gotik serisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gotik serisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Temmuz 2016 Cuma

Arthur Conan Doyle'dan "Baskerville'lerin Köpeği"

"Çorak manzara, yalnızlık duygusu ve görevin gizemiyle aciliyeti, hepsi kalbimi titretiyordu." diye yazıyor kitabın arka kapağında. Hatırlarsanız (bilmem hatırlar mısınız), eski işyerimin tek sevdiğim yanı olan devasa kütüphanesinde kendimi kaybettiğim zaman diliminde Doyle'un tüm Sherlock külliyatını okumuştum. Hatta senelere yayılan basımlardan dolayı oldukça seçici bir şekilde, planla programla okumuştum hikayeleri. "Baskerville'lerin Köpeği" de daha küçükken İngilizcesini, külliyatı okurken de çizgi roman şeklindeki basımını okuduğum Sherlock hikayesiydi. "Baskerville'lerin Köpeği"nde bu sefer İngiltere kırsalına gerilim dolu bir yolculuğa çıkıyoruz Doktor Watson ve Sherlock Holmes ile. Dehşet dolu bir geçmişe sahip Baskerville ailesinin son üyesi de korkutucu ama gizemli bir ölümle bu dünyadan ayrılınca, bir arkadaşı Sherlock ve Watson'a konuyu araştırması için gelir. Çünkü ölen Baskerville'den sonra tek bir hayatta kalan aile üyesine ulaşılmıştır ve genç Baskerville malikaneye geldiğinde onun da başına aynı şeylerin gelmesinden korkulmaktadır.
Hikaye orijinalinde 1902 yılında yayınlanmış. Doyle 1894 tarihli "The Memoirs of Sherlock Holmes"un son öyküsünde Sherlock'u öldürdükten sonra 8 yıl boyunca yazmayıp, sonra "The Return of Sherlock Holmes" kitabında Sherlock'un kendini ölü gösterdiğini ve geri döndüğünü yazmış. Baskerville roman olarak "The Sign of the Four" ile "The Valley of Fear" arasında yer alıyor. İlki 1914'te olmak üzere çılgınlar gibi uyarlamaları yapılmış. Bizim bilebileceklerimiz Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman'in yer aldığı BBC dizisinin "The Hounds of Baskerville" bölümü ve Jonny Lee Miller ile Lucy Liu'nun yer aldığı dizi Elemantary'nin "Hounded" bölümü.
Neyse, en iyisi Cumberbatchli bir fragmanla bırakayım sizi.



Böylece 10 kitaplık gotik serimi bitirmiş ve huzura ermiş oluyorum.

Gotik Serisi:
1-gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"
2-Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i
3-Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
4-Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si
5-E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları" 
6-ilk dişi vampir, Joseph Sheridan Le Fanu'dan Carmilla

7-Robert Louis Stevenson'dan "Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler"
8-Grazia Deledda'nın "Sardinya Efsaneleri"

31 Mayıs 2016 Salı

Richard Marsh'tan "Böcek"

Victoria Dönemi Londra'sında bir gece vakti eski katip, yeni işsiz ve evsiz Robert Holt artık açlıktan ölmek üzereyken son anda bir evin penceresinden içeri atıverir kendini. Ama bu ev ona hayatı boyunca görebileceği en tuhaf şeyleri yaşatmasının yanında Londra siyasi hayatının ve sosyetesinin ortasına akıl almaz olayların kocaman bir sarmalını bırakacaktır.
Richard Marsh (asıl adı Richard Bernard Heldmann) sanırım yaşadığı dönemin en gözde konularından bir derleme yapıp, çağdaşı insanların bayılarak okuyacağı bir kitap yazmış. O zamanlar Avrupa halkına oldukça egzotik, merak uyandırıcı bir dünya sunan Eski Mısır inançları-gelenekleriyle gotik öğeleri harmanlayıp, bunları bir de Parlamento dünyasıyla, ilginç bilim adamlarıyla ilişkilendirip, oldukça canlı bir hikaye yaratıyor aslında. 4 karakterin bakış açısında, ağzından dinliyoruz olanları. Evsiz Robert Holt'un içler acısı yiyecek bulma arayışıyla olayın geneline bir pencere aralayıp, egzantrik bilim adamı Sydney Atherton'la olayların etrafında tam tur dönüyoruz. İnatçı bir politikacının saygıdeğer kızı olan Marjorie Lindon'ın anlatmaya başlamasıyla ise etrafında döndüğümüz olayların ortasına atlıyor, en sonunda da özel dedektif Augustus Champnell bize herşeyi özetliyor, kapanışı layığıyla yapıyor. Olayın asıl noktası, Böcek'in peşinde olduğu isim, genç ve başarılı politikacı Paul Lessingham ise tüm bu ayrı ayrı ağızlardan karşımıza değişik bakış açılarıyla çıkıyor.
Yazarımız, gerçek adıyla
Richard Bernard Heldmann,
Hemlock Books'tan
Hikayenin konusu açıkçası bana o kadar da değişik, ilginç, şaşırtıcı vb. gelmedi. Daha büyük beklentilerle almıştım elime kitabı, Eski Mısır bağlantısı ister istemez beklentiye sokuyordu beni çünkü. Ama yazıldığı dönemden dolayı sanırım (1897). Yani okurken pek çok noktada artık hikayenin nereye gittiğini, kime ne olacağını biliyorsunuz ve bu da haliyle okuma isteğine balta vuruyor. Ama dediğim gibi, bu durum bu zamana kadar böyle nice filmler izlemiş olmaktan hep. Yoksa düşünseniz sene 1897, bir yanda Bram Stoker Dracula'sını yayınlamış, bir yanda elinizde İsis kültüyle bağdaştırılan acımasız ayinler, lanetli bir böceğin peşine düştüğü bir aşk üçgeninden bahseden bu kitap var. Ve tüm o filmler yok, Tutankhamon'un mezarı bile bulunmamış, Mezopotamya'da kazılar, Gertrude Bell, Leonard Woolley yok, Machu Picchu dünyaya gösterilmemiş, her şey bir gizem her şey tarihin tül perdesinin altında uykuda. Düşünsenize ne heyecan, ne heyecan.
Ama hakkını yemeyeyim, özellikle ilk bölümde zavallı Robert Holt'un ağzından o açlığı, o çaresizliği anlatırken döktürüyor Richard Marsh. Hele yarattığı Sydney Atherton karakteri o kadar okuması keyifli ki, keşke herşeyi sadece onun ağzından dinlesek diyor insan. Genelinde, okumak isterseniz aslında oldukça keyifli bir kitap ama çok bir şey beklememek lazım.

