde yaşamış ve yaşayacak olan insanların kaderleri yazmaktadır. Dahası, bir kişinin hayatına ilişkin yazılara dokunduğunda o kişinin hayatındaki belli bir zamana ve mekana gidebildiğini fark ettiğindeyse daha da büyük bir şeylere inanmaya başlar: İnandığı Yaradan, Elias'a göre dünyadaki en büyük kötülüğü önlemesi için onu seçmiştir. Elias'ın artık hayatta yapacak tek bir görevi vardır: Hitler'i öldürüp, II.Dünya Savaşı'na engel olmak.
Gregory Samak
Vuhuu! Böyle anlatınca acayip bir macera bizi bekliyor gibi görünüyor değil mi? Alışılmadık bir kahraman (emekli bir sigortacı amca), gizemli bir kütüphane, kendi içinde ilginç karakterler barındıran ufak bir kasaba, zaman yolculuğu, tarihi değiştirmeye soyunan beyaz saçlı titrek kahramanımız. Oysa yazarımız Gregory Samak adeta sağ gösterip sol vuruyor. Onun hiç de böyle, beklediğimiz gibi bir aksiyon, macera, fantastik gibi şeyler yapmaya niyeti yok. Böyle bir konu ile felsefeye dokuna dokuna, sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi ve tarih dersi anlatmaya çalışıyor. Nazizm üzerinden insan doğası hakkında kendi vardığı sonuçları böyle tek tek, sanki amfide anlatır gibi açıklıyor. Başka birisi yazsa 4 ciltlik macera çıkacak hikayeyi 208 sayfa içerisinde bu oldu şu oldu onu yaptı bunu yaptı diye hoplaya zıplaya yazıp, bitiriyor. Yazarımız 1972 doğumlu bir Fransız tv yapımcısı. Kitaptaki cümlelerinden de anlayabildiğimiz üzere siyaset çalışmaları enstitüsünden mezun olmuş. Sonrasında radyo-sinema-tv-medya masterı falan derken kendini tvde bulmuş tabi.
Her kitap macera kitabı olacak diye bir şey yok. Ya da her hikaye bizi oradan oraya sürükleyen, nefes kesen bir aksiyon koşuşturmacası olacak diye bir şey de yok. Samak böyle bir hikaye anlatmak istemiş olabilir. Ama sanki kitap böyle bir daha büyük, 500-600 sayfalık bir fantastik-macerayı okumuş da, sonra üniversitedeki siyaset bilimi dersi için özetini çıkarmış gibi hissettiriyor. Ben bu hikayeyi okudum ve bakın şimdi bana bunu bunu düşündürdü, böyle sonuçlara ulaştım ve şöyle olmalı böyle olmalı der gibi yazarımız. Bazı yerlerde hatta o kadar didaktikleşiyor, o kadar kafamıza kafamıza böyle parmağını sallıyor gibi oluyor ki hikayeyi okurken edinebildiğimiz o mini minnacık keyfi bile yok ediveriyor. İnsanı önce beklenti içine sokup, sonra böyle ortada bırakıyor. Oturup böyle boş bir günde, iki saat içinde okunabilir. Yazdığı ilk kitapmış bu, şu aralar ikincisini yazıyormuş sanırım. Lütfen yazmasın.

Ben kitabı, konusunu görüp, listeme atmış olduğum için sonra bu Pegasus Yayınları'nda indirim olunca almıştım. Hasan Can Utku'nun Fransızca'dan direkt çevirisiyle, 2016 tarihli ilk basımı. Kapak tasarımı falan çok güzel (yurt dışı baskısındaki kapak aynı zamanda bu), ama işte, kitabın kendisi hiç de hoş değil. Orijinal adını korumuşlar çevirirken, "Le Livre Secret", direkt Gizli Kitap oluyor. Mesela İtalyanca çeviride kader kitabına çevirmişler ismini. Neyse, dediğim gibi indirimden almıştım Kitap Yurdu'ndan. O zaman 16,21 TL'ye gelmişti. Şu an 32,21 TL görünüyor fiyatı ve dahası tükenmiş.


Bu arada şunu fark ettim çocuklar. Blogger bu kendine yeni saçma sapan şeyler yapmaya başladığından beri yazılara eklediğim fotolar önce görünüyor, sonra kayboluyor. Ben direkt url ile ekliyorum normalde. Herhalde copyright mı kasıyor ne anlamadım. Şimdiye kadar böyle bir şey yapmıyordu, bu son birkaç haftadır böyle. Önce bilgisayar kaydedip, öyle ekleyeceğim şimdi. Bakalım buna ne tepki verecek? Ulan blogger ulan blogger!

22 Nisan 2020 Çarşamba

Vonda McIntyre'dan "Ay ve Güneş"

Muhteşem Versailles Sarayı'nın ahalisi hep beraber okyanustaki görevinden dönecek olan gemiyi bekliyor. Genç bir rahip olan Yves, aynı zamanda bir doğa filozofu olarak krala inanılmaz bir deniz canavarı getiriyor. Kral XIV.Louis, 50li yaşlarında ama kendisi de Fransa'sı da altın çağını yaşıyor. Sarayda ilişkiler karmaşık, herkes kralın gücünden yararlanmak istiyor. Güç oyunları, entrikalar birbirine girmiş durumda. Tüm bunların ortasında Rahip Yves'in kız kardeşi Marie-Josephe, henüz çok genç, çok masum. Martinique'deki manastırdan sonra kendini birden Versailles'ın tüm bu karmaşasının içinde buluyor. Dahası, hayatı abisinin krala getirdiği deniz canavarıyla birlikte geri dönülemez bir biçimde değişiyor.
Vonda McIntyre Amerikalı bir bilimkurgu yazarı. 1948 doğumlu yazar, geçen sene ayrılmış dünyamızdan. Bu kitap (Goodreads'te Ay ve Güneş) ile ilk defa adını gördüm ben ama 70lerden beri bilimkurgu dünyasında oldukça tanınmış ve başarılı bir yazarmış. Nebulalar Hugolar havada uçuşuyor resmen biyografisine baktığımızda. Bu kitabı ile de 1997'de Nebula kazanmış zaten. Beni daha çok kapağındaki "alternatif tarih" ibaresi çekti kitaba. Güneş kral XIV.Louis dönemi, genel anlamda Fransa tarihi, biraz cahil kaldığım bir alan olduğu için o döneme, o tarihe dalmak için fantastik bir tarih yazımından daha iyi bir şey olamaz diye düşündüm. Kim bu lui diyorsanız, ki ben de diyordum, Versailles'ı yaptıran kral kendisi. Yani aslında babası XIII.Louis'nin av köşküymüş orada duran. Versailles diye bir orman köyünde, avlanmaya gittiklerinde kalmak için yani. Ama bizim lui takmış, ki bunun da hikayesi 2015-2018 arasında 3 sezon süren Versailles dizisinde anlatılıyor, burası benim kalem benim sarayım gücümün göstergesi olacak diye saraya çevirmeye (Versailles Sarayı'nı gezişimi şurada anlatmıştım). Sadece şimdinin bu ünlü sarayını yaptıran kral değil o, aynı zamanda 72 yıl Fransa tahtında kalarak antibiyotiklerin veya penisilinin olmadığı bir çağda manyak da bir iş başarmış bir insan evladı. Gerçi 5 yaşında tahta çıktığı için biraz avantajlı olmuş oluyor ama sonuçta çocukluğu bile sağlıkla atlatmanın zor olduğu bir çağ yani öyle düşünün. Hatta şöyle karşılaştırabiliriz: Lui tahta oturduğunda Osmanlı'da Sultan İbrahim padişah, hani şu Kösem'in azcık kafası değişik oğlu. Ardından IV.Mehmet, II.Süleyman, II.Ahmed, II.Mustafa ve III.Ahmed padişahlık yapıyor. Lui hala tahtta. En son işte buralarda Lale Devri'nin başlamasına 3 sene kala gidiyor. Off aklıma geldi, şahane de bir filmi var ya, 1998 yapımı The Man In The Iron Mask. Leo'nun bu krala hayat verdiği film en bir favorilerim arasındadır ha. Hatta bu Üç Silahşörler hikayesi falan hep onun döneminde, gerçi sanırım babasının döneminde başlıyor. Neyse ne diyordum? Kitap. Tamam.
Hikayemiz kesinlikle orijinal. Evet, ona bir şey diyemem. Yani bildiğimiz tarihin içine deniz kadını-adamı gibi fantastik öğeler sayılan şeyler atmak ne kadar orijinal de diyebilirsiniz ama hakkını yemeyelim, değişik. Ancak zaten yazarın - diğer pek çok fantasik/bilimkurgu yazarının da yaptığı gibi yapmaya çalıştığı şey aaa bak bak bak deniz insanları nasıl da oluyormuş gibi bir şey anlatmak değil, fantastik bir öğe üzerinden insan doğasına, insan beyninin kendisine ve çevresine yapabileceklerine dair bir hikaye anlatmak. 40-50 yıldır tahtta oturan ve artık gençliğinin o kuvveti, sağlığı kendinden uzaklaşan kralın gençliğini geri getirme bencilliği, ölümsüzlük açlığı üzerine bir arayışın etrafındakilere neler yaptığına dair bir hikaye de anlatıyor. Ve tabi, Versailles'ın 17.yy.ına baya gerçekçi bir bakış da sunuyor.
Vonda McIntyre
Hikaye ilk başta benim için içine dalması zor bir haldeydi aslında. Bir kere başlayıp, bıraktım. Araya başka kitaplar girdikten sonra yine aldım elime, bu ikinci seferimde okumaya devam edebildim. Hem yazarın anlatımından hem de karakterlerin isimleriyle rütbeleriyle, kova ile kafamıza dökülüyor olmasından. İlk başta bir karakter listesi veriyor zaten Vonda McIntyre, o da farkındaymış demek ki ne kadar zor olduğunun. Kim kimdir, necidir, niye bunu söylüyor, o nereye gidiyor falan diye bir 50-60 sayfa bakınıp durdum. Açıp, tarihi okumak ve notlar almak zorunda kaldım. Kimseyi tanımıyorum, dönemi bilmiyorum, benim aklımda XIV.Louis hep lepiska saçlı LeoDiCaprio. Luinin kardeşi kimdir, onun çocukları, bunun çocukları, luinin binbir tane sevgilisi falan hiçbir fikrim yoktu. Ama tüm bunları oturtunca kafamda, hikaye hızını aldı, dört nala gitmeye başladı.
Hikaye çok güzel okunuyordu evet, yine de bir soğukluk vardı bence. Tıpkı bu kitabı beğendiğini ifade etmiş olan Ursula K. LeGuin'in de yazdıklarını okuduğumda hissettiğim gibi, bir soğukluk. Bir mutsuzluk. Kötü olaylar olmasını falan kast etmiyorum ya da depresyonda karakterleri de kast etmiyorum. Bazı hikayeler mutsuz geliyor bana. İnsanı sarıp sarmalayamıyorlar yani. Bu da öyle bir kitaptı. Hikayesini sevdim ama bir şeyler eksik geldi hep. Karakterleri konuşurken çoğu zaman ayırt edemedim. Her birine ayrı bir soluk vermemiş gibi, birbirine girdi benim için hep. Yine de ben hikayeye konsantre olmaya çalıştım, karakterlere kendi hayallerimi verdim, öyle devam ettim. Girişi zor olan hikaye dediğim gibi ortalarda çok keyifliydi benim için, sona doğru ise yine bir içimi baydı, bitirişini ise ne yani hakikaten mi diyerek yaptım.
Kitabın bu arada yapımına 2014'te başlanmış bir de filmi varmış. İsmini "The King's Daughter" koymuşlar, kitapta hikayenin odak noktası bundan çoook uzakken hem de. IMDb'ye göre gösterim tarihi 2020 ama 2014-2015 civarında çekilip bitirilmiş film, yapımcının web sitesinde fragmanları bile var. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla film 5-6 yıl önce bir hevesle çekilmiş, sonra az bir yerde gösterilecek derken gelin biz buna daha fazla efekttir şudur budur koyalım işi büyütelim, gösterimi de geniş olsun demişler. Odur budur derken sanıyorum film bir yerde gösterilmemiş henüz. Dağıtıcısı mı olmamış, kimselerle anlaşılamamış mı ne, öyle bir şeyler. Görüntülerinden gördüklerime göre ise film bir tuhaf olmuş. Pierce Brosnan'ı XIV.Louis olarak görüyoruz, o anlaşılabiliyor ama Kaya Scodelario'nun kitabın anlattığı masum ve cahil Marie-Josephe ile hiç ilgisi yok. Hele ki o kostümler ne öyle? 17.yy. ile alakası yok, yine bir kafamıza göre modernize edelim böyle bütçesi düşük olur demişler gibi. Ama en bir gözlerime inanamadığım durum ise Lucien de Barenton karakteri. Kitap boyunca da, en azından son 100 sayfaya kadar bu karakter ile ilgili durumu bir türlü algılayamamıştım ben zaten. Filmde de benim gibi bakmışlar duruma. Ben gerçeği kavradıktan sonra bile kafamda yine de onu öyle hayal etmek istemedim mesela, filmi yapanlar da tıpkı benim gibi hayal etmişler karakteri. Gönlümüzden böyle geçiyor o zaman böyle olsun amaaan diyerekten de, eh o zaman hikayenin çok büyük bir yapıtaşına sıva dökmüş olmuyor musunuz dostlarım?



