downton abbey etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
downton abbey etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2022 Pazar

Downton Abbey: A New Era(2022) --- Herşeyin bitişi mi yeni bir başlangıç mı?

 1928 yılının Britanya'sında Downton Abbey arazisinde işler herkes için biraz daha değişiyor gibi görünüyor. Aslında yıllardır ayaklanmaya başlayan bu değişiklikler, sonunda yepyeni bir dönemin kapılarını açıyor. 1912'den beri bizimle olanlar, bayrağı bir sonraki nesle devrederken, dışarıdaki dünya Downton'ın içine de sızıp, aristokrasiyi ve hizmetli sınıfını yıllardır içinde yuvarlandıkları değişikliklerin gerçekleştirdiği başka bir evrene taşıyor.


Bizim için 2010 yılının Eylül'ünde, Downton Abbey evreni için 1912'nin Nisan'ında başlayan yolculuğun geldiği - şimdilik - en son noktada, adından anlaşılacağı gibi yeni bir çağın kapı eşiğindeyiz. 1928 yılında bir yandan Hollywood ve sinema dünyası, Downton'a sızıyor, bir yandan tüm açık kalmış meseleler çözüme kavuşuyor. Eski bir dönemi kapatmak için ne gerekliyse, senaryo onu yapmaya çalışıyor. Eski dönemin timsali gibi, yıkılmadan hep orada duran Lady Violet'e veda ediyoruz bu yüzden mesela, Julian Fellowes da Maggie Smith'in hayat verdiği bu karaktere bizim de ne anlamlar yüklediğimizi bildiğinden, böyle yapmakta çok büyük fayda görmüş olmalı. Lady Violet'e eski bir gençlik aşkından kalan miras, Fransa'nın güneyinde mükemmel bir villa, bu filmin iki ana konusundan biri. Downton sakinlerinin bir kısmını film boyunca Fransız Rivierası'na yolluyoruz. Diğer yarısı ise evde kalırken, Hollywood ile tanışıyoruz. Bir film ekibi, çekim yapmak için Downton'ı seçiyor ve asilliği olan her Britanyalı aile gibi Crawleyler'in de parası olmadığından akan çatıyı yaptıramadıklarından, kabul ediyorlar. İlk başta Downton Abbey dizisinin çekimleri de Highclere Kalesi'nin çatısının yenilenmesine yaradığından çok manidar olmuş hikayenin bu kısmı gerçi.


Bir önceki filmde de olduğu gibi, şurada da yazdığım gibi, yine bir sinema filmi özelliği gösteremiyor bu film de. Ama 6 sezon boyunca izlediğimiz dizi bölümleri havasını da taşımıyor. Onlar kadar güzel veya anlamlı da olamıyor yani. Kullanılan filtre, kamera vs. bile bir tuhaf, bir değişik duruyor. Hikaye anlatımı açısından da bir akış yakalayamıyor. Bir önceki filmde herkesin sadece görünmek için kameranın şöyle bir önünden geçtiğini söylemiştim. Burada da ikişer üçer karakterler bir noktada durup, birbirlerine bir iki cümle söylüyor. Resmen yönetmen "cut!" demeyi unutmuş, uyumuş gibi hissettiriyor. Karakterler böyle minik minik skeçler gibi oynuyorlar bölümlerini, kamera öylece kalıyor, onlar susuyor, ama oynamıyorlar çünkü sahne bitmiş oluyor, eh hadi söyledim lafımı gidelim gibi bakıyorlar. Sonra hop diğer skeçe atlıyoruz. Hikayenin anlattıkları da aşırı klişeleşiyor. Dizideki o incelikten, o içe işleyen soğuk gibi görünen ama samimi incelikten yoksun her şey. Mary ile Edith birbirlerine gıcık olmalı, o zaman normal konuşmanın ortasında birbirlerine küfretsinler denmiş mesela. İki oyuncu da durup birbirlerine saçma sapan bir cümle söylüyorlar ama zerre duygu ya da oyunculuk göstermeden, sonra sahne devam ediyor. Sanki diziyi izlemiş biri oturmuş senaryonun başına, hımm şimdi bu karakterin şöyle bir iş becermesi lazım, şu karakterin de mutlaka böyle bir söz söylemesi lazım diye yazmış. Karakterlerin asıl "karakteri" ne bundan bihaber bir şekilde yazılmış. Lady Violet'in hiçbir şekilde söylemeyeceği, yapmayacağı şeyleri dan dun söyleyişine şahit oluyoruz mesela. Ya da sırf dizide Violet'in o meşhur efsaneleşmiş laflarından ettirebilmek için durup ikonik bir şey söyletmeye çalışıyorlar, ama ne o etkisi var o lafın ne de konuya uygun düşüyor. 