[Benim bu bir türlü bitmeyen Gotik serimden (Can Yayınları'nın Nazire Ersöz'ün çevirisiyle 2011 tarihli ilk basımı) olan kitabın arka kapağında 24 tl yazıyor. KitapYurdu'nda 19,25 tl'ye görünüyor.]

3 Nisan 2016 Pazar

Grazia Deledda'nın "Sardinya Efsaneleri"

kaynak: Wikipedia
Sardinya yanda gördüğünüz gibi İtalya'nın batısında bir ada. Akdeniz'de en büyük Sicilya, sonra Sardinya (sonra da Kıbrıs). İtalya'ya bağlı bir özerk bölge olarak geçiyor normalde günümüzde. Kendi içinde bir dolu kültürü, farklı dili barındırıyormuş ben yazanların yalancısıyım. Şuncacık yer zaten neresinden baksan ada diyor insan ama bu İtalyanca'nın yanında kendi dilini konuşan insanlar mutlu mesut yaşıyor gibi görünüyor orada (çok saçma, neden savaşmıyorlarsa değil mi?). İklim zaten Antalya gibi, içerilerde biraz bir karasal iklim gibi. Etrafta kaleler, şatolar, ohh. (http://www.regione.sardegna.it/)
Grazia Deledda teyze
kaynak:Wikipedia
Bu oldukça kendine özgü bir kültüre sahip gibi görünen şirin adanın bu kültürü insanlarının biriktirdiği bir dolu efsaneyi de barındırıyor. Barındırıyormuş yani Nobel ödülü sahibi Grazia Deledda öyle diyor. Oturmuş 13 efsaneyi de yazmış, Ama bunlar öyle uzun uzun, kocaman efsaneler değil. Öyle birşey beklemeyin, ben bekledim yanıldım. Genelde 2-3 sayfalık hikayeler bunlar, hatta Madam Galdona resmen 2 paragraf. Konu çeşitliliği sıfır. Hatta bazen çok tanıdık gelebilen şeylere de rastlayabiliyorsunuz. Eh böyle hep aynı şeyi hem de birkaç sayfada bir tekrarlaya tekrarlaya anlatınca 101 sayfa bile olsa kitap insana bıkkınlık veriyor. Yani insan doğduğu büyüdüğü yere bağlı olabilir evet, oranın kültürü falan da daha şahane gelebilir olur öyle şeyler insanın objektif olabileceği konular değil belki bunlar. Ama hakikaten sormak istiyorum Deledda'ya saçma olmamış mı bu? Yani insana ilginç gelebilecek hiçbir şey yok. Kendisi bile anlatırken sıkılmış sanki, böyle böyle işte deyip deyip geçivermiş. (Gerçi 1936'da ölmüş kadına da laf etmiş gibi oldum ama.)
Yani ben elimdeyken kitap sık sık dedim kendime ben niye böyle şeyler okuyorum ya diye. Valla ben niye böyle şeyler almış olarak buluyorum kendimi? Neyse, okuyun demeyeceğim ben, ama gene de siz bilirsiniz.
(Bendeki Can Yayınları'nın mart 2011 tarihli 1.basımı, Kemal Atakay İtalyanca'dan direkt çevirmiş. Arkasında 8,5 tl yazıyor. KitapYurdu'nda netten 8,05 tl görünüyor.)

Gotik Serisi:
1-gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"
2-Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i
3-Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
4-Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si
5-E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları" 
6-ilk dişi vampir, Joseph Sheridan Le Fanu'dan Carmilla

7-Robert Louis Stevenson'dan "Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler"

31 Mart 2016 Perşembe

Robert Louis Stevenson'dan "Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler"

