22 Haziran 2016 Çarşamba

Gone With The Wind (1939)

1861'de ABD'nin güneyinde zengin toprak sahibi ailelerin arasında, yemeler içmeler, eğlenmeler, partiler atmosferinde başlıyor film. O'Haraların şımarık büyük kızı Scarlett çevresinde ne kadar erkek varsa hepsini kendine aşık etmiş halde, parmağında oynatıyor. Ama bu kendini beğenmiş, gıcık, kimseye yüz vermez halinin arkasında Scarlett, Wilkesların oğlu ağırbaşlı Ashley'e delicesine aşık. Tüm bu parti ortamı Scarlett'in, Ashley'nin Melanie Hamilton ile evleneceği haberini alması ve bu güney kasabası insanlarının da güney ile kuzeyin savaşa girdiği haberini almasıyla değişiveriyor. 1877'ye kadar Scarlett'in, Ashley'nin, Melanie'nin ve bu arada olaya dahil olan Charleston'dan orayı ziyarete gelen Rhett Butler'ın yaşadıkları etrafında Amerikan İç Savaşı'nı izliyoruz.
"Gone with The Wind" esasında Margaret Mitchell'in ilk defa 1936'da yayınlanan romanının adıymış. Hatta roman da adını Ernest Dowson'ın "Non Sum Qualis eram Bonae Sub Regno Cynarae" diye bir şiirinin bir dizesinden almış (insanlar nelerle uğraşıyor hey yarabbim). Neyse işte zamanında büyük olay olan filmi ben uzun zamandır izlemek istiyordum, öyle ya Casablanca'yı izlemişim e bunu da artık izlemenin vaktidir diyordum. Diyordum da neye kalkıştığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. 3 saat 58 dakika yazıyor açar bakarsanız IMDb'de. Şaka yapıyor zannediyorsunuz en başta, bir yanlışlık olmuştur diyorsunuz. Sonra aklınızın bir ucundan o uçsuz bucaksız, bitmeyen "Lawrence of Arabia" çölleri geliveriyor, olabilir olabilir sürebilir diyorsunuz ama hala o sürenin gerçekliğini kavrayamıyorsunuz. Üstüne bir de sonradan düzeltmiş bilmem ne versiyonu olan daha da uzun halini açmışım ben. Hayır bir Miğfer Dibi savaşını olsa izlerim o kadar saat ama rüzgar gibi geçen 4 saatte mi geçer arkadaş! (Tamam gençler heyecan yapmayın GoT'un da malum en son savaş sahnelerini izledim, efsaneviymiş orası ayrı, hakkını veriyorum ama benim için yüz yıl da geçse ne o ne Braveheart ne başkası. Her daim Miğfer Dibi olacak.) Ne yaptım biliyor musunuz, her gün yarım saat izleyip kapattım. Harbiden diyorum ya. Bir kere çöktü üstüme o sürenin sıkıntısı çünkü. Böyle böyle günlere yayarak izledim bitirdim. Ama kafamda deli sorular. Bu millet zittin sene önce tee 1939'da falan nasıl oturup da izledi bunu sinemada. Ben hala ordayım ya. Yani Amerika'da sinemaya da gittikti, gördüm olayı, yer falan yok istediğin yere geçip oturuyorsun, ara falan da yok istediğin zaman zırt pırt gir çık kimse karışmıyor kapı falan da yok. Eh ama hep mi böyleydi bu, hayır hep böyleyse bunların sinema kültürü düşünsenize 4 saat boyunca benim gibi bir tip misal, 15 dakikada bir tuvalet ihtiyacı ile 4 çarpı 60 bölü 15'ten 16 kere tuvalete gider film boyunca. Her bir gidişinde de 5 dakika harcasa en iyi ihtimalle, 4 çarpı 60 eksi 16 çarpı 5'ten filmin yalnızca 160 bölü 60 yani 3,3 saatini falan izleyebilmiş olacak. (vallahi mazur görün elimde değil, son bir yıldır ömrüm boyunca çalışmadığım kadar sözel ders çalıştım öğk geldi artık yeminle, az biraz sayı işlem görmek istiyorum resmen integrallerin arasında yüzmek istiyorum o derece)
Kafanızı yeteri kadar ütülediysem asıl diyeceklerimi diyeceğim. Filmin savaşın başlamasından Sherman'ın Denize İlerleyişi dedikleri kısma, yani savaşın bitti gibi olup, Scarlett'in evine dönmesi ve etrafı mahvolmuş, kendini ve ailesini en derin yoksulluğun, açlığın içinde bulmuş olmasına kadar herşey şahane aslında. İnanılmaz derecede muhteşem sahnelerle adeta dantel gibi gidiyor buraya kadar. Ama bundan sonrasında beni ne yalan söyleyeyim baydı. Tüm film bu bölüm gibi olsaydı inanın 4 saat 5 saat demez ayıramazdım gözümü ama, bu noktadan sonrası ne bileyim sanki hikaye için de gereksiz gibiydi. Yani tamam kadın yazmışsa kitap olsun diye yazmış, sonuçta "coming of age" hikayesi olsun diye. Scarlett'i tamamen şımarık, dünyayı kendi etrafında dönüyor sanan, yediği önünde yemediği arkasında bir yaklaşık 16 yaş ergeni olarak alıp, başından bir dolu evlilik geçmiş, çocuğu olmuş, ailesini evini herşeyi yeniden inşa etmiş, dünyaya meydan okumuş, güçlü bir kadın haline getiriyoruz. Ama bunu filmde izlemek istemedim ben. Ne bileyim, keşke o toprağın üstüne çöküp, güneşe doğru ellerini kaldırıp yeminini ettiği noktada bitseydi film.
Yalnız Vivien Leigh değil de Olivia De Havilland çok zarif, pek güzel kadınmış vakt-i zamanında.

4 yorum:

  1. kitabı okudum tabi şahanedir su gibi akar filmi ise seyretmedim bile o kadar uzun zaman ben de dayanamazdım herhalde..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. aslında mini dizi falan yapılsa şahane olurmuş bu haliyle :)

      Sil
  2. Sanırım bir 17-18 sene olmuştur kitabını okuyalı, Scarlet'in o kadife perdeden elbise yapışını hala hatırlarım. Çok sevmiştim hikayeyi ama filmini izlemedim. 4 saat normal ya böyle bi roman için:) Sen Rose Red Konağı'nı izledin mi, kardeşlerimle resmen seans yapıp o dandik filmi 4-5 günde bitirmiştik:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Vallahi o perdeyi elbise yaptı da giydi ya bana afakanlar bastı resmen böyle o kalın kalın kumaşı üstümde ben taşıdım sanki gibi geldi :p
      Rose Red Konağı hiç duymadım dur bir bakayım neymiş.

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...