colin farrell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
colin farrell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2011 Cumartesi

The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009)

Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.


İhtiyar Parnassus, şeytanla bir iddiaya tutuşur. İnsanoğlunun doğası üzerine bahse girince insan, yenilgi de bir yerde kaçınılmaz olur. Ama şeytan bu ya, Parnassus'u hep yeni iddialara girmeye ikna eder. Nitekim Parnassus da bir insandır.
The Imaginarium of Doctor Parnassus, sinemalarımıza Doktor Parnassus diye çevrilerek geldi. Imaginarium kısmının bizimkileri pek ilgilendirmeyeceği öngörülmüş besbelli ki. Haksız da sayılmamışlar aslında. Film sırasında sinema salonundaki tepkiler, izleyicilerin düşüncelerini gayet net-açık ifade etmişti çünkü.
"Bu ne yaaa?"
"Nasıl film bu yaaa?"
Hemen hemen aynı tepkileri iki hafta sonra Bal'da da gördüğümden gülüyorum şimdi ama o da bir ayrı konu.
Esasında film, hikayesinden çok Heath Legder'ın beklenmeyen kaybından doğan kimi durumlar yüzünden konuşuldu. Ancak böyle bir hikayenin, böylesi bir görselliğin arka planda kalması iyi olmadı. Senaryoyu ortaya çıkaran Terry Gilliam ve Charles McKeown en azından böylesine değişik, göndermeli, felsefeli,cümbüşlü ve düşündürücü bir metin yazdıkları için tebrik edilmeli.
Mr.Nick nam-ı diğer şeytan rolündeki Tom Waits, ağzında her koşulda taşıdığı ağızlıklı sigarası, ütülü takımı ceketi ve fötr şapkasıyla benim favorimdi. Ancak Heath Ledger da dahil olmak üzere Tony'ler de inanılmaz bir iş çıkarıyorlar ortaya. Kimin kim olduğunu anlayamıyorsunuz. Dördü de birbirinden bu kadar farklı şahane adamın nasıl olup da aynı insan gibi göründüklerine, davrandıklarına inanamıyorsunuz.
Başta da dediğim gibi, Parnassus şeytanla bir bahse tutuşuyor. İnsanların onun anlattığı hikayeleri mi şeytanın anlattıklarını mı dinleyecekleri üzerine. Ancak her bahis yenisini getiriyor. Şeytan, Parnassus'a ölümsüzlük veriyor eğlencesini bölmemek için. Tabi bir de aşık bir kadınla mutlu bir evlilik. Ancak tek çocukları doğacakken anlaşma istiyor şeytan. Kız 16 yaşına girdiğinde onun olacak. Parnassus'un elinden birşey gelmiyor. Kabul ediyor. Yıllar geçiyor, kızının doğumgününe 2 gün kala, şeytan yeni bir iddia teklif ediyor. Kızını kurtarmak için son şans olarak. Parnassus'un eli mahkum, en ufak bir şansa bile tutunmak zorunda. Tam da bu sırada Tony ile yolu kesişiyor gezici Doktor Parnassus gösteri arabası ve yolcularının. Tony'yi Parnassus'a şeytan mı gönderiyor yoksa tanrı mı, onu da olağanüstü bir görsel cümbüş içinde çözmeye çalışıyoruz.
Zaten tuhaf bir dünyada yaşıyoruz,"Hiçbir şey kalıcı değil, ölümün kendisi bile." diyor Tony de filmde.

1 Mayıs 2011 Pazar

ALEXANDER (2004)


 "Talih, cesareti olanlara güler."miş ünlü Aeneid'inde Virgil öyle diyor. "Ben kazananım ama hatırlayacak kimse kalmamışsa bunun ne önemi var ki?" diyen ise "Alexander"ın ilk beş dakikası içinde karşımıza artık ak sakallı tonton bir dede olarak çıkan Ptolemaios. Hatırlayanlar için, evet Mısır'daki o ünlü (sonunda Kleopatra'yı da çıkarmış olan) Ptolemaios Hanedanının kurucusu, ilk Ptoleme kendisi. Büyük İskender'in 33 yaşındaki kimilerine göre erken, beklenmedik, şaibeli; kimilerine göreyse geç bile kalınmış, oldukça olağan ölümü üzerine Mısır'ın yönetimini elde eden Ptoleme.