Dahası herkese bir partner bulalım kaygısı. Ortalık Twilight'a dönmüş resmen. Her bir karaktere, neredeyse masada duran tabağa bile bir partner bulma kaygısıyla herkesi çift çift haline getirebilmek için cumburlop gelişen yan hikayelerle dolu ortalık. Zaten hemen hemen her sezonda Mary'e yeni bir love interest oluşturma klişesine de girişiyorlar durduk yere. Hayır yani o zaman daha mantıklı bir arka plan oluşturup, şimdiki kocasından kurtarsaydınız da film yapımcısı adamla yaptıkları tüm o muhabbetler, hikaye gelişimleri bir işe yarasaydı. Ya da hizmetlilerin olayların en çetrefilli anında hayati müdahaleler yapması olayını zorlayıp, bakın işte minik Daisy'miz gene işe yaradı diye ortaya fırlatmaları gibi durduk yere hiç inandırıcı veya gerekli gelmeyen şeylerin olmasına ne demeli? Senaryonun fikri güzelken, ilerleyişi ve ortaya konması o kadar zorlama ki nereden tutulursa tutulsun elde kalıyor. Hayır bu filmi de tüm diziyi yaratan Julian Fellowes yazmış görünüyor anlamadım ki. Ohh parayı çap ettim nasıl olsa deyip, asistan ordusuna mı yazdırdı ya.



Tüm bunlara, Lord ve Lady Grantham'ın hakikaten de hastalıklı ve yaşlanmış görünmelerine bile, rağmen ben tabiki zevk aldım izlemekten. Downton'ın benim için önemini ve yerini biliyorsanız anlıyorsunuzdur. Böylesine her beklediğimi karşılayabilmiş başka bir dizi, bu alanda, olmadı şimdiye kadar. Bu yüzden nasıl saçma çekilirse çekilsin yine severek ve mutlu olarak izleyeceğim. Yine Lady Mary'nin kıyafetlerinden gözlerimi alamamaya, evdeki eşyalara ah keşke benim olsa diye bakıp kalmaya, yemyeşi bahçede dantelli şemsiyemle beş çayına kalmaya, Mrs.Hughes ile Carson'ın şirinlik abidesi kulübesine özenmeye devam edeceğim.

15 Aralık 2019 Pazar

Keşke hiç bitmese bu hikaye: Downton Abbey (2019)

Downton Abbey'ye olan aşkımı, tutkumu biliyorsunuz, daha önce burada ilan etmiştim. Burada, şurada ve şurada, hatta bir de böyle anlatmaya çabalamışım. 2010 yılının eylülünde başlayıp, 6 sezon sürdükten sonra 2015'in aralık ayında final yapan dizi benim için bir efsane, bir klasik, bir başucu nesnesi, hayattaki tarzımı bulmamı sağlayan bir umut kaynağı (tabiki geçtiği dönemin tarzında giyinip dolaşamıyorum ya da evimi öyle dekore edemiyorum ama içimde öyle yaşatıyorum). Hani böyle Grace Kelly gibi bu dizi, bu hikaye. Hani bazı insanlar ne yaparsa yapsın dağınık, pasaklı, varoş duramaz ya, öyle (ya da bazıları da ne yaparsa yapsın hep Helena Bonham Carter gibi olmaktan kurtulamaz ya mesela). (https://www.imdb.com/title/tt1606375)
İşte böyle bir hikaye bittiğinde nasıl karalar bağlamışsam, filmini yapacaklarını öğrendiğimde de o kadar havalara uçmuştum. Biliyordum devam edeceğini, böyle bırakıp gidemezlerdi bizi. Çünkü biz kocaman bir nostaljik aileydik, nefret edilesi hayatlarımızdan kaçıp, Downton Abbey'nin yemek salonunda, kütüphanesinde, mutfağında, koridorlarında saklanan bir dolu mesut insandık. Bizi duydular, 4 yıldır ne halde olduğumuzu gördüler ve bir film ile de olsa, iki saatliğine de olsa bizi yeniden gülümsetmeye karar verdiler.
2 saat 2 dakikalık film adeta iki bölüm peşpeşe koymuş, izliyormuşuz hissi veriyor (https://www.imdb.com/title/tt6398184). Çünkü zaten dizinin de her bir bölümü film gibiydi yayınlanırken. Dizi bizi 1926'nın yılbaşı günü bırakmıştı, filmde bunun üzerinden çok zaman geçmeden 1927 yılında karşılıyor. Britanya kralı V.George ve kraliçe Mary'nin o sene böyle ülkeyi dolaştıkları bir kraliyet turu var. Gerçek, tarihi bir olay bu. (Bu kral, şimdiki Elizabeth ninenin dedesi oluyor bu arada.) Bizim kurgu Downton Abbey'nin bulunduğu Yorkshire'a da gelip, orada bir yerlerde kalmaları da gerçek. Ama tabi Downton'ımız ve ailemiz kurgu. Her neyse, film kraliyet ailesinin Downton'a gelip, bir gece kalacağı haberiyle açılıyor. Tabi ortalık karışıyor, üst kattakiler de alt kattakiler de panik. Hummalı hazırlıklara girişiliyor. Gerçi artık tanıdığımız herkesin yerleşmiş bir hayatı, düzene soktuğu bir hikayesi var ama bakıyoruz ki aslında hayat her zaman karmaşıklıklara ve yeni düzenlere, olasılıklara gebe. Her bir karakterimizin yollarının nerelere uzandığını görmeye başlıyoruz aslında böylece.