Zaten ben kendimi de Elizabeth Olsen olarak hayal ediyorum. Her şey mümkün.

Bu arada bende kitabın İthaki Yayınları'ndan çıkan Aslı Genç çevirisiyle 2015 tarihli ilk basımı var. 544 sayfa. Yurtdışındaki basımına göre İthaki'nin kapağı, tasarımı muhteşem. Öyle çok fazla yazım hatasına da rastlamadım, tek tük. Taa yazın sipariş etmişim Kitap Yurdu'ndan. Ben aldığımda 23,50 tl imiş. Şimdi 47 tl görünüyor, ayrıca tükenmiş Kitap Yurdu'nda. Kitabın arka kapağında İthaki'nin bastığı fiyat 34 görünüyor, onun üstüne bir etiket yapıştırılmış 39 olarak, onun da üstüne en son 47 etiketi yapıştırılmış. Demek ki kitabı 5 liraya falan mal ediyorlar diye düşünüyor insan bu durumda. Idefix'te de stokta yok diyor. Ama HepsiBurada'da falan var.

23 Şubat 2020 Pazar

Deborah Harkness'tan "Zamanın Dönüşümü"

Deborah Harkness başladığı hikayeye devam ediyor. Ruhlar (All Souls) üçlemesinde habire bir dolu yeni karakter katarak yaza yaza bitiremediği hikayeye Marcus'un hikayesiyle yeni bir kitap ekliyor.  (İlk 3 kitabı ve diziyi anlattığım yazı şurada.) Açıkçası kimse Marcus'un hikayesini merak etmiyordu. Sadece habire hikayenin bir yerinden fıtı fıtı fırlayıp duran bir "amaaa növv orlöyonsta nölör olmuştu heee" bir yem vardı önümüzde, haliyle öff tamam artık ne olmuş New Orleans'ta, ne yapmış ergen Marcus diyesimiz geliyordu o kadar. Çünkü Deb ablanın o kadar gözümüze sokmaya çalışmasına rağmen Marcus ilginç bir karakter değil. Yapamamış yani ablamız onu ilginç. İçinden istemiş olabilir, öyle düşünmüş olabilir ama yazınca ortaya böyle çıkmış, yapacak bir şey yok. Onun yanında başka başka ilginç karakterler ortaya koymuş, onun farkında değil. Hatta lanet olsun ki yine bir çok iyi malzemeye denk gelmiş yeteneksiz yazar durumu ile karşı karşıyayız tıpkı açlık oyunlarında olduğu gibi. Ablanın elinde manyak malzeme var, binyıllara yayılmış yaşam öyküleriyle vampirler, deli deli işleriyle iblisler, acayip soy ağaçlarıyla - zaman yolculuklarıyla - cadılar...Ama tutup bize en az merak ettiğimiz vampirin hikayesini yazıyor.
Haa bakın sadece Marcus'un hikayesi değil bu. Daha doğrusu şöyle afili bir şeyler yapmaya çalışayım demiş Deb abla, üç hikayeyi içe içe geçirerekten maceralara girişmiş. En son Hayat Kitabı (Book of Life)'nda kaldığımız noktada Marcus'un sevgilisi Phoebe vampir olmaya karar vermişti. Paris'te onu dönüşüme hazırlamalarını ve dönüşümünü, vampirliğinin ilk zamanlarını nasıl geçirdiğini okuyoruz bir yandan. Bu kısımlar beni arada bırakan tarafıydı kitabın. Ne beğendim diyebiliyorum, ne de beğenmedim. Phoebe de en az Marcus kadar sıkıcı ve saçma bir karakter, onun vampire dönüşmesi olayını da çok aşırı kontrollü bir işlem olarak anlattığı için ayrıca sıkıcıydı. Ama onun yanındaki eski vampirlerin hikayelerini arada böyle tadımlık olarak vermesi, okunabilir kılıyordu bu bölümleri.
Phoebe Paris'te vampir oladururken bir yandan da tabiki baş kahramanlarımız Diana ve Matthew'un evindeki olanları okuyoruz. 3 kitap boyunca yaşadıkları onca şeyden sonra ikiz bebekleri ile tam bir aile evi çekip çeviren çiftimizin tarafında aslında pek bir aksiyon yok. Ama onların hikayesi bu kitabın bağlayıcısı gibi göreve sahip. Onlar evlerinde sabit dururken, tanıdığımız neredeyse diğer tüm karakterler gelip gidiyor. Herkesi şöyle bir ufaktan görüyoruz, bunun dışında bir işlevleri yok. Bu kısımlar aslında kitabın en salak saçma ve işlevsiz bölümleriydi ama kitabın geneline baktığımda okumaktan en keyif aldıklarım Diana ve Matthew'un evindeki bölümler olmuş diyebiliyorum. Düşünün yani kitabın geneli ne kadar saçma yazılmış ki bu bölümler güzel gelmiş bana artık yokluktan. Yani aslında çok daha güzel olabilecek kısımlarmış bunlar bence. Ah işte bir yazabilse Deb abla. Oysa bunun yerine salak salak çocuklarla uğraşmalarını okuyoruz. Daha da kötüsü, ki tüm kitabın en büyük falsosu bu, bu bölümlerin bağlayıcı olması durumunu beceremiyor yazarımız. Bu bölümlerin Marcus'un hikayesine zemin hazırlaması, bizi 200-300 yıl öncesine döndürmesi gerekiyor ya hani, hah işte bunu her defasında pattadanak yapmaya çalışıyor. Hiçbir türlü organik bir geçiş sağlayamıyor. Ve bu işlevini gözümüze parmak olarak sokuyor. Nasıl anlatabilirim size? Mesela evin önünde oturuyor Diana diyelim. Bu durumda bile yazarın bize bir şeyler anlatması gerek ya hani, tamam anlatmaya çalışıyor. Üç beş bir şeyler oluyor, konuşuyorlar falan. Sonra olayın en ortasında, en heyecanlı yerinde, Marcus'un kafası giriyor. Ahh işte benim annem de böyle yapmıştı diye bir cümle atıyor ortaya. Ama ortada konuşulan olayın annelerle veya Marcus'un annesinin yaptığı şeyle hiçbir ilgisi olmuyor. Lafı Marcus'a getirebilmek için çabalamıyor Deb ablamız. Sadece yazıveriyor ve hoop oradan Marcus'un 1700-1800lerdeki hikayesine atlıyoruz. Bu yetmezmiş gibi bir de kitap boyunca Diana, Marcus'un geçmişinde ne olmuştu ne olmuştu yarebbim onu da bulayım bunu da bulayım diye yapay bir merak içinde dolanıp duruyor. Usanıyorsunuz okurken. Normal bir şekilde meraka (bu kelime yumuşamıyordu diye biliyorum, kısmet) kapılmıyor, sırf dürtüklenmemiz için karakterin içine ediyor Deborah Harkness. Bilmiyorum, ya kadın gerçekten çok ama çok kötü yazıyor ya da editörü tutup her bir bölümde bu çok uzun olmuş bunu atalım, bu çok sürmüş bunu keselim diye çizip durdu paragrafları. Bence ikincisi daha muhtemel. Çünkü normal bir insan böyle atlamalar yapamaz. İnsan beyninin akışına uymuyor yani.
Marcus'un hikayesi ise bir tarih aşığı olarak tabiki okumaktan keyif aldığım bölümleri oluşturuyordu. Ama dedim ya aslında iyi yazılsa Diana ve Matthew'un günümüzdeki bölümlerinden de keyif alabilirdim bu denli. Her neyse. Marcus'un hikayesi 1770lerin sonunda Amerika'nın kuzeydoğu yakasından başlıyor, önce Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na, oradan Paris'te Fransız İhtilali'ne ve 1800lerin New Orleans'ına dek uzanıyor. Hakkını yemeyeyim, akademisyen bir tarihçi olarak Deborah Harkness buralarda gerçek kaynaklarla, tarihi kişiliklerle vampirlerimizin hikayesini içe içe geçiriyor. Gerçi ben çok da objektif bakamıyor olabilirim. Tarihe pek de ilgi duymayanlar için bu bölümler yani Marcus'un hikayesi, biraz fazla tarih dersi gibi gelebilir. Çünkü çoğu yerde kendini kaptırıp detaylarla anlatmaya girişiyor, bu zamanda burada bu olmuştu bu böyle yapmıştı diye sürüyor gidiyor.
Diğer 3 kitabı ve diziyi de anlatırken demeye çalıştığım durum bu kitabı okuyunca da değişmedi. Önümüzde çok iyi yakalanmış bir altın damarı var ama bunu anlatırken aşırı iyi bir iş çıkaramıyor Deborah Harkness. Hikayeyi seviyorum ama işte bu sebeple bir türlü o beklediğim tadı alamıyorum. Bu hikayenin nerelere gittiğini, gideceğini okumak istiyorum; bu karakterlerle daha bir dolu yolculuk yapmak istiyorum ama her defasında eleştirmekten kendimi alamıyorum. Okurken o satırları yazan eli-aklı durup durup eleştiresim geliyor. Oysa hikaye çok güzel, oysa hikaye tam da ihtiyacını duyduğum dünya (okumak ve içinde hayal kurmak için, yanlış anlamayalım :p ). Ne diyeyim, ablamız 5.kitabı yazıyor şu aralar. Dizinin ikinci sezon çekimleri bitti, büyük ihtimal sonbahara kalmaz gelir. Hevesle bekliyorum tabi.