"(...)Hakikaten de hatalarımın en beteri, mizacımda yatan sabırsız bir neşelilik haliydi. Pek çoklarına memnuniyet verebilecek ama benim başımı dik tutma ve toplum içinde ağırbaşlı görünme yönündeki güçlü arzumla bağdaştırmakta zorlandığım bir özellikti bu. Haliyle zaman içinde memnuniyetimi gizlemeye başladım ve derin düşüncelerin hakim olduğu yaşa erişip de etrafıma bakınmaya, kaydettiğim aşamaları, dünya üstündeki yerimi değerlendirmeye başladığımda, hayatımda muazzam bir ikiliğe kendimi çoktan adamış durumdaydım. Benim suçlu olduğum türden istikrarsızlıklara pek çok kişi normalde ifşa olurdu ama ben, kendim için belirlediğim saygın hedeflerden dolayı o istikrarsızlıkları neredeyse ölümcül bir utanç duygusuyla sakladım. Dolayısıyla beni olduğum gibi yapan şey; hatalarımdaki belli bir kötüye gidiş değil, emellerimin hoşgörüsüz yapısıydı.(...)Kısmi keşfiyle bile beni perişan eden bir hakikatti bu; insan aslen bir değil, iki idi.(...)Gördüm ki bilincimde rekabet eden iki tabiatımdan hakikaten biri olduğum söylenebilse bile, bunu mümkün kılan şey aslında temelde her ikisi birden oluşumdu.(...)Bunların her biri, diyordum kendi kendime,farklı kimlikler içinde barındırılabilse, hayat tüm katlanılmazlıklarından arındırılabilir. Adaletsiz olan, namuslu ikizinin emelleri ve pişmanlıklarından kurtulup kendi yoluna gider; adaletli olansa gitgide yükselen yolunda sebat ve güvenle ilerleyerek kendisine keyif veren iyilikleri yapar. Üstelik artık ondan ayrılmış olan kötünün eliyle yarattığı utanç ve pişmanlığı yaşamak zorunda da kalmaz. Birbiriyle uyuşmaz tomrukların böyle aynı demette desteklenmesi; bilincin ıstırap dolu rahminde bu zıt ikizlerin daima çekişmesi, insanlığın lanetiydi. O halde nasıl ayrışacaklardı?"
Doktor Henry Jekyll'ın bu düşüncelerle başladığı bilimsel çalışması onu sonrasında Londra'nın kasvetli sokaklarına ve insanlarına korku salan karmaşık olayların ortasına düşüverir. İnsanın doğasını çözdüğünü düşünen Doktor Jekyll aslında en temelinde bakıldığında tamamen bencilce bir uğraş içinde gibi görünüyor. Ama bu çabası ne kadar bencilce olursa olsun bana o kadar anlamlı geliyor ki. Ara ara ben de bahsederim ya içimde iki ayrı ben var sanki habire çarpışıp duruyoruz diye, elimde olsa ben de Doktor Jekyll gibi doğamdaki bu iki ayrı kişiliği tamamen ayrı bedenlere ayırmak isterdim. Tıpkı doktorun nedenleriyle aynı nedenlerden. Doktor Jekyll ne kadar neşeli, idealleri olan, iyilik peşinde koşan bir adamsa; Mr.Hyde da bir o kadar sabırsız, bencil, fevri. Bir arada, aynı bedende olduklarında belki çoğunlukla doktorun iyi mizacı ve mantığı bir orta yol bulduruyor ama bu bulduğu orta yolda ilerlemesi süresince Hyde'ın içerden dürtüklemelerine maruz kalıyor ve iç dengesizliği, tatminsizliği, mutsuzluğu bir türlü gitmiyor. Belki bu iki ayrı kişiliği ayırırsa her ikisini de birbirinden kurtarmış olacağı için her ikisi için de saf mutluluğu elde edebileceğini düşünüyor.
R.L.Stevenson abimiz,
üstünden başından yüzünden
resmen sempatiklik akıyor abimizin
ama değil mi a dostlar
kaynak:Author's Stream
Ama kitap sadece bu hikayeden oluşmuyor. "Ceset Hırsızı" ve "Olalla" isimli iki ayrı hikaye daha var. Stevenson'ın bu üç hikayesinde de doğaüstü öğelerle yarattığı gotik ortama şahit oluyoruz. Ceset Hırsızı yapısı itibariyle daha iyiydi bana göre. Ulaştığı nokta da daha keyifliydi. Olalla biraz baygın geldi bana, esas oğlanımızın sayfalarca aşkına terennümlerini dinliyoruz. Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ise beklediğimden çok farklıydı. Ben hep fiziki yapı hem de içerik olarak daha farklı bir şey hayal etmişim bu hikayeyi senelerdir duyduğumda. Oysa Stevenson'ın yazdığı haliyle hikaye benim hayal ettiğim o aksiyondan, kavga gürültüden oldukça uzak mesela. Daha karanlık bekliyordum, Stevenson daha kasvetli bir anlatım seçmiş belki ama gene de o kadar karanlık değil. Hikayenin felsefesini, o hesaplaşmaları, sorgulamaları aktarıyordur diye ummuştum mesela okumadan önce. Öyle de değil, çok fazla suya sabuna etli sütlüye dokunmadan hikaye bizi hafifçe kaydırarak dolaştırıp bırakıyor. Yani kitap aslında, kapağının insanın aklında uçuşturduğu kadar bir gizemli bir macera ortamı bile yaratmıyor esasında. Stevenson şahane bir konu bulmuş, onu getirip yerleştirdiği zemin de şahane. Ama bunu öyle bir işliyor-işlemiyor-ki aslında yapacağı etkinin sadece binde birini yapıyor. Yalnız bu çok bilmiş halimle resmen 200 yıllık edebiyat klasiğini gömmeye uğraşıyorum ya, kendimi mi tokatlasam sen de kim oluyorsun arkadaşım diye kendi saçlarımı mı yolsam bilemedim.

(Efenim böylece 10 kitaplık gotik serisinin 7.kitabını da geride bırakmış oluyoruz. Benim elimdeki Can Yayınları'nın ocak 2012 tarihli 1. baskısı, Duygu Akın çevirisiyle. Arkasına 12 tl yazmışlar. KitapYurdu'nda netten 9,75 tl görünüyor ama bir çok başka basımı bir çok başka yerde var. Seçin beğenin alın, okuyun.)

Goodreads'te Dr.Jekyll ve Mr.Hyde
http://robert-louis-stevenson.org/

Gotik Serisi:
1-gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"
2-Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i
3-Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
4-Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si
5-E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları"
6-ilk dişi vampir, Joseph Sheridan Le Fanu'dan Carmilla