Film gibiydi dedim dizinin bölümleri için ama yine de bir tv dizisine aitti o bölümler ve bir tv dizisini oluşturacak bir hikaye oluşturuyorlardı hep beraber. Oysa burada önümüze gelen ne bir film ne de bir dizi. Yani bir sinema filmi diye baksak, değil. Çünkü elindeki bu kadar karakterle ve bunca hikayeyle iki saatte kendi içinde tutarlı ve mantıklı bir hikaye anlatmıyor. Ondan biraz, şundan azcık, ne dediği belli değil. Ortaya koyamıyor derdini, eğer varsa. Dizinin sonraki sezonunun ilk iki bölümü desek, değil. Çünkü bir sezon boyunca anlatacağı şeyleri iki bölüme sığdırmaya çalışarak, tam bir karmaşa oluşturmuş. Tüm tanıdıklarımızı, eski dostlarımızı sırf görmemiz için şöyle bir ekranın önüne çıkarıveriyorlar. Onların yanında birden bire yepyeni karakterlerle tanışıyoruz. Ama onların hikayeleri de cumburlop oluşuyor. Kim ne için, nasıl burada bilemiyoruz. Yani sebebi neydi ki diye bakıp duruyoruz. Tüm bir filmi sanki hem onlar böyle bir araya gelip, azıcık eğlensinler hem de biz onları izleyip sebepsiz mutlu olalım, hasret giderelim diye yapmışlar gibi.

Sonundaysa verdiği mesajlarla ağzımıza bir parmak bal çalmayı ihmal etmiyor tabi Downton. 6 sezon boyunca bir sürü karakterin gelip geçtiğini, arazinin ve kasabanın ve insanların her bir çağa nasıl yeniden ve yeniden ayak uydurduğunu izledikten sonra 1927 yılının baharında diyor ki ayrı ayrı her bir karakterimiz; eskiler yavaş yavaş göç etse de bu hikayeden, yeniler onların yerlerini alacak ve hepimiz gitsek bile Downton Abbey bir kalp gibi burada atmaya devam edecek.
Yani bence daha hikayeler gelecek Downton Abbey'den. Ama nasıl, orasını bilemiyorum.

3 Eylül 2015 Perşembe

Downton Abbey'nin son sezonu gelirken



Neden neden nedeeeen? Böyle dizilerin 10 yıl 20 yıl falan devam etmesi gerekirken hem de. Ne gereği var ne diye bitiriyorsunuz değil mi? Sanki gidip de hepiniz daha iyi birşeyler yapacak, dünyayı kurtaracakmışsınız gibi. Yapmayacaksınız işte, oturun oturduğunuz yerde de çekin işte bir sürü sezon.

"If I could stop history in its tracks, maybe I would," diyor ya Lord Grantham. "But I can't, Carson, for neither you nor I can hold back time."