Bende kitabın Ekim 2019 tarihli 561 sayfalık ilk basımı var. Yelda Rasenfos çevirisi, Pegasus Yayınları'ndan yine tabi diğer kitapları gibi serinin. Geçen senenin sonunda KitapYurdu'ndaki , Pegasus kitaplarında %50 indirim kampanyasından almıştım. O zaman 29,99 TL'ye gelmişti. Şimdi aynı yerde 37,49 TL görünüyor

13 Ocak 2020 Pazartesi

Albert Espinosa'dan "Gel Dersen Her Şeyi Bırakıp Gelirim...Yeter Ki Gel De"

Çok uzun yıllardır birlikte olduğu sevgilisiyle büyük bir kavganın ardından daha yeni ayrılan Dani, tam da ne yapacağını bilemez halde dururken çocuğu kaybolmuş bir babadan telefon alır. Dani'nin işi budur, kaybolan çocukları bulan bir dedektiftir. Tesadüf gibi gelen bu telefonla, neredeyse 40 yıllık hayatının tüm mihenk taşlarını sorgulamasına sebep olan adaya, Capri Adası'na doğru yola çıkar. 
Bakın normalde böyle bir konusu olan ve dahası böyle bir ismi olan bir kitabı elime almazdım ben. Dönüp de bakmazdım bile. Çünkü ismini okusam, pöhh herhalde ağlak muğlak bir aşk hikayesi gene herhalde derdim. Konusunu özetleyen cümleleri okusam, ayy aman aman yine acıklı yine dramlaaar ah allahım bu ne dramlaaar diyerek geri bırakırdım. Ama böyle olmadı. İlk olarak şu cümleleri okudum ben:
Her açıdan seni tatmin edecek bir hayat istemez miydin? Sevmediğin hiçbir şeyi kabullenmen gerekmese? 23 numaralı vagonda sürüklenip gidiyormuş gibi hissetmesen kendini, hayatının kontrolü senin ellerinde olsa?"
Yanıt vermedim… Sonra bana baktı ve hayatım boyunca unutamayacağım o iki soruyu sordu.
"Dizginleri eline almak istiyor musun, istemiyor musun? Yaşadığın anların kontrolünün sende olmasını istiyor musun, istemiyor musun?"
"Evet!" dedim sonunda, kırk yıllık hayatımın en coşku dolu "evet"iydi bu.
Tarihler ekim 2016'yı gösteriyordu ve bu cümleleri yazan kesinlikle beni etkilemek için çaba sarf ediyor gibi görünmüştü gözüme. Aman yarabbi, bu kitap bana gerçekten bunun cevabını verebilir miydi? Neydi ki bu kitap? Kimdi ki? Konusunu bile okumadım, Dani'den falan haberim bile olmadı. Direkt okunacaklara-alınacaklara ekledim. Sonra da her denk geldiğimde o cümleleri içim dola dola okuyup, geçtim. Bekledim, her kitabın bir zamanı var. Sonunda yıl sonu indirimleri kapsamında Kitap Yurdu'nda Pegasus Yayınları'nın kitapları yüzde 50 indirime girdi ve uzun zamandır alınacaklarda beklettiğim kitapları sipariş ettim. Yalan yok, yine de bu isimli bir kitabı elime alıp gezdirmekten utanmadım değil. İspanyolcası'ndan Zeynep Heyzen Ateş çevirmiş. Nisan 2014 tarihli ilk basımı, 238 sayfa. Dış kapağının dışında yarım şekilde bir ince dekoratif kapak daha yapmışlar. Arka kapakta 25 tl etiketi yapıştırılmış, ben 16,21 tl'ye almışım. Şimdi KitapYurdu'ndan 17,82 tl'ye yükselmiş görünüyor fiyatı.
Yazarımız Albert Espinosa
Yazarı Albert Espinosa 1974'te Barselona'da doğmuş, endüstri mühendisliği eğitimi almış aslında. Ama gitmiş oyun yazar, senaryo yazarı, roman yazarı, oyuncu ve film yönetmeni olmuş. Bu kadar azmin sebebi ne peki derseniz, 14 yaşında kanser teşhisi konduktan sonra senelerce hastanelerde geçmiş ömrü. Bir bacağını, akciğerinden karaciğerinden parçayı kaybetmiş. Haliyle tüm bunlardan sonra hayata bu kadar iştahla saldırmış olmalı.
Peki beklediğim şey mi çıktı kitap? Bana vaat ettiği cevapları verdi mi Albert Espinosa? Aslında o konuda baya bir hayal kırıklığı yaşattı. Çünkü sanırım henüz bana istediğim cevapları verebilecek biri yok. Her neyse. Bunun dışında ise çok bildik bir hikayeyi, hiç bilmediğimiz bir yoldan anlatıyor Espinosa. Belki birazcık bir kişisel gelişim kitabı gibi, kahramanımız Dani aracılığıyla, hayatla ilgili bir şeyler söylemeye, öğretmeye çalışıyor. Sevgilisinden ayrılmasından, adaya gidip kayıp çocuğu aramasına kadar her bir adımında Dani ile birlikte bir geçmişe, bir geleceğe gidip geliyoruz. Tüm hayatını tanıtıyor bize Dani. O hikayeden bu hikayeye hopluyoruz, hayatının her bir taşını birbirine bağlaya bağlaya ilerliyoruz, ilerlediğimizi bile fark etmeden. Bu açıdan benim için oldukça taze bir okumaydı, böyle bir anlatım yöntemine çok sık rastlamıyoruz. Ama konusu açısından ya da söyledikleri, söylemeye çalıştıkları açısından çok bilindikti. Ben yine bunları duymak istemiyorum dedim sık sık kitaba. Ben artık habire herkesin bunları söyleyip, hayatını yoluna koymak, hayatta yolunu bulmak çok kolaymış gibi göstermesinden bıktım usandım dedim. Kolaymış gibi de göstermiyor da, hani evet çok zorluklar var ama aşacaksın, başaracaksın gibi şeyler söylüyor en nihayetinde hepsi. Oysa gördüğünüz gibi 2011'den beri burada, hiçbir şey düzelmiyor. Ben de hiçbir şeyi başaramıyorum.

Yine bir kitap üzerinden bile konuyu kendime getirip, kendime yeteri kadar acımayı başarabildiğime göre dağılabiliriz çocuklar. Bu kitabı okuyun bu arada, kötü değil, değişik bir anlatım, sempatik bir hikaye ve kim bilir belki size bir yerinden seslenebilir.

Albert Espinosa'nın web sitesi-->http://www.albertespinosa.com/
Albert Espinosa'nın instagramı-->@albertespinosapuig