10 Mayıs 2015 Pazar

son dönem kitaplarımdan derleme

Uzuuun bir süredir okuduğum kitapların herhangi birinden bahsedemez olmuştum ya, sonunda vakit bulup bir derleme yapmamım iyi olabileceğini düşündüm. En son Bard'dan bahsettikten sonra 8. kitabımı bitirdim şu an ve hepsi hakkında en azından bir iki cümle etmek istedim, belki aralarından merak ettikleriniz vardır belki daha önce hiç görmemişsinizdir ama bu vesileyle canınız çeker falan diye. Şöyle ki:
1 - Joan Oates'ten "Babil" : Antik dünyanın yedi harikasından biri olan Asma Bahçeleri'yle ünlü ve kutsal kitaplarda Yahudilerin sürüldüğü yer olmasıyla bilinen bu eski kentin gerçek öyküsü nedir? diyerek bizi bir yolculuğa çıkarıyor Cambridge'de de dersler vermiş olan Dr.Oates. Günümüzde Irak sınırları içerisinde yer alan, Dicle ve Fırat'ın arasında, hemen hemen orta kısma denk gelen bir kentti Babil. Oates bu kentin hikayesini tüm bir Mezopotamya'nın tarihi içine yedirerek anlatıyor. Tüm bir Akad'ı, Hititleri, Asurluları, Persleri, Yunanları gelip geçerken bu coğrafyadan izliyoruz. Dolayısıyla sadece Babil kentinin sınırları içinde ne olup bittiğini, orayı tarih içinde kimin yönettiğini anlatmakla kalmıyor. Etrafındaki tüm diğer kentlerin de yükseliş ve düşüşleriyle birlikte o coğrafyada neler olduğunu anlatıyor. Eh böyle yapınca da olay baya bir karmaşıklaşıyor. Konunun yabancısı olanlar için çoğu yerde içinden çıkılmaz bir hal alabileceğini düşündüm ben okurken. Ama yine de benim gibi delisiyseniz, keyifli olmasa da bilgi açısından doyurucu bir okuma olabilir. Bir de belki benim gibi kendinizi "ben niye ders kitabı okuyorum habire benim sorunum ne" diye sorgularken bulabilirsiniz. Hakikaten ya, ben de böyle en son çıkan kitaplardan, ne bileyim young-adult kitaplarından okumak, eğlenmek, düşünmemek istiyorum. Ama neden kitapçıya mortal instruments alacağım diye girip elimde ortaçağda şövalyelikle çıkıyorum? Neyse, bir gün hayatımın bir noktasında ben de normal olacağım herhalde.
(Idefix'te 14,82 tl'ye bulunabiliyor-->link)
2 - Soner Canözer'den "Albatros Süvarisi" : Almora'yı üniversitedeyken dinlerdim. Sonra üniversite bitti, Almora kayboldu, ben daha da kayboldum. Bu kitaptan da haberim bile yoktu (arkadaşımın hediyesiydi). Zaten yerli edebiyata ne kadar yakın (?!) olduğumu fark etmişsinizdir. Son yıllarda özellikle yerli fantastiğe girişmeye çalışıyorum, Doğu Yücel, Erbuğ Kaya, Barış Müstecaplıoğlu okumaya çalıştım. Albatros Süvarisi'ni fantastiğe mi yerleştirebilirim bilmiyorum, daha çok sihirli bir masal gibiydi çünkü. Böyle önce çok sevimli bir masalın içine doğmuşken sayfalarla birlikte çok farklı dünyalara yol alıyor hikayemiz. Üstüne bir de Canözer'in yaptığı, kitabın müziklerini içeren cdyi dinliyorsunuz ve inanılmaz bir dünyada hissediyorsunuz kendinizi. Cddeki parçalar muhteşem güzellikte zaten, kulaklarınızdaki melodilerle bir de o satırlarda uçarken müthiş bir yolculuk oluyor bu. Mutlaka tavsiye etmeliyim. Ettim.
(Babil'de 15 tl'ye bulabilirsiniz-->link) (Goodreads)
3 - Ferenc Molnar'ın "Pal Sokağı Çocukları" : Bunun için söyleyebilecek sözüm olabilir mi bilmiyorum. İlk okuduğumda çok küçüktüm, 8 yaşında ya var ya yoktum. Haliyle doğru düzgün bir şey düşünmemiştim, İlyada'yı, Şeker Portakalı'nı, Beyaz Diş'i okuyup da Indiana Jones olmaya karar verdiğim yaşlardı. Şu yaşımda hissettiklerimi hissetmem mümkün değildi o zaman. Ama içimde bir yerler, ufak bir köşe belki de, aynı kalmış ki ikinci defa elime aldığımda Molnar'ın çocuklarının hikayesini, bir türlü okuyamadım. Bir şeyler engel oluyordu, anlayamadım. Ben boğazımdan ittirmeye çalıştıkça o geri geliyordu. Sonunda kendimi yine Arsa'daki kereste yığınlarının arasında bulduğumda aynı üşüme geri geldi. Artık yatağımın altında bir ufak kavanozun içinde sımsıkı kapalı duran bilyelerimi hatırladığımda, beton merdivenlerde soğuğa aldırmadan oturmuş taso kapıştıran halim gözlerimin önüne geldiğinde anladım. Eğer siz de çocukluğunuzu yaşamışsanız, ama gerçekten yaşamışsanız ve o Arsa'yı, Müze'yi, bilyeleri, çamurları, kum torbalarını, tırmanılan ağaçları, düşülen bisikletleri, hepsini biliyorsanız aynı şeyi hissedersiniz. Ve bir yaşa geldiğinizde artık o Arsa'ya ve Nemescek'e Boka gibi veda etmeniz gerektiğini bilirsiniz. Hala edememişseniz bu kadar fazla acıtır canınızı, bir ufak kitabı okuyamaz hale gelirsiniz. İşte bu yüzden bir şey demeyeceğim, diyemeyeceğim. Siz biliyorsunuz.
(Ben Bandırma'dayken rastladığım ucuzluk raflarından almıştım 10 tl'ye YKY'nın 22.baskısını. Ama her yerde, yenisini, eskisini, ikinci elini çeşitli fiyatlara bulabilirsiniz.) (Goodreads)
4 - Özel basımıyla "Garip" : 1941'de Resimli Ay Matbaası'nın yayınladığı Garip'in, 73.yılı ve şairlerinin 100.yaşları dolayısıyla YKY'nin yaptığı özel bir basım bu (Garip'in ne olduğunu biliyorsunuz değil mi! Ona göre daldım direkt anlatmaya haa.). Benim için altın değerinde bu elimde tuttuğum kitap. 2014'ün temmuzunda basılmış, ben de eylülde almışım ama bir türlü tam anlamıyla sayfa sayfa okuyamamıştım heyecanımdan. Her elime aldığımda nefesim kesiliyordu, bir iki şiiri ancak okuyup, kapatıyordum. Şimdi tam anlamıyla oturup, en başından, Orhan Veli'nin şiir üstüne yazdığı her bir satırdan itibaren okudum. Şiir sever misiniz ya da şiirin ne olduğunu düşünürsünüz bilemem ama Garip, kesinlikle yaşanması gereken bir tecrübe.
(Bu özel basımdan 5000 tane yapılmış bendeki 2558.si. Valla ben nette bulamadım, YKY'nin kendi sitesinde de tükendi yazıyor.) (Goodreads)
5 - "Şevket Rado'ya Mektuplar" : Garip'i elime aldıktan sonra bu beklettiğimi de okumamak olmazdı. Orhan Veli'nin, Oktay Rifat'ın, Melih Cevdet'in 40lı yıllarda Şevket Rado'ya yazdıkları mektuplardan oluşan bir derleme. Bu konuda ne hissedeceğimi bilemiyorum. Böyle insanlar bir noktadan sonra gerçekliğini yitirmiş gibi geliyor. Yani böyle şiirler, böyle satırlar yazmış, hayatınıza bir şekilde dokunmuş, yeri gelmiş sizi karanlığınızdan kurtarmış böyle insanlar sanki birer roman kahramanıymış, birer figürmüş gibi geliyor. Gerçekten yaşayıp, nefes alıp, aşık olup, hayat kavgası verdiklerini düşünemiyorsunuz. Tuhaf geliyor, öyle biri gerçekten yaşadı demek. Memur olup, her gün işine gidip, bir yandan satırlarını yazmaya uğraştı - bizim gibi. Arkadaşlarıyla meyhanelerde sarhoş oldu, evinin yolunu zor buldu, gökyüzünü izledi bazı geceler, güzel bir kadına baktı mutlu oldu, geçim derdi çekti, geçinebilmek için oradan buradan zor bulduğu kitapları çevirmeye çalıştı...Hiç gerçek gelmiyor, olamaz diyor insan. Olmamalı. Bu hayat, bu kader, hepimize aynı tokadı vuruyor olmamalı. Ya da ne bileyim, yaşamak belki de bu.
(Kitabın arkasında 13 tl yazıyor, YKY'nin 2014 basımı. 2002 basımları kalmamış sanırım etrafta, bu basımı da nette Babil'de 9.62 tl gibi bir rakama bulabiliyorsunuz-->link) (Goodreads)
6 - E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları" : Gotik serime devam ediyorum arada. Peşpeşe okumayayım diye araya sıkıştırıyorum. Ama inanın çok kötüleri de varmış böyle, okuyamadım bunu doğru düzgün. İçinde toplamda 8 öykü var: Kum Adam, Ignaz Denner, G.deli Cizvit Kilisesi, Sanctus, Issız Ev, Meşruta, Vaat, Taş Kalp. "Geceyi mekân edinen öyküler değil bunlar; gecenin karanlığını gündüze taşıyan, dolayısıyla da insanı kendi karanlığına hapsederek geceyi büyüten, uzatan, sürekli kılan öyküler... Kitabı oluşturan sekiz öyküden her biri, bu açıdan insan ruhunun en dip, en kuytu köşelerine ayrı bir noktadan ışık tutuyor. Resmin bütünündeyse Hoffmann'ın sonsuz gecemize yüklediği anlam var. Öykülerini, gerçekliğinden şüphe duyulmadan hayalle bezeyen E.T.A. Hoffmann'ın eserleri, fantastik realizmin başyapıtlarıdır." diyor arka kapağında. Ölürüm fantastiğe biliyorsunuz, hele bu gotiğe de iyice ısınmıştım ama belki içten içe fark etmiştir bünyem bu "realizmi" ve ona tepki veriyordur, bilemedim ki. İleriki bir zamanda yine geri dönmeyi düşünüyorum bu öykülere ama şimdilik, içimi daralttılar. Ha siz okuyun, orası ayrı.
(Yine aynı seri içinde aldığımdan arkasında yazan fiyatı söylüyorum, 23 tl. Ama Pandora'da 19,24 tl'ye görünüyor-->link) (Goodreads)
7 - Enver Aysever'den "Nasıl Yazar Olunur" ve "Edebiyat Ölmelidir" : İşte bunları uzun zamandır merak ediyordum ama kendime yaptığım okuma sırasını bozmamak adına bulaşamamıştım. Bu ikisi böyle ufak bir set olarak satılıyordu, arkadaşımın hediyesiydi (sanırım kitaplarımın ve giysilerimin neredeyse yarısı bir şekilde hediye gelmiş, şimdi bir düşündüm de.). İki kitapta da Aysever genel anlamda "yazarlığı" sorguluyor, bunun üzerine düşünüyor, kendi kendine, bizimle konuşuyor, Sevdiği yazarları şairleri anlatıyor bazen, bazen de tanıdığı bildiği yazarlarla muhabbetlerinden bahsediyor. Ama çokça neden yazdığımızı, nasıl yazdığımızı, hangi aşamalardan geçtiğimizi, nereye doğru gittiğimizi irdeliyor. Eğer siz de bu lanetle doğduysanız, keyifli bir yolculuk geçirebilirsiniz bu iki kitapla.
(İki kitap kutulu şekilde Babil'de Kitap Yurdu'nda 26,25 tl.) (Goodreads)