Oliver Stone'un Alexander anlatısı, İskender'in komutanlarından ve yakın arkadaşlarından biri olan Ptoleme'nin artık yaşlanmış ve gidici olduğunu anladığı bir zamanda tarihe ve bir bakıma da insanlığa karşı görevini yerine getirmek, günahlarından arınmak veya sadece başta da söylediği cümlesinden anlaşılacağı üzere "hatırlanmak" için İskender'in hayatını yazdırması şeklinde gelişiyor. İhtiyar Ptoleme anlattıkça yazıcıları yazıyor, anlattıkça o günleri hatırlayan tonton Ptoleme'nin gözlerinden ekranımıza M.Ö.356'dan 323'e kadar kanla, savaşla, entrikayla dolu günler yansıyor. 
İskender'in doğduğu ortamı görüyoruz, onu şekillendiren aileyle tanışıyoruz, fikirlerini ve hayallerini filizleyenleri izliyoruz ve büyüyüşünü takip ediyoruz, adım adım bir çeşit deliliğe giden sonuna doğru onunla birlikte yürüyoruz. Ptoleme çoğu kez pişman bir adam görüntüsü çiziyor esasında ama önünde durduğu mavili, sarılı, geniş, ferah, sıcak Mısır manzarası ve etrafında fırıl fırıl dönen ihtişam ile rahatlık arasında pek de pişmanmış gibi hissettirmiyor nedense.
Oliver Stone ve Christopher Kyle'ın senaryosuna göre film bize neredeyse tamamen çatlak annesi ve ayyaş babası yüzünden tüm hayatı etkilenmiş, alabildiğine hassas, sevgi dolu ama kendine bir ev bulamayan, her bulduğu yeni yeri evi gibi gören, bir durduğu yerde duramayan, devamlı bir şeyler arayan ama bulamayan bir İskender portresi çiziyor. Tahta geçene kadarki entrikaların ardından olay örgüsü hemen Gaugamela Savaşı'na savuruyor bizi. Arada tahta ilk geçtiğinde ayaklanan Yunan şehir devletlerini nasıl dize getirdiği, Perslerle ilk karşılaşması olan Granikos Çarpışmasında nasıl ölümden döndüğünü falan atlıyoruz. Annesi Olympias'ın kendi elleriyle şekil verdiği aklı, kendini antik dönemin büyük kahramanları Achilles ve Herakles'le özdeşleştirdiği mantığı ve baba sevgisi arayan kalbi ile İskender sonunda çoğu hayalini gerçekleştirememiş mutsuz ve ihanete uğramış bir adam olarak ölüyor.

Alexander rolünde, ünlü Pompei freskindeki görüntüsüne ne kadar benzediği tartışılır Colin Farrell var. Farrell'ın normalde kendi halindeki olağanüstü karizması, sarıya boyanmış zaman zaman tavus kuşu misali kabarık, zaman zaman post-işle uzatılmış olduğu pek bir belli olan tuhaf saçlarla ve her daim köpek yavrusu bakışları sarf ettiğini belirten eğik kaşlarıyla yerle bir olmuş. Senaryo zaten eline oynaması gereken hassas bir Alexander koyunca onun da yapabileceği pek bir şey kalmamış. Generallerini oluşturan Jared Leto, Jonathan Rhys Myers gibi bildiğimiz isimlerse görüntüyü ve hikayeyi kurtarabilen istisnalar. Myers sanki sonrasında 4 sezon boyunca ortalığı yıkacağı 8.Henry'nin işaretlerini veriyor hırslı Cassender rolünde. Alexander'ın aşık olduğu ve tüm hayatı boyunca tek gerçek dostu Hephaistion olarak Leto'ya ise o halinde herhalde aşık olmayacak kimse yoktur:) Alexander'ı her şeyiyle şekillendiren annesi Olmpias olarak Angelina Jolie'se resmen tek başına ekranı kasıp kavuruyor. Bu kadın bunun için doğmuş dedirtecek kadar var.

Film birçok Razzie ödülüne aday olmuş, hiç almamış ama gene de o kadar kötülenecek, beğenilmeyecek bir yanı yok. Evet eleştirilecek pek çok şeyi barındırıyor olabilir ama her şeyden önce büyük paralarla yapılmış bunca özenli savaş sahnesi, işinin ehli ünlü oyuncular ve görkemli setlere eşlik eden müzikleriyle dişe dokunur bir seyirlik sunduğu kesin, yaklaşık iki buçuk saat boyunca.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...