10 Ocak 2020 Cuma

Nina Blazon'dan Kristal Kan

Babası ile Larimar isimli eski püskü ama ihtişamlı oteli işleten, hem de bu otel evi olan 17 yaşındaki Jade, bizimkinden çok farklı bir dünyada yaşıyor. Şehir devletlerinden oluşuyor gibi görünen bu dünyada sihirli Wila nehrinin kıyısında kurulmuş şehrini gizemli bir maskenin ardındaki Leydi Mar yönetiyor. Tüccarları taşıyan Nehir Adamları'nın, Leydi'nin yanında şehrin gücünü oluşturan 12 tane kontun ve kimseye göz açtırmayan polislerin, karaborsacıların ve bir dolu işinde gücünde halkın yaşadığı bu şehirde gizemler ve sihirler bir arada var oluyor aslında. Çünkü eski zamanların efsanesi Ekolar yavaş yavaş şehrin kıyısında görülmeye başlıyor. İnsanları yiyen canavarlar olduklarına dair hikayeler nesilden nesile anlatılan Ekolardan biri bir gün Jade'in gözleri önünde Leydi'nin polisleri tarafından öldürülünce, Jade'in içinde bir şeyler uyanıyor. Bunun ardından, otellerine Leydi'nin misafiri olarak gelen gizemli kuzeyliler - özellikle Faun - ile karşılaştıktan sonra da Jade artık içinde yaşadığı, büyüdüğü tüm dünyayı sorgulamaya başlıyor.
Kristal Kan, Alman yazar Nina Blazon'un 2008'de yayınlanan kitabı, orijinal adı Faunblut. "blut" Almanca'da kan demek, bizim çevirideki kan kelimesini anlayabiliyoruz bu durumda ama kristali içerikten giderek koyalım demişler herhalde. Direkt Almanca'dan Firuzan Gürbüz tarafından çevrilmiş (bir kitabın orijinal dilinden çevrilmiş olması çok önemli çocuklar, önce İngilizce'ye oradan bize çevrildiği durumları fark edebilirsiniz çünkü). Benim okuduğum bu çeviri, Pegasus Yayınları'nın ağustos 2011 tarihli ilk baskısı. 360 sayfa. Ama bu kadar sayfa olmasının bir önemi yok, oldukça hafif bir okumalık olduğu için oturup iki gün içinde, bir haftasonu bile okunabilir. Nina Blazon 1969 yılında doğmuş, Slav Dilleri ve Alman Dili alanlarında eğitim görmüş. Çeşitli üniversitelerde ders vermiş, reklam ajansında falan çalışmış. Ama sonra kendini gazeteciliğe ve gençlik kitapları yazmaya vermiş. Anlayacağınız büyülü gibi görünen güzel bir ormanın kıyısında, rahat bir evde, eşiyle birlikte oturup, tüm gün canı ne isterse onu yapıyor ve içinden geldiği gibi yazıyor Blazon. Dert yok, tasa yok, geçim sıkıntısı yok. Neyse ne diyordum?
Nina Blazon (bu kadar bedavadan
yazar yaftası edinmiş olsam ben de böyle
 32 diş sırıtırım nina ablacığım)
Esas kızımız Jade'in peşinde takip ediyoruz hikayesini kitabın. Onunla birlikte bu değişik şehri ve kültürü keşfetmeye çalışıyoruz. Zaman olarak tam bir yere yerleştirilebilir mi emin değilim bu dünya. Önümüzde, savaşarak kazandığı bir şehri yöneten bir Leydi'nin otoritesi altında hemen hemen bir Ortaçağ derebeylik görüntüsünde bir şehir var. Leydi'nin polis gücü var, ateşli silahlar kullanıyorlar. Binalarda ve çeşitli işlerde elektrik kullanılıyor, elektriğin üretimi biliniyor. Ama bir yandan da canavarlar var. Hayvanlarla konuşan, onları istediği gibi kullanabilen insanlar var. Canlanan gölgeler var, başkasının büyüsü altında canavara dönüşen insanlar var. Bu anlamda sihir de var bu dünyada.
Değişik bir dünya kurmaya çalışmış Nina Blazon bu şekilde. Ama kurduğu dünyayı ilginçleştiren ayrıntıları, tarihini, mitolojisini anlatma şekli pek de ilginç gelmiyor. Karakterleri tamamen stereotip, isim vermeden konuşmalarını yazsak tek bir kişi konuşuyor gibi gelecek şekilde yazılmış. Hikaye de aslında oldukça klişelere göre ilerliyor. Hatta o dayandığı klişeleri bile etkili kullanamadan böyle hafif hafif, derinliksiz geçiyor. Kitapta insanı vuran bir nokta yok, her olan şeye "meehh..." diyerek, okumaya devam ettim ben. Aşırı klişe bir "fantastic-young-adult" yazdığının farkında değilmiş gibi bir de yazarımız yönetim şekli, özgürlük, eşitlik gibi konularda mesaj vermeye çalışıyor. Vermesin demiyorum, versin (hobi olarak yine versin, yok yok şaka yapıyorum ahaha). Zaten özellikle bu tür kitapların hitap ettiği kitleye söylenmesi gereken şeyler bunlar ama o kadar kör göze parmak şeklinde yazmış ki hikayenin ortalık yerlerinde sırıtıyor. Karakterlere söyletme şekli, anlattırma şekli insana çiğ gelen gerçi.
Çok ilginç bir hikaye anlatacakmış gibi başlayan kitap, heyecanlı da gidiyor aslında. Ama sonra bakıyorsunuz karakterlerin derinliği yok, ilginçliği yok, aralarında olan her şey aşırı klişe, konuşmaları bile bir şey ifade etmiyor. Yine de azimle okumaya devam ettim ben. Dedim şu gizem çok değişik bir şey çıkacak, şu konu acayip bir yere bağlanacak. Kesin. Öyle olmalı, yazar olan insan öyle yapar. Ama hiçbir şey beklediğim gibi çıkmadı. Aslında hikayelerde hiçbir şeyin beklediğimiz gibi çıkmaması güzel bir durumdur, vaaay hiç aklımın ucundan bile geçmemişti manyak olmuş dersiniz böyle durumlarda. Bu hikayede öyle olmuyor, beklediğimiz gibi sonuçlanmayan şeylere pöff oluyoruz.
Tüm bunlardan anlayacağınız, şöyle kafanızı boşaltmak için ne yapsam ne yapsam diye bakındığınız yersiz boş vaktiniz varsa, alıp elinize okuyabileceğiniz bir kitap olduğu. Ya da böyle belki bana olduğu gibi size de oluyordur; arada böyle çay içmek istemek gibi, cips çekmesi gibi insanın canının, belirli hikayeler ister benim canım. Bazen böyle hikayeler çeker mesela, her ne kadar gömsek de Twilight'ı yaşarken hissettiğim o uyuşturucu, o belirli duygulara geri dönmek isterim belki de bu gibi zamanlarda. İşte sizde de böyle zamanlar oluyorsa, kitap fena değil. Yoksa vallahi bedavadan para ve şöhret kazanmış Nina Blazon hanımabla, eğer diğer kitapları da böyleyse.

Nina Blazon'un resmi web sitesi-->http://www.ninablazon.de/

5 Aralık 2019 Perşembe

Scott Lynch'in "Locke Lamora'nın Yalanları"

Camorr şehrinin kendine özgü su kanallarının arasındaki daracık sokakları, kuytu köşeleri, şaşaalı malikanelerinin arasında kendine Centilmen Piçler diyen bir grup adam, akıllara durgunluk verecek soygunlar gerçekleştiriyor. Hepsi de yetim kalmış çocuklarken gözsüz rahibin bir araya getirmesiyle kardeşler gibi büyüyen bu adamlar şimdi de Camorr'un en belalı zamanında sahnedeler. Bir yandan suç çetelerinin hepsinin bağlı olduğu asıl "godfather"ı ayakta uyutmaya çalışıyorlar, bir yandan şehrin adil olmayan tarafını-zengin asilzadeleri tepeden tırnağa soymaya uğraşıyorlar, bir yandan da tüm suç çetelerini tehdit eden Gri Kral ile uğraşıyorlar.
Locke Lamora'nın Yalanları ilk kez 2006'da yayınlanmış. İthaki de sanırım 2014'te çevirmiş. İlk çıktığında, tıpkı Patrick Rothfuss'un da önsözde yazdığı gibi, onun kitabıyla karıştırıyordum ben de. Hah bir şu kitap vardı onu okuyayım diye yıllar sonra aradığımda bile yine karıştırıyordum. Rüzgarın Adı mı Locke Lamora mı, kim ney neresi, ikisi birbirine karışıp duruyor. Çünkü temelde ikisi de fantastik, ikisi de ilk defa duyulan yazarların eseri ve hemen hemen aynı zamanlarda ortaya çıktılar. Rüzgarın Adı'nın geçen sene okumaya çalışmıştım. Gerçekten denedim. Ama olmadı. Herhalde bir 50 sayfa bile okuyamamışımdır. Bu kitabı da ilk başlarda aynı hisle karşılayınca sorunun kitaplarda olmadığına karar verdim. Sorun bende. Sorun fantastik kitapları okuyamayan bende. Halbuki ben kendimi fantastik insanı sanıyordum. Eskiden öyleydim belki de. Ya da hiç değildim de öyle zannediyordum. Çünkü aslında bakınca sırf Rowling'in yazdıklarına aşık olduğum için öyle zannetmişim. Çünkü aslında o kadar da fantastik kitap okumamışım. Otuzumdan sonra anladım ama en azından anladım. Artık kendimi zorlamayacağım.
Ama neyse ki Locke Lamora'nın ve Jean Tannen'ın, Sanza ikizlerinin ve Böcek'in hikayesini okuyabildim, sonuna kadar. İlk başlarda kafam allak bullak oldu tabi, elimizde bir harita yok, bir tarif yok ama yeni bir dünya ve şehir var. İnsan yaşlandığını böyle zamanlarda anlıyor. Hiçbir şeyi aklımda tutamadım, gözümde hiçbir yer canlanmadı doğru düzgün. Mekanlar, karakterler hiçbiri yerine oturmadı. Benden diye azmettim, okudukça yerleşir dedim ama yerleşmedi, bir yerden sonra boşverdim.
Dediğim gibi ilk bölümleri geçmek çok zordu. Hikayeye, karakterlere bir türlü ısınamadım. Bir bağ kuramadım. Yine de zorladım kendimi, okumaya devam ettim. Ve beklediğim oldu. Aralardaki geçmişe dönüş bölümlerinde içime bir şeyler dokunmaya başladı. Sonunda Jean Tannen ile tanışınca da tamamen bağlandım hikayeye (evet benim burada en sevdiğim karakter o). Bu aşamadan itibaren çok keyif alarak okumaya başladım. Soygunlar, planlar, Gri Kral kim meselesi gibi konular su gibi ilerledi. Ama sonra bir noktada, hemen hemen Gri Kral olayı aydınlanmaya başladığında kitap da sıkmaya başladı. Yani bir şeyler koptu, ilgim azaldı, okumak keyifsizleşmeye başladı. Kitabın artık son 200 sayfası kadarlık yerde okumak böyle eti form yemek gibi oldu. Bakın kitap toplamda 580 sayfalık bir tuğla. Büyük boy 580 sayfa diyorum, öyle normal boyut da değil.
Şimdi bu adamlardan hangisi Scott Lynch?
Bir insan yıllar içinde bu kadar değişikliğe gidebilir mi?
Bu yüzden Scott Lynch'in sorunu ne diye düşünüyorum ama adlandıramıyorum. Tamamen yepyeni bir dünya kurmuş gibi görünüyor ama bu dünyada kendi dünyamızdan yansımalar bulabiliyoruz, bu anlamda aslında tam da sıfırdan bir yeni dünya gibi de değil. Bu dünyayı bize anlatmaya çalışması da fena değil, bir tarih oluşturmaya çalışıyor, geleneklerini, fiziki yapısını, mitolojisini anlatıyor. Ama burada hakikaten eksik bir şeyler var, bir türlü haritayı kafamızda çizemiyoruz. Kim nereye koşturdu, kim nereden dolaştı havada kalıyor. Karakter yaratımında sorun yok, gayet başarılı. Her birine olması gerektiği gibi belirli açılardan bağlanabiliyoruz, severek de nefret ederek de. Hikayenin ilerleyişi de çoğu zaman mükemmel. Çoğu yer klik klik birbirine oturuyor. Düzinelerce altı çizilesi, baş ucu yapılası cümle sarfediyor karakterlerimiz. Yeri geliyor gülmekten sandalyeden kayıyorsunuz, yeri geliyor ulan bu nasıl oldu vaaay diye şaşkınlıkla sayfaların ötesinden karakterlere bakıyorsunuz. Ama işte, hikayenin yükselmesi gibi alçalması da çok. Sonlara doğru hikayede bir şeyler oluyor, Lynch'in hikayeyi kurmasından mı anlatımından mı tam adlandıramıyorum işte.
Kitabın seveni çok bu arada. Sevenler holigan seviyesinde sevmiş ama beğenmeyenler de hiç beğenmemiş. Böyle bir kitap bu anlayacağınız. Benim duygularımsa karışık. Çok sevdiğim karakterlerle tanıştım. Ortaları boyunca kitabın, çok zevkli bir hikaye okudum. Kendini çok da ciddiye almayan ama bu nedenle daha da sevimli olan bir hikayeydi bu. Ama genelinde baktığımda 1 ay boyunca elimde sürünen bir kitap vardı önümde. Oysa bu kadar kalın bir kitabı öyle bir ay süründürmeye alışık değilim ben. Kalın kitaplar hep çok sürükleyici olur. Ama dedim ya bu kitapta başlarda okuyamadım, ortalarda coştum, sonlara doğru yine emeklemeye döndüm. "Gentlemean Bastards" isimli bir serinin ilk kitabıydı bu kitap. Toplamda yayınlanmış 14 kitap var gibi görünüyor seriye dair. Ama Random House'un sitesinde tam anlamıyla yayınlanmış 5 kitap var. 
Ben İthaki'nin Mart 2018 tarihli 4.baskısını, Cihan Karamancı çevirisiyle okudum. Kitabı temmuzun başında Kitap Yurdu'ndan sipariş etmiş, almıştım. O zaman 17,5 lira vermişim, şimdi aynı yerde 22,7 lira görünüyor. Hatta liste fiyatı 35 lira görünüyor. Vah halimize, halimize. Neyse ki İthaki'nin kitapları çok kaliteli oluyor da insanın yüreğine azıcık su serpiliyor.