15 Mart 2015 Pazar

Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si

Su perisi Undine, onu bulup büyüten yaşlı çiftin yanında tüm hınzırlıklarına devam ederken günlerden bir gün yolunu şaşırıp, gölün kenarındaki evlerine düşüveren yakışıklı şövalye Huldbrand von Ringstetten'i görüp aşık oluverir. Şövalye de kayıtsız kalamaz bu dünyalar güzeli, hatta dünya dışı güzellik karşısında. Tüm tuhaflıklarına ve ele avuca sığmaz hallerine rağmen şövalye Undine ile evlenmek ister. Yaşlı çiftin kulübesinde mahsur kaldığı süre içinde oraya yine fırtınalı bir geceden dolayı ulaşan bir rahip sayesinde evlenirler. O bıcır bıcır su perisi Undine, evlilikle birlikte durulur. Sanki ölümsüz ruhunu, aşkı için bu genç şövalyeye feda etmiş gibi görünür. Ama bu bildiğimiz peri masallarından değildir; su perisi Undine'nin hikayesi aşık olmasıyla mutlu sona ulaşan bir masal olmaz. Aşkın nasıl ölümsüz bir ruhu bile mahvettiğini anlatır bu masal.
Motte'nin kendisi bir baronmuş efenim aynı zamanda.
resim wikipedia'dan.
Motte'nin - ki o bir sayfa süren isminden dolayı ben yazara sadece böyle hitap edeceğim - 1809'da yazdığı Undine'si önceki okuduğum birbirinin hemen hemen aynısı gotik hikayelerden sonra ilaç gibi geldi. Evet alabildiğine hüzünlü bir masal anlatıyor Motte. Bir masal okuduğunuzun bilinciyle ve tabi ilk başlarda Undine'nin hınzırlıklarıyla, o sevimli havayı bekliyorsunuz çoğunlukla. Ama bu karanlık bir masal. İnsanlara benzeyebilmek, onlardan biri olabilmek için bir ruh edinmesi gereken ve bunun için de aşık olmak isteyen Undine'nin, aslında insan olmanın ne demek olduğunu, bir ruha sahip olmanın acısını ve ıstırabını keşfedişini anlatan bir masal. Motte de sanki Undine ile birlikte bizim de çektiğimiz acıyı anlar gibi, öyle yumuşak öyle okşar gibi yazıyor anlatacaklarını.
Bu hikayeyi yazan, ondan etkilendiği için yazdı, başkalarının da aynı şekilde etkilenmesini ister. Onun için sevgili okur, bir lütufta bulunmanı diler senden. Oldukça uzun bir zaman diliminin kısa sözlerle, o zaman zarfında yaşananları, genel hatlarıyla anlatmış olmasını hoş görmeni ister. Yoksa, o da bilir (...)sanatsal bir biçimde, adım adım örerek anlatmayı. - Yazar, bütün bunların düzgün bir biçimde ayrıntılı olarak anlatılabileceğini, belki de öyle yapılmasının daha doğru olacağını pekala bilir. Ama bu acıyı yüreği kaldırmaz. Çünkü kendisi de buna benzer bir şeyler yaşamıştır, onların anılarından, anılarının gölgesinden bile ürkmektedir.
Benzer duyguları muhtemelen sen de tatmışsındır sevgili okur. Ölümlü insanın kaderinde vardır bu. Eğer acı çektiren değil de, acıyı çekensen, ne mutlu sana. Zira bu konuda almak, vermekten daha kutludur. Sonraları, bu türden hatırlatmalarda, ruhuna sevgiyle yüklü bir sızı dolar usulca. Bir zamanlar gönül vermiş olduğun, kurumuş çiçek bahçeleri için yumuşacık bir gözyaşı süzülür yanağından. Bu kadarı yetsin şimdilik; binbir savruk darbeyle yüreğimizi daha fazla dağlamayalım, kısa keselim.
Undine, hüzünlü karanlık bir masal dediğim gibi. Ama Motte'nin bunu anlatmayı seçtiği yol, inanın okumaya değiyor.