14 Nisan 2015 Salı

Downton Wars Episode 1 - The Phantom Valet



Bu, Downton Abbey bildiğimiz Rob James-Collier'in Chilterns MS Merkezi'ne yardım toplanabilmesi için bir hayır kampanyası olarak hazırladığı video. Böyle deyince pek anlaşılır olmadı farkındayım ama, şöyle açıklayayım: James-Collier nam-ı diğer şeytan uşağımız, bir hayır kampanyası için para toplanmasına yardımcı olabilmek adına dizinin çekim aralarında kendi telefonunun kamerasıyla, ekibin de yardımıyla ufak videolar hazırlamış. Downton Abbey evreni ile Star Wars evrenini çakıştıran bu parodilerin ilki, yukarıdaki video. Sonraki videoları yayınlaması için hedeflenen yardım parasının adım adım toplanabilmesi gerekiyor. Yani hem sevdiğimiz bir oyuncunun yine sevdiğimiz diğer oyuncular - ve ortamla - birlikte çektiği eğlenceli şeyleri izleyip, hem de hayır duası almamızı istiyorlar. İşte oralarda böyle her işlerini özene bezene yapıyorlar, bizdeki gibi değil.
Neyse, ben olayı göstereyim, çekileyim. İzlerken ben eğlendim, en sevdiğim şeylerden ikisini böyle izlemek çok keyifliydi. Daha fazlası için-->http://www.evilbutler.com/
(Chilterns MS Merkezi, Britanya'da Multiple Sclerosis'e (Türkçesi Multiple Skleroz oluyormuş wikipedi öyle diyor)sahip insanlara destek olmaya çalışan bir merkez.)