28 Temmuz 2019 Pazar

Tolstoy'dan "Kafkas Tutsağı"

Bu taşınma haftasında, tesadüfen aynı sokağa taşınmış olduğum bir abi (işyerinden) ile taşınma işlerini konuşurken masasında gördüğüm kitap sonucunda Tolstoy'dan konuşmaya başlamıştık biraz. Sivastopol'u okuyordu (daha önce şurada, şurada ve şurada hem Tolstoy'dan hem de Sivastopol'dan bahsetmiştim), sonra aldığı diğer Tolstoy kitaplarını göstermeye başladı çekmecesinden çıkarıp. Kafkas Tutsağı'nı okumadığımı söylediğimde direkt verdi, al oku diye. Kitaplar konusunda çok hassas olduğum için panik yaptım tabi, kendi kitaplarımı insanlara vermeye pek hevesli olmadığımdan (eskiden çok kötü tecrübelerim olmuştu) insanlardan da kitap almaya istekli olmuyorum haliyle. Böyle birden kucağıma düşünce bu kitap, bir an önce okuyup, geri verebilmek için telaşlandım. Çünkü düşünüyorum ki hani yeni almış kitabı, dokunulmamış duruyor yani, ben okurken bu dokusu bozulacak. Ben olsam nefret ederim, karşımdakileri de öyle düşünüp, panik yapıyorum işte. Halbuki çoğu insan önemsemiyor sanırım. O kadar acele ettim okumak için ama artık servisle işyerine gidip gelmek 30-40 dakika değil, tamı tamına 15 dakika sürüyor. E ben de serviste okumaya alışığım, uzun zamandır evde ya da sabit bir yerde kitap okumadım. Hal böyle olunca resmen zamanla ve kendimle yarıştım. Sabah akşam o 15'er dakikalarda okuyabildiğim kadarıyla, en sonunda da evde akşamları, iş yerinde öğle aralarında azmettim bitirdim. Gerçi 200 küsür falan ancak, ufak bir kitap ama gene de öyle haldır haldır okunmuyor.
4 ayrı öyküden oluşuyor kitap. Baskın, Orman Kesimi, Rütbesi Düşürülen ve kitaba ismini de veren Kafkas Tutsağı. Baskın isimli öykü 1853 tarihli, genç bir adamın Rus ordusundaki ilk tecrübesini, bir Çeçen köyüne yapılan baskını anlattığı bir öykü. Okurken fazlasıyla bir otobiyografi havası taşıyor. Zaman zaman genç bir Tolstoy yaşadıklarını mı anlatıyor yoksa bildiğimiz yazar Tolstoy öykü mü anlatıyor çizgiler birbirine karışıyor. Orman Kesimi 1855 tarihli, yine genç bir subay adayının birliğinin başında Çeçenlere karşı yaşadıklarını anlatıyor. Ordudaki insanları anlatışı, 19.yy.daki Rus insanlarını şimdi bile yaşıyormuşçasına gözümüzün önünde canlandırışı muazzam bu öyküde. İnsan ruhuna dair yaptığı çıkarımlarsa incelikli bir güzellikte. Benim kitap içinde en beğendiğim, okumaktan en keyif aldığım, iyi ki okumuş dediğim öykü bu.
Rütbesi Düşürülen Tolstoy'un ordudan salıverildiği 1856 yılına ait. Yine bir subayın/prensin Rus ordusunda görev yaparken (yanlış hatırlamıyorsam) Kırım topraklarında Moskova'dan eski bir tanıdığı ile karşılaşması ile başlıyor. Sonra bu tanıdık başlıyor kendi hayat hikayesini anlatmaya falan. Açıkçası hiç okuyamadığım bir öyküydü bu. Doğru düzgün okumadım da zaten. Diğerlerine göre oldukça zayıf kalıyordu bence. Son öykü Kafkas Tutsağı ise 1870'te yazılmış, 1872'de basılmış gibi görünüyor. Rus ordusundaki bir asker, annesinden aldığı mektup üzerine evine bir ziyaret yapmaya karar veriyor. Yola çıktığında Tatarlar tarafından yakalanıp, hapsediliyor. Bir Tatar köyünde, ailesinden para gelirse salıverileceği için hapis halde yaşamaya başlıyor. Kitaba adını veren öykü ama açıkçası ilk iki öyküden daha iyi değildi. Bana daha düz, daha hafif geldi. Ama sanırım o dönemde Rusların Tatarların olduğu topraklara bakışını, Tatar köylerini insanlarını bir Rus'un gözünden anlatışı açısından önem taşıyor.

Bu 4 öykünün oluşturduğu kitabı okumak benim için panik içinde de olsam keyifliydi. Yine iyi ki Tolstoy yazmış, yazmayı tercih eden bir insan olmuş dedim. İş Bankası Kültür Yayınları'nın Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi içinde yayınladığı bir basımını okudum ben. Mazlum Beyhan'ın Rusça'dan direkt çevirisiyle 2019 tarihli 5.basımı. Kısacık bir kitap, bence siz de deneyin.

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin'den "Yüzbaşının Kızı"