Kitabın bendeki Can Yayınları'ndan 2011 baskısı olan Zehra Kurttekin çevirisinin arkasında 8,50 tl yazıyor. Nette gördüğüm diğer tüm fiyatlar bunun üzerinde.

13 Mart 2015 Cuma

Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"

Sicilya'nın kuzey sahilinde soylu Mazzini ailesine ait şatoda XVI.yy.ın sonlarında 5.Mazzini Markisi Ferdinand ve ikinci karısı Maria de Vellorno ile markinin ilk karısından olan 2 kızı bir oğlu yaşamaktadır. Bir gün, genç Ferdinand'ın reşit olma yaşı yaklaşırken ve şato şölenlere hazırlanırken kızlar Emilia ve Julia, öğretmenleri Madam Menon ile birlikte şatoda korkutucu sesler duymaya, geceleri terk edilmiş kısımlarda ne olduğu belirsiz ışıklar görmeye başlarlar. Ne olduğunu anlamadıkları ve sessiz hayatlarına büyük bir korku getiren bu anlaşılmaz durumları babalarına ve erkek kardeşlerine açarlar. Babaları sert ve anlayışsızdır, kısaca saçmalamamalarını söyleyip azarlar onları. Ama şatonun diğer sakinleri, hizmetliler de bir şeyler yaşamaya başladıkça bu eski şatonun duvarları bir sürü sır açar önlerine. Genç yaşta ölen annelerinin tersine şatonun yeni markizi olan Maria de Vellorno oldukça fettan bir kadındır. Tüm bu ürkütücü şeyler yaşanırken o kendi keyfine bakıp, markinin arkasından şatoya çağırdığı genç asillerle gönlünü eğlendirmekte, kendi gücü için ne gerekiyorsa yapmaktadır. Zavallı genç ve masum kızlar Emilia ve Julia ile kardeşleri Ferdinand, tüm bu esrarlı şato ve demir sertliğindeki babalarının hayatlarını mahveden kararları arasında bir dolu korkutucu ve ölümcül şeyler yaşamak zorunda kalırlar.
Ann Radcliffe teyzemiz, JaneAusten.co.uk'den
Ann Radcliffe gotik edebiyata da romantik öğeleri katıp, bu gotik atmosfer içinde aşk hikayeleri anlatan ve bunu ilk yapanlardan biri. Nasıl Horace Walpole'un Otranto Şatosu ile gotik edebiyat tanımlanmışsa, Ann Radcliffe ile de gotik-romantik tanımlanabilir sanırım. Korkutucu eski şatoların yanısıra uzun uzun manzarayı, bitmek bilmeyen yolculukları tasvirleyen tarzı ile oldukça başarılı olmuş bir yazar hem de. 18.yy.ın sonu ve 19.yy.ın başında yaşamış olan yazarın hayatı hakkında aslında çok az şey biliniyor çünkü - misal Becoming Jane'de de göstermeye çalıştıkları üzere - oldukça kapalı sayılabilecek bir hayat yaşamış gibi. Hayatı boyunca yazdığı 6 kitabı var (görebildiğim kadarıyla). Ben Radcliffe ile Jane Austen sayesinde tanışmıştım bir anlamda. Northanger Abbey'de Jane ara ara edebiyat eleştirisine giriştiğinde veya sevimli kahramanımız Catherine Morland'ın tabiatını anlatmaya çabaladığında Radcliffe'in eserlerinden ve kahramanlarından bahseder. Tabi ayrıca bir de Becoming Jane'de Jane'in Radcliffe'i ziyaret ettiği sahneleri izleriz.
Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi Radcliffe'in 1790 tarihli, ikinci romanı. Ait olduğu türün en belirgin özellikli örneği. İtalya kıyılarında alabildiğine ürkütücü, büyük, eski ve sırlarla dolu bir şatoda geçiyor. Şatonun babası kötü mü kötü bir marki var, her şey onun verdiği kararlar ve kendi çıkarları için. Esas kahramanlarımız masum ve saf genç kızlar, onların aşık olduğu asil ve onurlu genç adamlar var. Bu aşıklara hep engel olmaya çalışanlar çıkıyor, hep kötülükler geliyor başlarına. Açıklanamayan sesler, ürkütücü geceler, zindanlar, kaçmaya çalışanlar, at üstünde yolculuklar, eşkiyalar, hırsızlar, şövalyeler, ormanlar, batan gemiler...kitap hiç bitmiyor. Habire bir yerden başka bir yere atlayıp duruyoruz karakterlerimizle, habire hikaye dallanıp budaklanıyor. Herkes kendi hikayesini anlatıyor ama aslında örgü hep aynı. Kavuşmaya çalışan masum aşıkların başına gelen talihsiz olaylar. Yazıldığı dönemde, evlerinde şömine başında mum ışığında el işi yapan hiçbir şey bilmeyen saf ve masum genç kızları ne rüyalara ne hayallere sürüklermiş bu hikayeler diye düşünüyor insan ister istemez. Ama bizler için, elimizde akıllı telefonlarımızla her saniye dünyanın bir diğer ucuyla yazışan bizler için, Game of Thrones-Vikings-Spartacus ve daha niceleriyle tanışmış bizler için, gülümseten birer pembe dizi olmaktan öteye gidemiyor. Gene de bu okumanın keyifli olmadığı anlamına gelmiyor. Bazen insan böyle masumane şeylere, böyle saf edebiyata ihtiyaç duyabiliyor.

Can Yayınları'nın bu Duygu Akın çevirisi 2011 baskısının arkasındaki fiyat 16 tl. Ama nette Idefix, Pandora, Babil gibi yerlerde 14,43 tl olarak bulunabiliyor gibi.