3 Temmuz 2012 Salı

niye sevdik seni downton abbey

Var ya saatlerdir ellerim klavyede ne yazacağıma karar vermeye çalışıyorum. Hastayım günlerdir, bugün de iki günlüğüne istirahat aldım, evde yatıyorum. Hazır dinlenirken, artık içimde kalmasın bahsedeyim şundan dedim ama yok, yazamıyorum. Yazıyorum, kalkıyorum gidip haplarımı içiyorum, geliyorum siliyorum yazdıklarımı. Bir türlü hoşuma gitmedi, içime sinmedi, tam düşündüklerimi, hissettiklerimi geçiremedim cümlelere gibi geldi.
O yüzden doğrudan, lafı dolandırmadan, girizgaha gerek görmeden, ilkokul standartlarında yazacağım. Bayıldım ben bu Downton Abbey'ye! Başlayacağı vakitler görmüştüm nette, haberini almıştım ama bir türlü vaktim olmamıştı, sınavlar, ne yapacağım derdi, tarih, yüksek lisans, iş bulayım kaosu içinde yeni bir maceraya atılamadım. Aklımın bir köşesine koydum, ilerledim. Eylül 2010'da başlayan diziyi ben ancak geçtiğimiz aylarda - 2 sezonunu birden - izlemiş oldum. Keşke bu kadar geç kalmasaymışım dedim ama bir yandan da iyi oldu, bir bölüm bittiğinde bir hafta beklemek veya sezon bitiminde gelecek seneyi beklemek zorunda kalmadım. Çıldırırmışım herhalde. Gerçi şu anki durumum hemen hemen bu ama olsun. En azından o iki sezonun vermiş olduğu bir rahatlama var az biraz.
Downton Abbey bir ITV yapımı, İngiliz yani. Böyle demekte fayda gördüm çünkü hemen anlamanızı istedim. Buradan çıkan yapımlarda hepimizin artık bildiği üzere sezonlar eylülde başlayıp aralıkta biter ve 8-13 arasında değişen bölüm sayısına sahip olurlar. Hiç öyle Amerika'daki gibi tüm bir eğitim öğretim sezonu boyunca sürelim, 20-25 bölüm boyunca tempoyu artıralım da artıralım, arada salak saçma bölümler yapıp vakit geçirelim demezler oralarda (Dikkatinizi çekti mi bilmem ama bizimkilere hiç girmedim bile). Sakin sakin, bir önceki seneden dolu dolu senaryolarını yazarlar, mart-nisanda başlarlar çekmeye, ağustosta bitirirler. Eh tabi ellerinde az ve öz birşey olunca tüm paralarını prodüksiyona, kostümlere, mekanlara harcayabiliyorlar. Ayrıca o kadar rahat bir takvimleri olduğundan oyunculara rollerine dibine kadar girebilme imkanı doğuyor, ki zaten "doğaüstü" oyuncular (bakınız deyip bir listeye girişecektim ama delirtmeyim dedim, sadece Maggie Smith diyeyim şimdilik dağılalım) oluyor hep ellerinde. Sonuçta izlettikleri kalite, verdikleri devasa sezon aralarını ve tadımlık bölüm sayılarını telafi ediyor.
Neyse, ne diyordum, asıl olay Downton Abbey tabi. Anlayacağınız üzere (Northanger Abbey, Mansfield Park gibi falan işte) diziye adını veren evdeyiz. Artık ev mi dersiniz, malikane mi, köşk mü, arazi mi bilemem. Sonuçta ev işte. Bu evin ve arazinin sahibi Grantham Lordu, ailesiyle tıngır mıngır yaşamakta. Amerikalı karısı Cora, 3 kızı - Mary, Edith ve Sybil - ve ufak köpeği var. Üst kattaki ailesi onlarken alt katta da bu koca evi ayakta tutan asıl ailesi var; başkahya Bay Carson, kahya kadın Bayan Hughes, evin hanımının özel yardımcısı Bayan O'Brien, baş hizmetçi Anna, uşaklar Thomas ve William, hizmetçi Gwen, aşçı Bayan Patmore, aşçı yamağı Daisy. Bunlara sonradan hizmetçi Ethel ve Mary, şoför Branson, lordun özel yardımcısı Bay Bates ekleniyor. Evin dışındansa lordun annesi Kontes Violet, Downton'ın varisi avukat Matthew ve annesi Isobel dahil oluyor aileye.
Şimdi böyle yok hizmetçi yok kahya şoför şudur budur dedim ama doğal bunlar, sene 1912 çünkü. Ama nisan ayındayız ve Downton Abbey, Titanic'in batışıyla güne uyanıyor. Her bir karakterin tepkisinden, anlıyoruz ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Downton Abbey'nin tam olarak anlatmaya çalıştığı da bu zaten. En klasik sayılabilecek bir dönemden alıp bizi, sırayla dünyayı değiştiren olaylarla tanıştırıyor ve bu değişime tanık olmamızı sağlıyor. Titanic batıyor, Çanakkale geçilmiyor, kadınlar haklarını arıyor, İrlanda bağımsızlığını soruyor, dünyanın gördüğü en anlamsız savaşlardan bir tanesi - I.Dünya Savaşı - başlıyor bitiyor, elektrik geliyor evlere, telefon kullanılmaya başlanıyor. Ve tüm bunları bu evin içinde, etrafında imkansız aşkların, fedakarlıkların, terbiye kurallarının, yıkılmaya çalışılan dogmaların, kötülüklerin, insan doğasının her bir köşesinin keskinliğinin içinde, arasında izliyoruz.
Her bir bölüm yaklaşık 50 dakika sürüyor, hatta "Christmas Special"ı ile ilk bölümü 1 saatin üzerinde. Gene de o dakikaların nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Koca koca aksiyon sahneleri olmuyor önünüzde, drama sonuçta bu ama gene de kendi dinamiği içinde siz de o merdivenden o merdivene, o odadan o mutfağa kütüphaneye koşturup duruyorsunuz. Arada ilginç sürprizler olmuyor değil mesela, Türk karakter Kemal Pamuk gibi (1912'de nasıl soyadı vardı bu adamın demeyin hemen, o ufacık adada nereden bilsinler böyle şeyleri yazıyorlar işte).
Diyeceğim o ki tek kelimeyle bayıldım ben Downton Abbey'ye. Öyle böyle değil, yeni bir diziye alışmamı sağladı, izleyeceğim bir şeyden ne bekliyorsam verdi - tarih, dönem, bilgi, romantizm, hakikaten iyi bir espri anlayışı, incelikle yazılmış karakterler, dantel gibi işlenen olay örgüsü ve niceleri - , kendimi iyi hissettirdi, mutlu etti. Hele ki bir gardırop olayı var ki, efsanevi neredeyse. Karakterlerin, özellikle Mary Crawley'nin giydiklerini hazine niyetine alıp başucuma koyabilirim. Eşyalarsa hepten ayrı bir mesele.
Bilmem tam anlatabildim mi derdimi bilemiyorum ama, izleyin izlettirin demek istiyorum ayrıca. Şimdilik en son 1920'ye girdik Downton'da karlar altında. Bu yılın eylülünde kaldığımız yerden devam edeceğiz ama herşey daha da değişmiş, daha da ilginçleşmiş olacak. Savaşları - şimdilik - atlatan Downton dünyası bakalım "roaring 20's"i, bu düşüşten önceki son büyük partiyi nasıl geçirecek?

6 Haziran 2012 Çarşamba

tabii ki

-Gelecek sefer, bir şey öğrenmek istiyorsan sadece bana sor.
-Pekala soracağım. İlk ve son kez soruyorum..hala Matthew Crawley'e aşık mısın?
-Tabii ki değilim! Benim yerime başkasını seçen birini sevdiğimi hiç itiraf eder miydim?
Bu aralar Downton Abbey'de yaşıyorum ben. En son izlediğim 2.sezonun 7.bölümünde Sir Richard ile Lady Mary arasında aynen böyle geçti diyalog. Downton Abbey'ye ayrıca ayrıntılı bir yazı ile gereken özeni göstereceğim. Ama şimdilik, yukarıdakini gösterip, yavaşça çekileyim.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...