Rus edebiyatına çok çekingen yaklaşırım. Dünya edebiyatına hah şimdi bu ülkenin edebiyatına başlayayım diye girmiyor insan çoğu zaman ama sanırım Rus edebiyatı için - ve hatta diğer pek çok edebiyat için - bende durum tam da öyle olmuş olabilir. Çünkü kendiliğinden, farkında olmadan İngiliz edebiyatına dalmış haldeydim ve hala daha en sevdiğim odur ama bir noktada ben artık farklı hayatlar, değişik coğrafyalara çıkmalıyım dedim. Elimden geldiğince her bir ülkeden birkaç bir şey okumaya çalıştım. Rusya ise tüm bunların arasında sanırım en çekindiklerimden biriydi. Baktığımızda öyle kocaman bir derya, öylesine karmaşık bir okyanus gibi görünüyor ki elime bir Rus yazar almam çok uzun sürmüş olabilir.
Bu yüzden ilk denediğim Dostoyevski'ydi. Beyaz Geceler. Her gün eve aldığımız gazetenin bir gün hediyesi olarak gelmişti ve iyi bir fikir gibi görünüyordu. Ama değilmiş. Dostoyevski'yi hiç sevmedim. Sonra Delikanlı'sını da okumayı denedim mesela, ah ne hevesle almıştım tuğla büyüklüğündeki kitabı, olmadı. Dostoyevski benim için fazla "ben" gibiydi, karamsar, ağlak, iç bunaltıcı derecede depresif. Eh ben de hep kendimden nefret ettiğim için, Dostoyevski'yle hiç barışamadık.
Haliyle Tolstoy'a geçtim sonra. Savaş ve Barış. Aklımı kaçırmış olmalıyım. Lisedeydim. Da Vinci Şifresi kafasındaydım, savaş ve barış neyine. İşaretlememiş olsam, okuduğumdan bile emin değilim. O kadar okumamışım gibi geliyor. Tek bir kelimesini dahi hatırlamıyorum. O yüzden bu iki saçmalamamı es geçip, Rus edebiyatı ile tanışmamı yine Tolstoy'un Sivastopol'undan başlatıyorum (https://www.goodreads.com/book/show/18047371-sivastopol). Hatta o kitabı okumam da yine bir film sayesinde olmuştu. Hayatımdaki çoğu şey filmler sayesinde olmuştur zaten, kitapların çoğunu filmler sayesinde keşfetmem gibi. 2009 yapımı "The Last Station" filmini (https://www.imdb.com/title/tt0824758/) izledikten (ve pek sevdikten) sonra Tolstoy'a ve Rus edebiyatına bir şans daha vereyim demiştim (Bu arada film güzeldir yani bence aşırı güzeldi, tavsiye ederim.). Sivastopol incecik bir kitaptı, ama çok beğenmiştim ve hah demiştim, işte Rus edebiyatı dedikleri bu olmalı. O zaman abartmış olabilirim tabi, kitabın hemen ardından acayip gaza gelmiş haldeydim çünkü. Tolstoy kraldı gözümde.
Ama Puşkin. İşte onu hiç okumamıştım. Her ne kadar Tolstoy'a karşı hissettiklerim Rus edebiyatına daha sıcak bakmama sebep olmuşsa da hareketlerime hiç yansımadı. Sonra hiçbir Rus yazar okumadım. İşte geçen haftalarda Kişinev'e gidecekken dedim herhalde bu bir işaret. Puşkin'le ilişkilendirilebilecek bir kente giderken yazdıklarını okumalıyım. Ama ne hikmetse gitmemden hemen önceki hafta ne kadar kitapçıya baktıysam bir tane bile kitabını bulamadım. Sonunda bir yerde Yüzbaşının Kızı'nı buldum ama bu sefer de sadece bu kitap ve diğer bir yayınevinden basımı. Başka yok. Yani YKY basımı ve İletişim basımı. YKY basımını tercih ettim. Mart 2019 tarihli 6.baskısı. Sabahattin Ali ve Erol Güney çevirisi. 126 sayfalık incecik bir kitap bu da. (https://www.goodreads.com/book/show/34819342-y-zba-n-n-k-z)
Okumaya başlayınca Rus edebiyatına neden o kadar çekingen yaklaştığımı gene hatırladım. Çünkü Rus tarihi, kültürü hakkında çok az şey biliyorum ve bu yüzden algılayamıyorum. Yani onca dizi ve filmden sonra artık gözüm kapalı İngiltere tarihi yazabilirim cilt cilt ama diğer ülkeler çok bulanık. Mesela bu kitabın esas hikayesi, Rus tarihindeki gerçek olayların, 1773 yılındaki Pugaçov Ayaklanması adı verilen olayın etrafında gerçekleşiyor. Hadi buyur buradan yak. Kim neden nereye nasıl ayaklanmış, kim haklı kim haksız, ana karakterimiz şimdi bunu diyor ama ne anlatmaya çalışıyor ana karakterimiz nerede duruyor...diye diye beynimden dumanlar tüte tüte okumaya devam ettim. Tabi bir noktada çevirmenin notu, yayımcının notu, sayfa altındaki açıklamalar derken yavaş yavaş anlamaya ve fikir üretmeye başlıyorsunuz. O aydınlanmayı yaşadıktan sonra kendi kendime okuduğum hikayeden daha da zevk almaya başladım.
Dediğim gibi bu 1773'te olan ayaklanma sırasında soylu bir ailenin oğlu olan Pyotr Andreyeviç Grinyov (isimler konusuna hiiiiç girmiyorum, çıkamayız, o konuda çok çemkiriyorum, kendim bile kendimi çemkirmekten alamıyorum) asteğmen gibi bir rütbeyle asker olur, taşrada ufak bir kaleye gönderilir. Kalenin komutanının kızı Maşa ile birbirlerine işte bir şekilde aşık oluverirler, bu sırada kaledeki diğer askerlerle falan Grinyov'un münasebetleri olur. Ve bir anda kendimizi onun gibi ayaklanmanın ortasında buluruz.
Hikaye Grinyov'un yıllar sonra 1833'te oturup da torununa falan hayatını anlatmak için yazdığı hatıratı formatında. Tüm kitap boyunca onun bakış açısından dinliyoruz olayları. En sonda hikaye bitmiyor ama kitap bitiyor. Puşkin'in kendisinin Bırakılmış Bölüm adını verdiği bir bölüm daha yer alıyor en sonda. Kitabın içinde, ortasında bir yerlere yerleşebilecek bu bölümü denilene göre yine birilerini rahatsız ederim de sürüverirler diye dahil etmemiş.
İşte Puşkin, meşhur portresiyle.
Suratında biraz böyle küçük emrah ifadesi yok mu ya?
E ama Puşkin kimmiş ki neler olmuş? 1799'da Moskova'da doğan Puşkin, tıpkı ana karakteri gibi soylu bir ailenin oğluymuş. Yine tıpkı Grinyov gibi onu da babası çok iyi bir şekilde eğitim alsın diye uğraşmış. Yatılı okula gönderilmiş. Şair ruhlu çocukların hepsinin yaptığı gibi o da şiire yönelmiş. Yazmış da yazmış. İmparatorluğun dışişlerinde falan çalışmış. 1820ler geldiğinde şiirleri isyan dolu olunca önce Kafkasya'ya sonra da Moldova'ya (gidip kaldığı evi gördüğüm Kişinev'e) sürülmüş. Sürgünde geçirdiği yıllardan sonra geri çağrılmış, artık sürülmek yerine yazdıklarını sansürlemeye başlamışlar. Hayatına devam etmiş Puşkin. 1831'de bir baloda çok güzel bir kız görmüş, aşık olmuş. Kız da olabilecek en meymenetsiz dişiymiş herhalde, bön bön bakmış hep tekliflerine de ısrarına da. Sonunda kızın ailesini fethedip evlenmiş Puşkin ama ne fayda, Natalia yine aynı boşlukta bakmaya devam etmiş duruma. Ahh işye böyle iyi yazan bir adamın zekası nasıl olur da bir kadın söz konusu olunca eksiye düşebiliyor diye insan gerçekten hayret ediyor (tüm erkekler bu hale giriyor valla bu cinste bir yamukluk var ama neyse). Sonunda da yine bu Natalia yüzünden bir düelloya girişmiş ve yaralanıp, ölüvermiş daha 38 yaşında. En kötüsü de yazdığı hikayedeki kahramanın da kendisi gibi bir nedenle düello yapıp, yaralandığını ve sonra iyileştiğini okuyoruz. Bu satırları yazan adamın, yazdıktan bir sene sonra bir düelloda yaralanıp öldüğünü öğreniyoruz. (daha ayrıntılı okumak isterseniz: http://pushkin.ellink.ru/2018/english/push1.asp)
Peki Puşkin nasıl yazıyor? Açıkçası hiç beklediğim gibi değildi. Okumaktan keyif aldım, okuduğuma da memnunum ama bir şeyler eksikti sanki gibi geldi bana. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Mesela çok aşırı dramatik bir şeyler oluyor, böyle game of thrones vari şeyler oluyor, Puşkin öyle bir yazıyor anlatıyor ki parkta banka oturmuş da gelip geçeni izliyormuşsunuz gibi oluyor. Aslında etkili yazıyor, çok da iyi yazıyor onu da görüyorsunuz, fark ediyorsunuz. Ama olayları, duyguları anlatmayı seçtiği yol yüzünden hiçbir şey üzerinize üzerinize gelmiyor. Dramın trajedinin atlında ezilmiyorsunuz, ferah bir kafayla hikayeye devam ediyorsunuz. Bir yandan çok hoşuma gitti bu durum, çünkü ben gerçekten - ama gerçekten - okuduğum izlediğim her şeyi aşırı içselleştirip çok kötü olabiliyorum. Bir yandan da sanki böyle nefes alıp veriyormuşum da sanki tüm ciğerimi doldurup, geri boşaltmadan, böyle göğsüm hareket etmeden nefes alıyormuşum gibi hissettim. 
Yine de bir yerde okuduğum, birinin dediği şeye çok hak verdim: Rus edebiyatına başlamak için çok iyi bir kitap Yüzbaşının Kızı. Keşke yıllar önce elime ilk geçen bu olsaymış dedim. Hem öyle çok büyük büyük bir hikaye değil, hem de Rus tarihi, kültürü hakkında ufak minik detaylarla genel bir tablo veriyor. Ayrıca düzgün ve keyifli bir okuma sağlıyor. Bence çok iyi bir başlangıç olur.

Bir de şunu ekleyeceğim. O kadar aradım, bulamadıktan sonra en son havaalanında aktarmayı beklerken oradaki kitapçıda İş Bankası'nın muhteşem basımını bulmadım mı? Yine Yüzbaşının Kızı ismindeki bu basım bütün öyküleri ve bütün romanları şeklinde bir alt başlığa sahip ve Rusça aslından Ataol Behramoğlu çevirmiş. 11.basım 564 sayfalık kocaman bir kitap. İçinde Maça Kızı ve Erzurum'a Yolculuk falan da var. Dayanamadım bunu da aldım ama diğer kitaptan bitirdim hikayeyi. Bu kitaba da diğer öyküler için geçeceğim bir ara.

