emily blunt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
emily blunt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2016 Pazartesi

The Adjustment Bureau (2011)

kadere inanır mısınız? siz daha dünyaya gelmeden, nefes almaya başlamadan önce, hatta siz henüz bir fikir bile değilken, kaderinizin bir deftere kaydedildiğine ve yaşamınızı bu defterde yazılı olanlara göre yaşadığınıza inanır mısınz? eğer dindar bir insansanız bu soruya olumlu cevap vereceğiniz kesindir. dindar değilseniz bile cevabınız müspet olabilir. peki ya özgür iradeye inanır mısınız? kaderinizi kendi iradenizle değiştirme gücünüz olduğuna, hayatınızın yol haritasında birkaç ara sokak, yeni sapaklar, kısayollar bulabileceğinize, açamayacağınıza dair karar kaderinizde yazılı olan kapıları özgür iradenizi kullanarak açabilir misiniz? ya birileri sizin yerinize, özgür iradenizi kullanarak kaderinizi rotasında tutmaya çalışıyorsa, yani özgür iradeniz o kadar da özgür değilse?
Genç politikacı David Norris için herkesin çok büyük umutları vardır. Hemen önündeki seçimde en yakın rakibine son bir virajda yenilirken olayı toparlayacak, kazanmasını sağlamayacaksa da gelecek seçimler için toparlamasını sağlayacak son bir konuşma yapması gerekmektedir. Ama hiç de havasında değildir, artık ne yaptığını, ne olduğunu bile bilemiyor haldedir. Sıkılmıştır belki de. Yine o bilindik konuşmalardan birini yapacaktır okuması için yazılan. Ama sonra o büyülü anda, rüya gibi, kelebek gibi bir kadına rastlar. Dansçı Elise, o sevimli gülüşüyle güvenlik görevlilerinden kaçmaktadır. Aynı sırada kendinden kaçmaya çalışan David de onun rüzgarına takılır ve birlikte bir 10-15 dakika geçirirler, ufak bir muhabbet, birkaç içten, samimi gülüş ve Elise geldiği büyülü rüzgarla geri kaybolur. David de o malum konuşmasını yapmak üzere kürsüye çıkar. Ama David o son 15 dakikanın büyüsüyle çok daha harika bir konuşma yapar, seçimi kaybetmiş olsa da gelecek seçim için arkasına milyonları alır. Gelecek seçime kadar olan zamanda yakın dostuyla bir şirket işine girer David bu arada. Aklının ufacık bir köşesinde Elise'in büyüsüyle. Bir gün şirkete giderken kaderin  işi ya, otobüste Elise'in yanındaki koltuğa denk düşer. Bu sefer herşey tamamdır, telefonunu alır Elise'in ve şirkete gider. Ama şirkette arkadaşının odasına geldiğinde birden tüm dünyası alt üst olur. Kaderine uymamış, Elise'le karşılaşıp, numarasını almıştır. Bu yüzden kaderin adamları ya da ajanları artık ne dersek onlara, herşeyi düzeltmek ve David'i geri rayına sokmak için olaya müdahale etmeye gelmiştir.
bu bizdeki amel defteri
fötr şapkalı team kader

Açıkçası film çok iyi bir başlangıca, neler neler yapılabilir bir çıkış noktasına ve konuya sahip. Ben okumadım ve haberim de yoktu ama Philip K.Dick'in "Adjustment Team" isimli kısa hikayesinden senaryolaştırılmış (Wikisourcedan okuyabilirsiniz tüm hikayeyi buraya tıklayarak). O yüzden hikayenin ne kadarına el verdiğini bilmiyorum ama bu konuyla neler yapılır, neler anlatmaya çalışılır nerelere gidebilir düşünsenize. Yani bu kader konusunu aklında çözebilmiş, bir sonuca ulaşabilmiş kaç insan vardır ki şu dünya üstüne, bir elin parmaklarını geçmez. Ama film hiç de bir şey yapmaya çalışmıyor. Şöyle diyeyim, hiçbir açıdan bir şey yapmıyor. Baya bir süre önce izledim ben filmi yani baya dediğim de birkaç ay falan işte ama yazacağım için bir kenara not edip bırakmıştım. Burada en son "Far From The Madding Crowd"ı anlatmışım zaten taa ağustosta. Yani demem o ki filmde bir sorun var. Önce dedim Matt abi mi acaba. Çünkü öylesine durgun, öylesine süzgündü ki film boyunca. Hani Richard Gere'in "Pretty Woman"daki hali vardır ya, böyle hemen hemen hiç bir falso vermez, hiç duygu kırıntısı göstermez, gözlerini o kısık kısık halinden hiç açmaz ama film bittiğinde aslında tüm film boyunca ne yapığını öyle bir hissetmiş olursunuz ya. Çünkü yönetmen demiştir Richard Gere'e, böyle oynayacaksın, çok ufak ama insanların içine içine oynayacaksın. Dedim Matt abi de böyle bir kafada mı, hani onların vardır böyle yöntemleri oyunculuk şeysileri. Ama yok arkadaş, adam bildiğiniz film boyunca orada değildi ya. Yoktu, off neden burdayım halinde de değildi, tamamen yoktu. Bunu da çekiyoruz gibiydi. Ben kimdim yahu gibiydi.