2 Mart 2015 Pazartesi

Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i

Anlatacağım öykü birçoklarına inanılmaz gelecekse de, olayların büyük bir kısmına bizzat gözlerimle şahit oldum.(...) Kötülüğün tasarlamaya ve uygulamaya kalkıştığı amacın cüretkarlığı ve bu amaca varmayı güvenceye almak için başvurduğu araçların tuhaflığı karşısında insan iki kere hayrete düşecektir.
diyerek başlıyor anlatıcımız bu gotik macerasına. 1700lerin Venedik'ini fon olarak seçmiş olan kitap iki ana bölüme ayrılmış. İlk bölümde Poe öykülerindekine benzer bir atmosferde Sherlock ve Watson ile olayların peşinden sürükleniyoruz, gayet akıcı ve güzel yazılmış. Ama ikinci bölümde Watson'la özdeşleştirebileceğimiz anlatıcımız, kendisine gönderilen mektupların içeriği ile bize olayları aktarmaya başlıyor ve bu ikinci yarıda olan hiçbir şeyin ilk yarıdakilerle alakası kalmıyor. Kitabın bu ikinci bölümünde tamamen, düzgün ve ahlaklı bir hayat yaşamakta olan bir prensin yanlış ilişkiler ve arkadaşlıklarla yolundan çıkmasını, gittikçe felakete sürüklenmesini okuyoruz. Kitap yarısına kadar gotik temasına uymuşsa da diğer yarısı ile bundan tamamen uzaklaşıyor. Schiller'in bu ikinci yarıdaki yazımı evet iyi, ama kitaptan bekleneni vermiyor ve ilk yarıdaki heyecanı gerilimi arayan okuyucu için bunaltıcı olmaktan ileri gitmiyor.
Friedrich Schiller, kaynak:Foesia fa Clube
Schiller gene de birçok gotik öğesini - en azından kitabın hakikaten iyi sayılabilecek ilk yarısında - kullanmış görünüyor. İlk gotik kitabımız "Otranto Şatosu"nda mekanımız İtalya kıyısında eski bir şatoydu, burada da Venedik'in o yüzyıllardır dünyanın dört bir yanından insanları büyüleyen gizemli kanalları, sokakları, taş meydanları. "Hayaletgören"in Venedik'i günümüzdeki romantik halinde değil tabiki, daha korkutucu, daha karanlık. İnsanları hiç de tekin değil ve maceramızın prensinin de dediği gibi "Venedikli kocalar tehlikelidir.". Schiller ve onun aracılığıyla anlatıcımız, bu ürpertici ve entrika dolu Venedik ortamını gayet iyi kullanıyor. En olmadık anlarda ortaya çıkıp, gizemli işler yapan anlaşılmaz mesajlar veren adeta hayalet gibi karakterler, dönemin sihirbaz-okültist modasına uygun hayalet çağırma seansları vb. her şey var.
Gene de sanki o ikinci yarıyı yazmasaymış Schiller ya da ne bileyim başkasına falan yazdırsaymış. Yazık olmuş güzelim kitaba.



Kitabın bendeki kopyasının arkasında 10 tl yazıyor ama Pandora'da 9,10 tl'ye alınabiliyor görünüyor.

28 Şubat 2015 Cumartesi

gotik

kasvetli, iç karartıcı yapısı, korkutucu dekorları ve insanın içini ürperten, sonu gelmek bilmeyen koridorlarıyla eski bir malikane ya da şato;tipik gotik edebiyat eserlerinde karşımıza çıkması muhtemel bir mekanla karşı karşıyasınız. tabii ki de bu mekanların vazgeçilmez unsurları olan büyük salonlar, gıcırdayan merdivenler, mum ışığının aydınlattığı karanlık duvarlarda oluşan uğursuz şekiller, kaynağı belli olmayan inlemeler, uğultular ve gecenin sessizliğini bir bıçak gibi kesen korkunç bir çığlık… mekan korku hikayelerinin en önemli unsurudur belki de. çevresi de pek iç açıcı değildir bu mekanların. sis, bu sisin arasında belli belirsiz siluetler ve bir mezarlık görülmektedir.hikayedeki kahramanımızın sakin ve normal geçen gündüz yaşantısı, geceleri kabusa dönüşecektir. ortaçağ’ın ezici dini baskısı sonucu ortaya çıkan şeytan tanımı, hayaletler, cadılar, kötü ruhlar ve çeşitli canavarlar bu yeni türün ortaya çıkmasını tetiklemiştir. bu türe ‘gotik’ denilmektedir. gotik kelimesini bu bağlamda ilk kez kullanan horace walpole’dur.genellikle benzer temalar üzerine kurulu oldukları ve benzer korku öğelerini kullandıkları için, tüm gotik hikayeler aynı görülebilir. doğru düzgün ışık olmayan karanlık gece sahneleri, insanın sürekli ensesinde hissettiği soğuk nefes ve büyük ve içine girenlere bir boşluk hissi veren eski evler gibi unsurların neredeyse tüm romanlarda bulunması bunun nedenidir. türün ortaya çıkışıyla ilgili pek çok şey söylenmiştir. ancak yapılabilecek en güzel açıklama; yazarın neoklasizmin kısıtlayıcı kurallarından sıyrılıp romantizmin hayal gücüne kapılmasıyla olduğudur. yani gotiğin, gerçekçi ve mantıkçı romanlara karşı olduğu söylenebilir. 18. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan ve okuyucuyu hayal gücünü kullanmaya iten romantik akıma gotiğin katkısı “korku” unsuru olmuştur. walpole’a göre korku ve beraberinde getirdiği heyecan duygusu okuyucuyu daha iyi ele geçirir ve bu bağlamda bir yazarın en önemli aracıdır.
ilk olarak mimaride görülen gotik akımı, romantik akımla birlikte bazı yazarların eskiye dönmesini ve eserlerinde ortaçağ esintileri yaratmasıyla,edebiyat alanına sıçramış oldu. 18. yüzyıldan günümüze gelen bu korku edebiyatının kaynağı; insanoğlunun evrenin gizemlerine ve doğaüstü şeylere karşı bitmek bilmeyen merakıdır. dinin baskıları altında oluşan bastırılmış duyguların, düşünülmesi bile günah ve yasak kabul edilen fikirlerin dışa vurumudur gotik. okuyucuyu hayrete düşürerek ve onları yüzleşmeye cesaret edemedikleri her türlü korkularıyla karşı karşıya getiren her türlü ayrıntı, gotik romanlarda günlük hayatın bir parçasıdır. hayal gücünü en uç noktasına kadar kullanan ve sınırları zorlayan gotik, romantizmle de iç içedir. buradaki “romantizm” günümüz anlamından çok uzak, korku ve dehşet duygularıyla doludur. romantik akımın en büyük gayesi, aklın sınırları dışına çıkarak hayal gücü elverdiğince yazmaktır. bu bağlamda gotiğin de romantizmden doğduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. ancak, gotik her ne kadar ortaya çıktığı dönem için fazla yeni ve sıra dışı görülse de, ortaçağın batıl inançlarına, mantık sınırlarını aşan hortlak hikayelerine dönüş yaptığı için değişime ayak uydurmayan gerici bir tür olarak sayılabilir.-->ekşi sözlükten eische'nin yazdığı madde.
[bu sene bitirmeye çabaladığım Can Yayınları'nın Gotik serisini okurken blogger görevimi de yapayım, nette rastladığım en anlaşılabilir ve hap halindeki "gotik" açıklamasını sizlere de okutayım dedim. kopyala-yapıştır için ellerime sağlık:)]