12 Mayıs 2019 Pazar

İki ayrı kitapta Jane Austen'ın erken dönem defterleri

Üniversite döneminde Jane'in yazdığı 6 kitabı da yiyip bitirdikten sonra bir noktada arayış içine girmem normaldi. Çoğunuza olmuştur aynı şey. Eli yüzü düzgün bir şekilde yayınlanan bu 6 kitaptan sonra insan arayıp taramaya başlıyor. Jane'in 41 yıllık hayatını deşip, satır aralarında biraz daha bilgi, biraz daha okuyacak, dilindeki o tadı devam ettirecek bir şeyler arıyor. Çünkü yetmiyor, dönüp dönüp aynı sayfaları okuyoruz, dönüp durup o balolarda dans etmek, o şöminelerin başında oturup dedikodu yapmak istiyoruz.
Şimdilerde bir kitapçıya girdiğinizde milyonlarca değişik basımına rastlayabilirsiniz Jane'in kitaplarının. Ben en başta değişik kapaklı gördüğüm basımların fotoğraflarını çekiyordum, çünkü çok az rastlanan bir durumdu benim için ama baktım artık günde en az 5 tane değişik kapaklı bir Jane kitabı görüyorum, bıraktım çekmeyi. Oysa Gurur ve Önyargı'nın İş Bankası Yayınları basımını fellik fellik arayıp, sonra bir gün Alsancak'ta gezerken tesadüfen kitapçıda bulunca nasıl sevindiğimi dün gibi hatırlıyorum (binlerce yıl önceydi halbuki :p ). Ya da artık ayrı bir "genre" bile olabilecek bir şekilde ortaya çıkan Jane'in kitaplarından esinlenmiş kitaplara elimizi sallasak çarpıyoruz (ay o zombiler, ıyy, içim kalktı gene). Ama bu son birkaç yıla kadar böyle değildi durum. Bu yüzden 2014 yılında bir haziran günü "Aşk ve Arkadaşlık" diye bir kitaba rastladığımdaki şaşkınlığımı ve sevincimi anlayabilir misiniz bilemiyorum (Susan'dan falan haberim vardı, Gutenberg'den okumuştum ama çevirisi ve basımı ne gezeeer. Bu arada onun da filmini yaptılar geçende değil mi? Hiiiç içimden gelmedi. 1996 versiyonunda Emma'nın içine ettikleri için elbirliğiyle ve başrolde de o olduğu için gözümün önünden gitmiyor). Alakarga Yayıncılık'ın nisan 2014'te ilk baskısını yaptığı kitabın çevirmeni Ayşem Dur.
Tabi ben o zamanlar bilmiyorum, hiçbir fikrim yok bu nedir. İç kapakta orijinal adı da yazıyor "Love and Friendship". Diyorum ki o zaman tamam bu kesin Jane'in yazdığı bir şey ama benim niye haberim yok. Öykü diyor diğer sayfada. Allah allah diyorum. İlk bölüm "Aşk ve Arkadaşlık" adını taşıyan, mektuplardan oluşan bir öykü. İkinci bölüm de yine mektuplardan oluşuyor ve adı "Lesley Şatosu". Ardından "İngiltere Tarihi" geliyor, IV.Henry'den I.Charles'a Jane'in kendi dilinden kralları kraliçeleri okuyoruz. Kitabın geri kalanı karman çorman bir derleme. Mektuplar şeklinde öykücükler var, kısa oyun perdeleri var. O zamanlar okuduğumda hiçbir şey anlamamıştım. Jane bunu ne zaman niye yazdı, neden böyle bir şey yazdı, bu bir kitap mı, gerçek mi, burada neler oluyor diye kafam karışıp durmuştu. Arka kapakta da açıklayıcı hiçbir şey yoktu. Sadece bunu Jane yazmıştı ve bir öykü kitabıydı. Bu kadar. Jane'in hayatını okuduğum hiçbir yerde böyle bir kitaptan söz etmiyordu da aksi gibi. Üstüne bir de 2013'teki doğumgünümde Cey'in hediye ettiği bir kitap vardı, Syrie James diye birinin yazdığı "Jane Austen'ın Kayıp Anıları" (size onu da anlatmamıştım değil mi?). O kadar ikna ediciydi ki neredeyse gerçekten bir tavan arasında Jane'in kayıp anılarının bulunduğuna inanacak durumdaydım o sıralar. Hala ara sıra kafam karışıyor, o satırları Syrie James mi uydurdu gerçekten Jane'in kayıp anılarını mı okudum ben diye (yaşlılık sevgili çocuklar yaşlılık). Neyse işte o kitabın da etkisiyle ben bu "Aşk ve Arkadaşlık"tan bir işkillenmiştim. Bunu biri mi uydurdu yoksa Jane mi yazdı diye. Çünkü bir de çok fena sıkılmıştım okurken. Öyle böyle değil. Bir mantık yok, bir sürükleyicilik yok, her şey birbirine girmiş durumdaydı. Alakarga Yayınları'na hakikaten küstüm bu konuda. İnsan biraz bir açıklar değil mi durumu. Öyle al bas. Ee ne bu?
Bu kafa karışıklığım bu senenin başındaki kitap fuarına kadar sürdü. Sonra orada, sislerin arasında (şaka şaka, insan yığınlarının arasında esasında, o cehennemi kalabalıkta nasıl da görebildiysem artık), İletişim'in standında bir kitaba rastladım. "Gençlik Eserleri" diyordu kapakta, kocaman Jane Austen yazıyordu. 2016'da yapılmış ilk baskının çevirmeni Rana Tekcan. Henry Austen'ın önsözü ve Juliet MsMaster'ın sonsözü var. Dahası, en güzeli, arka kapakta benim için her şeyi pasparlak hale getiren açıklama var: Jane'in 1787-1793 yılları arasında evde otururken defterlere çiziktirdiği hikayeler bunlar. 11 yaşından 17-18 yaşlarına kadar habire yazıp durdukları bunlar. Ki o yaşlardan itibaren yazdıkları da Jane'i bizim bildiğimiz Jane yapan o 6 kitabın hikayeleri. Basılmak için yazılmamış şeyler bunlar. Jane habire yazmış, sevdiklerine ithaf ederek, aile içinde okunup eğlenilmesi için. Bir noktada durmuş hepsini 3 defteri dolduracak şekilde temize çekmiş. Yıllar yıllar sonra da artık basılabilirler diye aile tarafından izin verilmiş ve hoop alın işte karşımızda. Hem de İletişim öyle güzel bir şekilde basmış ki. Hayatına dair detaylı bir kronoloji, çizimler, dediğim gibi önsöz sonsöz. Üç cilde ayrılmış, Jane'in üç defteri. İlk ciltte 14 öykü var, hepsi birbirinden absürd. İkinci cilttekiler ise...Bakın şimdi tam olarak şöyle oldu. Okumaya başladım ikinci cildi. Sonra kafamda bir şeyler canlanmaya başladı. Lan ben bunları bir yerden biliyorum ama nasıl olur dedim. Sonra 5 yıl öncesini hatırladı yaşlı belleğim. Evet bingo! Bu ikinci cilt tam olarak o Alakarga'nın bastığı "Aşk ve Arkadaşlık" kitabı. Ama yine aklımda sorular, karmaşıklıklar. Eh be Alakarga niye hepsini basmadın o zaman diye çemkirmeye başlamıştım ki bir yerlerinde kitabın okuduğuma göre en başta tüm defterleri yayınlanması için vermemişler mecburen böyle parçalı bir şeyler olmuş. Üçüncü ciltte de 2 öykü var ama bunlar diğerlerine nispeten daha uzun ve daha sanki sonraki kitapları oluşturacak hikayelere birer alıştırma gibi.
Ama ne yalan söyleyeyim ben bu okuduklarımı da hiç sevmedim. Belki evet bildiğim Jane'i beklememeliydim ama ister istemez canım onu çekiyordu. Bu öykülerse çok farklı. Yani içlerinde ufak ufak böyle Jane'i görüyorsunuz - tanıdığınız Jane'i. Ama genelinde çok başka biri var. Bizim ahlak bekçisi, kurallarla örülü, sosyal ortamların keskin gözlemcisi, en ince söz oyunlarının ustası Jane yok henüz ortada. Alabildiğine kahkahalarla dolu, dalgasını geçen, absürdlüğün dibine vuran bir çocuk Jane var. Aslında konuları, karakterleri hep aynı gibi ama yazdıkları çok daha parlak, çok daha neşeli. İnsan düşünmeden edemiyor, bu defterleri dolduran o kocaman gülüşlü deli kız nasıl oldu da Emma'yı eleştiren Knightley'ye, kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen Elinor'a, pişmanlıktan nefes alamayacak hale gelen Anne Eliot'a dönüşebildi? (Çünkü yazdığımız karakterlerden oluşuruz hepimiz.)
Neyse diyeceğim şu: Yalnızca çok aşırı merak ediyorsanız, İletişim'in bastığı kitabı alın ve okuyun.
Dediğim gibi ben hiç mutlu olmadım. Ama şöyle karşılaştırın, Tim Burton filmlerini ve Picasso tablolarını da sevmem ben.

28 Nisan 2019 Pazar

Peter Frankopan'dan "İpek Yolu"