Halbuki bir Emily Blunt vardı karşısında...Aman yarabbi! Evlere deva, dertlilere çare, gönüllere ferahlık...Bakın güzellik falan diye demiyorum, ondan daha güzel bir dolu kadın sayabilirim, hoş onu da beğeniyorum ayrı konu ama bu daha farklı bir şey. Emily Blunt bu filmde resmen rüyaların kadını gibiydi. Gerçi şimdi erkekler için başka bir tanımı, imgesi olabilir bu rüya kadını konusunun o yüzden erkek olan insanlar size söylüyorum aklınıza ilk geldiği şekliyle düşünmeyin dediğim şeyi. Böyle bir güneş gibi düşünün, böyle bir konuşması, gülmesi, hareket etmesi, herşeyiyle bir rüya gibi. Hani ne öyle trip atıyor ne de bir Hemingway'in "Silahlara Veda"sında beni deli eden, o çizdiği manyak derecede erkek aklı ne söylemesini istiyorsa onu söyleyen kadın karakteri gibi bir erkek aklı için mükemmel portreyi çiziyor. Emily Blunt artık nasıl bir yetenek sergilediyse filmde Elise'i canlandırırken, inanın ömrümün sonuna kadar harika kadın diye düşündüğümde aklıma ilk Elise gelecek.
Ve böylece filmin de tek artısını anlatmış oldum. Emily Blunt ve onun Elise'i. Halbuki ben oh Matt abimiz de var Emily de, hem de koşuyor gibiler oh oh iyi güzel yüzlerle sağlıklı bir aksiyon izlerim kafayı yormam mutlu mesut ayrılırız diye açmıştım filmi. Matt bu sefe beni çok büyük hayalkırıklığına uğrattı. Senaryo, ilerleyiş falan zaten olmamış, bari sen azcık çaba göstereydin be adam. İlla açıp Bourneları mı tekrar edeyim.
Yani. İzlemeyin. Müziklerini dinleyin. Emily Blunt'a bakıp, sonra açın "Edge of Tomorrow"u izleyin. Valla.

Filmin resmi sitesi: http://www.theadjustmentbureau.com/





26 Şubat 2015 Perşembe

yarım bıraktığım iki film: Into The Woods (2014) ve The Riot Club (2014)