9 Şubat 2015 Pazartesi

gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"

Otranto prensi Manfred, tam tek varisi, soyunun devamının tek garantisi, hastalıklı ve zayıf oğlu Conrad'ı Vicenze Markisi'nin kızı Isabella ile evlendirmek üzereyken ürkütücü Otranto Şatosu'nda herkesi dehşete sürükleyen şeyler olmaya başlar. Şatonun şapelinde toplanmış kalabalık, hizmetkarların getirdiği yıkıcı haberle kendilerinden geçer: Conrad şapele gelemeden üstüne kocaman bir miğfer düşmüş ve ölmüş halde bulunmuştur. Şatonun hanımefendisi dünyalar safı Hippolita, kızı dindar mı dindar Matilda ve genç gelin Isabella kendilerini neredeyse kaybetmiş halde odalarında ağlaşırlarken kalenin prensi Manfred'in içinde hemen kötülük çanları çalmaya başlar. Zaten kadim bir kehanetten korktuğundan hemen böyle bir evlilik ayarlamaya çalışmıştır. "Asıl sahibi orada yaşayamayacak kadar büyüdüğünde, Otranto Şatosu ve lordluğu mevcut ailenin elinden çıkacak." der kehanette. Ne kadar saçma sapan olsa da kehanet, Manfred üstüne alınmıştır bir kere. Ne yapacak edecek şatonun onun elinden çıkmasını engelleyecektir. Hemen planını yapar, Isabella'yı karısı yapacak ve Hippolita ile var edemedikleri varisleri onunla yapacaktır. Manfred koca şatonun içinde Isabella'yı kovalarken; orada burada düşen kocaman miğferler, zırhlar, hayaletler, birdenbire çıkıp gelen kahraman ve gururlu köylüler, şövalyeler ortada uçuşuverir. Otranto'da akla hayale gelmeyecek tesadüfler, mucizeler, kavuşmalar ortaya çıktıkça Manfred, Isabella, Matilda ve Hippolita için herşey değişir.
Horace Walpole, Wikipedia
Horace Walpole 1764'te, kendi kalesinde gördüğü bir rüyayı zevk için kaleme alıp sonra da bastığında, herhalde edebiyata yepyeni bir terim kazandıracağını, dahası kendisinden sonra bu alanda yazacak, birşey üretecek herkese esin kaynağı olacağını bilmiyordu. Zaten korka korka basmıştı kitabı, ben yazdım bile dememişti. XVI.yy.dan kalma eski bir elyazması bulduğunu, oradan çevirdiğini söylemişti (Hatta bu ilk baskıda kitabın kapağında Otranto Aziz Nicholas Kilisesi Kilise Heyeti Üyesi Onuphrio'nun yazdığı İtalyanca aslından William Marshall tarafından çevrilmiştir diye yazıyormuş). Hakikaten de ondan sonra ortaya çıkan ne kadar "gotik" şey varsa, Walpole yarattığı bu atmosferden, kullandığı öğelerden birşeyler taşır neredeyse. Ürkütücü sırlarla dolu bir kale, karanlık koridorların açıldığı karanlık soğuk zindanlar, başka yerlere açılan geçitler, birdenbire zalimlerin üstüne çakan şimşekler, canlanan şövalye zırhları, asil ama söylemeyen gururlu kahramanlar, zor durumdaki dindar bakireler, gücü elinde tutmak için herşeyi yapan, entrikalar çeviren kötü adamlar...Walpole'un yarattığı gotik dünyada hepsi var.
Bu yüzden okurken insanın aklından çıkarmaması gereken şeyler oluyor haliyle. Birincisi, bu kitap 18.yy.da yazıldı ve türünün ilk esaslı örneği. Yani hayatımız boyunca gördüğümüz belki beğendiğimiz - belki de beğenmediğimiz - gotik eserlerin hepsinin kaynağı. Bunları unutursanız - benim gibi - okurken "yok artık maria la del bario" diyerek Walpole'a küfür ederken bulabilirsiniz kendinizi. Olayların gidişatı öylesine pembe diziye bağlıyor ve hatta absürdlük seviyesine varıyor ki ne okuduğunuzu unutursanız vay halinize. Olabilecek her klişe oluyor, karakterler o kadar da olamaz dedirtecek kadar saf, mantıksız, kötü olabiliyor. Yani çok birşey beklememeniz gerekiyor Otranto Şatosu'ndan, daha çok bir deneyim olması için, birşeylerin temelini görebilmek için okumanız gerekiyor.
Bu şekilde gotik serisine diğer 9 kitap ile devam edeceğim ben. Can Yayınları'nın 10 kitaplık takımındaki kitapları yazılma tarihlerine göre sıraladım ve o sıraya göre okuyorum. Bundan sonra bir de Friedrich Schiller'in Hayaletgören'ini okudum, ondan da bahsedeceğim.

Ben kitabı Can Yayınları'nın gotik edebiyatı takımının içinde almıştım. 10 kitap birden D&R'dan 100 tl'ye almıştım 2 sene önce. Şimdi netten aynı şekilde 75 tl'ye alınabiliyor-->link
Tek olarak almak isterseniz-->link
Goodreads'te Otranto Şatosu
Otranto aynı zaman İtalya'da bir şehir. Haritadaki o çizmenin tam topuğunda, doğu kıyısında (Wikipedia). Halihazırda bir kalesi de var. Osmanlılar 1480'de şehri kuşatmış bile.
Otranto Kalesi, kaynak:Ambient&Ambienti

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...