Kapağını, o muhteşem kapağın ortasında büyük büyük yazan adını kitapçıda gördüğümde resmen vuruldum. İran'daki Mescid-i Şah'ın o inanılmaz güzellikteki süslemelerinin (herhalde böyle deniyordur, bu konuda hiç de bilgili değilim) yer aldığı kapağında ayrıca şöyle bir ifade de "Batı merkezli tarih yazımına tam bir panzehir." görünce olduğum yerde çığlık çığlığa zıplamamak için kendimi zor tuttum. Hayır batı merkezli tarihi ya da batı tarihini (ki kitapta bu "batı" kavramına da değiniyor) okumaktan, öğrenmekten yana bir sorunum yok, severek okurum, okudum da bu zamana kadar. Ama bir noktada insan satırların arasında kalan yerleri merak ediyor. Tamam hadi Coğrafi Keşifler adı altında İngiltere, İspanya, Portekiz falan ne yapmış okuyorum ama konunun ortasında aklımda sorular, eh bunlar kıyısına ulaştığında Afrika'dakiler ne ediyordu ki acaba? Ya da Hindistan deyince hep bir İngiliz yönetimi, hep bir her şey İngiltere ile ilgili yazıyor. Öncesi nasıldı o koskocaman toprakların? Kimler vardı, neler yaparlardı? Upuzun İpek Yolu, sadece Marco Polo babası ve amcasıyla adımladı diye mi ortaya çıkmıştı? (Bu arada dizinin ilk iki bölümünü falan izleyebilmiştim, o sıralar pek haşin gelmişti, olmadı bir ara yeniden denerim.)
Yıllar yılı kafamda dönüp duran bu sorulara pek de güzel bir anlatı buldum diye coştum tabi ben. Bir an önce okumalıydım. Ama tabi ilk baskısı ocakta yapılan kitabı ben ancak kasımda alabildim, okumam da şubatı buldu. Ve büyük bir heyecanla okumaya başladım. Önsöz'ünde yazar kalbime kalbime sesleniyordu adeta: Çocukluğumda en değerli varlıklarımdan biri, büyük bir dünya haritasıydı.(...)Gençliğe adım attığımda, okulda derslerimin ısrarla dar bir coğrafya ile sınırlı kalması beni rahatsız etmeye başlamıştı.(...)Başkalarını da, alimlerin nesiller boyu yok saydığı kişileri ve yerleri, yeni sorular ve araştırma alanları açarak inceleyecek kadar cesaretlendirebilmeyi umuyorum.(...)Her şeyden öte, bu kitabı okuyanlara, tarihe farklı bakmalarını sağlayacak ilhamı vermeyi istiyorum. Ama nasıl hissediyorum ben anlatamam bu satırları okurken. Neler anlatacak kim bilir diye coşuyorum. (https://www.goodreads.com/book/show/38112709-pek-yolu)
Neyse, kitabı bir dolu bölüme ayırmış. Önce İpek Yolu'nun ortaya çıkışından başlayıp, sonra sırasıyla bu yol üstünde ortaya çıkan, bu yola bir şekilde işi düşen milletlere, kültürlere değinerek o yolu bu yolu şu yolu diye başlıklar oluşturmuş. İlerleye ilerleye zamanın içinde günümüze kadar geliyor. İpek Yolu'nun ortaya çıkışı derken de sözü Persler'den başlatıyor. İlk bölümde böyle başladı işte Persler diyor, oh tam anlatıyor derken önce Yunanlara sonra Büyük İskender'e getirdi lafı. İyi neyse dedim, herhalde hani Persleri anlatırken bu önemli etkileşimleri de anlatması gerekiyor ya ondandır. Sonra baya bir İskender'i falan anlattı. Persler ortaya karışık dağıldı. Sonra birden Han Hanedanı'na gitti Çin'de. Ooo iyi iyi, orası hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyorum diye hevesle okumaya başladım. Ama o da ne yine durup dururken laf İskender'e geldi. Hatta birden Roma'ya atladık ki sonrasında sayfalarca Roma tarihi, imparatorları, savaşları okudum. Neyse dedim devam ettim, sonraki bölümlerde Sasaniler'e geldi. Sevindim, Hindistan, Özbekistan, Tacikistan falan yazmaya başladı. Ama o da ne? Gene birden Roma'ya atladık, Bizans'a doğru coştuk ama ıhıh, bir türlü batı olmayan bir kültürün tarihini anlatmaya yanaşmıyordu Frankopan. Sonraki bölümlerde ilerledikçe anladım ki kendisi bir doğu kültürleri tarihi yazmaya yeltenmemiş. Batıdaki toplumların ve kültürlerin, doğudakilerle münasebetlerini anlatmak istemiş. Yani yine bütünüyle bir batı tarihi okuyoruz. Tek başına bir doğu toplumunun tarihini ortaya çıktı-gelişti-çöktü diye anlatmıyor. Herhangi bir batı ülkesi o toplumla ilişki kurmaya başladığı noktada o toplum ortaya çıkıveriyor ve sadece ikisi arasında olanları anlatıyor. Hatta bu durum kitabın yarısından sonra öyle bir hal alıyor ki İran tarihi hakkında mesela sadece Amerika ve Britanya'nın neler yaptığını okuyor oluyoruz. Tek başına bir İran yok, bir medeniyeti yok, nasıl ortaya çıktığı, kendi başına ne yaptığı hiç yok.
Peter Frankopan, pek de önemli. Web sitesi: https://www.peterfrankopan.com/
Tabi sinirlerim alt üst oldu okudukça. Frankopan'a saydırmaya başladım. Dahası biyografisini okudukça arka iç kapaktaki, büsbütün köpürdüm. Çocukken aynı şeyleri düşünüp, aynı istekleri duyup da birimizin sırf doğduğu büyüdüğü ülke orası olduğu için bunca şeyi çalışabilecek, okuyabilecek, bunca merak ettiği şeyler ilgilenebilecek şansı olmuşken; birimiz de bu şansın binde birine bile sahip olamamış, ancak oturduğu yerde diğerinin yazdığı saçmalıkları okuyup köpürmek durumunda kalıyor. Adam Cambridge'de tarih okumuş, doktorasını da aynı yerde yapıp, Oxford'da kıdemli araştırmacı ve direktör gibi bir şeyler olmuş. Cambridge, Harvard, Yale, Princeton, NYU, Notre Dame, King's College gibi bir dolu üniversitede de ders veriyor. Kafayı yedim. Aynı şansa sahip olsam bunları ben de yapamaz mıydım? Aynı yerde doğmuş olsam, şimdi gerizekalı bir bilgisayar mühendisi olmak yerine Yale'de tarih anlatan ben olamaz mıydım? Evet sinirlerim, psikolojim çok bozuk. Her anımda mutsuz olacak, kendimi pencereden atmak isteyecek noktaya geliyorum.
Her neyse, yine elim ayağım titremeye başladı sinirden. Ne diyordum? Kitabın basımı güzel, çevirisi güzel. Toplamda 800 sayfa görünüyor ama bunun son 200 sayfası notlar ve dizin. Vaat ettiği şeyin yanına bile yaklaşamasa da, başka bir dolu bilmediğimiz eski ve yeni şeyi anlattığı, söylediği için okunması iyi. 2015'te yazılmış, Pegasus Yayınları'ndan ilk basımı ocak 2018'de Mengü Gülmen çevirisiyle yayınlanmış durumda. Ben netten sipariş etmiştim, Idefix'ten. Kasımda 39,89 tl'ye almışım. Şimdi aynı yerde fiyatı 45,30 tl olarak görünüyor. Ama asıl şaşırtıcı olan bu değil. Kasımda liste fiyatı 44 müş, şimdi 64!!! Yani 5 ayda bir kitabın fiyatı 20 lira birden artmış oluyor. Ben birşey demiyorum. Belli ki herkes mutlu.

13 Nisan 2019 Cumartesi

Mary Shelley'nin "Mathilda"sı

Bir süredir Mary Shelley'ye takmışım gibi oldu böyle de ama vallahi değil. Önce Frankenstein'ı şöyle doğru düzgün bir okuyayım dememle kitabın yayınlanışının 200.yılı denk geldi. Belirli bir yaşta, artık belirli fikirler edinmiş bir kafayla da Frankenstein inanılmaz bir şeye dönüşüyor. Böyle bir hikayeyi yazan kalemin ardındaki insanla da yüzyılların arasından bir bağ kuruyorsunuz haliyle. Ardından Mary'yle ilgili bir filmin yapıldığı haberi geldi. Filmi izleyince daha da gaza geldim tabii. En nihayetin de kendimi kitap fuarından "Mathilda"yı alırken buldum.
Mathilda'yı 1819'da yazmış Mary Shelley. 3 sene içinde dünyaya getirdiği 3 çocuğunu da kaybettikten sonra 4.çocuğunu da doğurduğu kasım ayında yazmayı bitirmiş. Ama iki yıl sonra hikayenin yazılı olduğu kağıtlar Percy Bysshe Shelley'nin evraklarıyla birlikte onun ailesinin evine gidivermiş. Sonrasında yarısı orada yarısı burada, o akrabadan bu varise geçe geçe keşfedilip yayınlanması 1959'u bulmuş.
Mathilda'nın hikayesi sadece yazıldığı döneme değil sanırım her döneme göre oldukça ilginç kaçabilecek bir konuyu barındırıyor. Kahramanımız Mathilda ölmeye yakın olduğunu hissettiğinden oturuyor, kısacık hayatının hikayesini anlatmaya. Babası, annesiyle komşu evlerde büyümüş, birbirlerine çok da aşık bu iki genç evlenmiş ve çok mutlu olmuşlar. Ta ki Mathilda'yı dünyaya getiren annesi doğum sonrası hemen ölüp, Mathilda'nın babasını büyük bir elemin sardığı bir delilik kuyusuna atana kadar. Yeni doğmuş kızına tüm suçu yükleyen baba, Mathilda'yı halasına bırakıp, öyle avare dünyayı dolaşmaya başlıyor. 16 yıl geçip de içindeki öfke, keder söner gibi olup, kızına geri döndüğünde de bu sefer bakıyor ki kendi kızına aşık olmuş. İyice deliriyor tabii. Baba kendini intihara sürüklerken Mathilda da kendi kendine çıldırmalara giriyor. Ücra bir köşede inzivaya çekiliyor. Orada öyle mahzun mahzun takılırken kendisi gibi inzivaya çekilmiş bir şairle karşılaşıyor ve işte ikisi de genç, güzel-yakışıklı, sohbet muhabbet...derken sonunda yine kader araya giriyor.
Hikayesi hemen hemen böyle Mathilda'nın, hatta sanırım biraz fazla detaylı anlatmış olabilirim. Çünkü ipincecik bir kitap bu ve tek bir cümleyle Mathilda'nın babası ona aşık olluyoooo demek istemedim. Ama asıl söylemek istediklerim çok başka. Ben gerçekten uyuz oldum bu kitaba. Uzun zamandır beni böyle deli eden bir karakter okumamıştım. Hikaye her şeyiyle, karakteriyle olaylarıyla -ki yok - çok uyuz edici. Bakın Mary'nin kalemine hayran kaldım yine bir yandan, her okuduğum cümlede ulan bunu nasıl yazabilirsin nasıl bir yazmadır bu dedim. Esasında bu noktada size o cümlelerden örnekler gösterecektim ama kitabın iç kapağında şöyle bir şey yazıyor: "Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.". O yüzden kanunlara uyuyorum. Neyse, ne diyordum, okuduğum şey bir yandan da öylesine sinir bozucuydu ki. Yani Mathilda kendini oradan oraya atıyor habire, ayılmalar bayılmalar, vay efendim ben ne acılar yaşadımlar, nasıl bir şımarıklık. Ortada hiçbir şey yok. Adamın sana hiçbir etkisi yoktu, kaçtı gitti hayatından çekildi. Ne olmuş aşık olmuşsa. Tüm miras, her şey sana kalıyor zaten, başında engel olacak hiçbir yetişkin de kalmamış, git gez toz eğlen keyfini çıkar. Hayatta hiçbir derdin yokken kendine dert ediniyorsun. Vay efendim neymiş Londra basmış bunu! De git gerizekalı şımarık salak şey. Tüm kitap boyunca yakındı, sızladı, dram yaratmaya çalıştı. Sonra da yeni tanıştığı şaire tripler attı, salak salak oynamaya çalıştı, ergen ergen davrandı. Yeminle içim şişti kitap boyunca.
Kitabın tek iyi yanı, sonunda Hayaller Alemi diye bir ikinci küçük hikayecik gibi bir bölümü olması. Bu yarım kalmış bir hikaye ama Mathilda ile birlikte yer alıyor ve yazılmamış bölümlerine göre bir şekilde Mathilda'nın hikayesine de bağlanabiliyormuş. Yaratım ve düşünce olarak bu hikayecik çok daha iyi ve okunmaya değerdi bence.
Bir de İthaki bunu Karanlık Kitaplık içerisinde basmış. Bunun neresi karanlık - Britanya'nın kasvetli havası dışında - ben bilemedim. Korkutucu desem değil, gerilim desem hiç değil. İç bayıltıcı, bunaltıcı bu resmen. (Artık nasıl uyuz olduğum yeteri kadar anlatabildim mi bilemiyorum:p)

Ben dediğim gibi kitabı fuardan almıştım. İthaki'nin Nagihan Çakır çevirisiyle aralık 2018 tarihli ilk baskısı olan kitap 128 sayfa. Arka kapak fiyatı 16 tl ama fuarda indirimli oluyor ya daha ucuza almış olmalıyım. Ama tabi o indirimler de öyle gerçek indirim değildi fuarda. Taş çatlasın 2-3 lira düşüyordu. İnternette fiyatlar çok daha iyi haliyle. D&R'ın web sitesinde 9,63 tl mesela fiyat.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...