İzlediğim dizilerin sezon araları vermeye başlamasıyla dedim yeni bir şeylere başlamaktansa uzun zamandır doğru düzgün oturup da izlemediğim filmlere döneyim. Blogda önceki senelerime baktığımda misal 2011'de manyak gibi film izlemişim, onu fark ettim. Ama sonra azalmış (neden acaba?!). Bu başıboşluğu telafi etmek adına bu sene başladığından beri kendimi filmlere vermeye çabalıyorum. Anlatmıştım, Bandırma'da bile sinemaya gittim, yılın ilk filmi olarak Mucize'yi izledim. Sonrasında abimlerdeyken her sabah kahvaltıda bir filme denk geldiğimden oradayken Marmaduke (2010), The Monuments Men (2014), Su ve Ateş (2013), The Guilt Trip (2012)'i izlemiştim (Ama anlatmadım). Arada bir Maleficent (2014)'tan bahsetmiştim. Sonra evde bir sabah Nim's Island (2008)'a denk geldim, güzel oldu. Bir de ufak bir Jupiter Ascending maceram var sinemada ama ondan ayrıca bir ara bahsedeceğim, bahsetmeliyim, ihtiyacım var buna. Neyse. Bu arada bu sene için güzelce bir gösterim tarihi takvimimi çıkarmıştım, oraya not ettiğim filmlere yetişeyim diye Night At The Museum:Secret of The Tomb (2014) ve The Imitation Game (2014) izledim pek de zevkle. Önceki günkü Begin Again (2013)'den sonra devam edeyim dedim, listemdeki Mortdecai ve The Seventh Son'ı bulamadığım için (bunlara tabiki sinemada para vermeyeceğim) yine listemdeki Into The Woods'a bakayım istedim.
Broadway World
Bakmaz olaydım. Halbuki müzikallere bayılırım, hakikaten. Rob Marshall'ın daha önceki iki müzikalini - Chicago ve Nine - izlemiş ve beğenmiş bir izleyici olarak yönetmenden de bir şeyler bekliyordum izlerken. Hem müzikal hem de masallar, Grimm masalları vardı önümde, en sevdiğim şeyler! Ama anlamadığım bir şekilde, olmamış geldi bana. Hem de film 3 oscar'a aday olmuşken. Çok büyük umutlarla açıp, izlemeye başladım ama ancak bir 30 dakika izleyebildim. Sıkıldım, bunaldım, içim bayıldı. Hem de tam Johnny'yi hain kurt olarak görmüşken.
Hollywood Reporter
Emily Blunt var karşımda, Merly Streep var. Jack ve sihirli fasulyelerini, kırmızı başlıklı kızı, rapunzeli, cinderella'yı alıp birbirine karıştırıp, ortaya aslında çok güzel birşeyler çıkarabilecekken böyle bir şey çıkarmışlar. Ciddi söylüyorum bende mi bir tuhaflık var? Film aslında çok iyi de ben mi anlayamadım? Hayır olabilir, genel kanıya göre müthiş olan filmleri anlayamama ve kimsenin beğenmediği, basit görülen filmlere efsane muamelesi yapmak gibi bir yeteneğim var, onu biliyorum ama bu bence bu durum bu film için geçerli olamaz.
IMDb
The Riot Club'ı ise bir zaman önce görmüş, kaydetmiştim bir kenara izleyeyim diye. Konusuna, oyuncularına, yönetmenine bakınca baya iyidir diye düşünmüştüm. Böyle filmleri severim de. Oxford Üniversitesi'ne yeni başlayan iki tamamen ayrı kişilikteki öğrenci ile okulun yüzyıllardır süren bir kulübünün içine bakış atıyoruz filmde. Riot Kulübü Oxford'a gelen ayrıcalıklı, sular seller gibi paraya sahip, büyük oranda da çook eskilerden gelen asalet ünvanları dolu ailelere mensup veletlerinin türlü türlü pisliği ve aşırılığı yapmak için bir araya geldikleri bir şey. Her okul döneminin başında 10 kişi olmak zorundalar ve desturları kesinlikle hayatı her şeyiyle en aşırısından yaşamak. Tüm ahlak, disiplin, kanun kuralını ezip geçmekle eğleniyorlar mesela. Filmimize konu olan dönemde iki yeni üye almaları gerekiyor ve birbirlerinden hiç de hazzetmeyen iki birinci sınıf öğrencisi Alistair Ryle ve Miles Richards'ı üyeliğe kabul ediyorlar (The Skulls falan izlediyseniz bu üyeliğe seçilme-kabul gibi şeylerin filmin bir 20 dakikasını aldığını biliyorsunuzdur). Dönemin ilk akşam yemeğinde bir araya geldiklerinde ise olanlar oluyor.
TIFF
Şeklinde özetleyebileceğim bir konusu olan bu filmin de 40.dakikasına kadar falan dayandım. Aslında dediğim gibi severim bu tür filmleri, bedavadan Oxford yaşantısı görüyorken bir yandan en içinden sistem-sınıf eleştirisi izliyorum. Ama nedense bu filmde bu eleştiri sinirimi bozdu. Hem bizim (pis sefillerin) tarafından anlatıyor hem de altın yumurta şeklinde doğmuşların. Hayatı boyunca şatolarda kalelerde malikanelerde yaşamış, önünden kuş sütü eksik olmamış bu aşırı şanslı veletlerin bu defaki hikayesi beni sarmadı. Yönetmeni Lone Scherfig bize An Education ve One Day gibi filmler hediye etmiş olsa da bu kulübün hikayesini izlemeye dayanamadım. Hala merak etmiyor değilim sonunda nasıl çözülecekler diye ama napalım.
Herhalde yaşım geçtikçe filmlere olan sabrım azalıyorsa demek.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...