26 Şubat 2015 Perşembe

yarım bıraktığım iki film: Into The Woods (2014) ve The Riot Club (2014)

İzlediğim dizilerin sezon araları vermeye başlamasıyla dedim yeni bir şeylere başlamaktansa uzun zamandır doğru düzgün oturup da izlemediğim filmlere döneyim. Blogda önceki senelerime baktığımda misal 2011'de manyak gibi film izlemişim, onu fark ettim. Ama sonra azalmış (neden acaba?!). Bu başıboşluğu telafi etmek adına bu sene başladığından beri kendimi filmlere vermeye çabalıyorum. Anlatmıştım, Bandırma'da bile sinemaya gittim, yılın ilk filmi olarak Mucize'yi izledim. Sonrasında abimlerdeyken her sabah kahvaltıda bir filme denk geldiğimden oradayken Marmaduke (2010), The Monuments Men (2014), Su ve Ateş (2013), The Guilt Trip (2012)'i izlemiştim (Ama anlatmadım). Arada bir Maleficent (2014)'tan bahsetmiştim. Sonra evde bir sabah Nim's Island (2008)'a denk geldim, güzel oldu. Bir de ufak bir Jupiter Ascending maceram var sinemada ama ondan ayrıca bir ara bahsedeceğim, bahsetmeliyim, ihtiyacım var buna. Neyse. Bu arada bu sene için güzelce bir gösterim tarihi takvimimi çıkarmıştım, oraya not ettiğim filmlere yetişeyim diye Night At The Museum:Secret of The Tomb (2014) ve The Imitation Game (2014) izledim pek de zevkle. Önceki günkü Begin Again (2013)'den sonra devam edeyim dedim, listemdeki Mortdecai ve The Seventh Son'ı bulamadığım için (bunlara tabiki sinemada para vermeyeceğim) yine listemdeki Into The Woods'a bakayım istedim.
Broadway World
Bakmaz olaydım. Halbuki müzikallere bayılırım, hakikaten. Rob Marshall'ın daha önceki iki müzikalini - Chicago ve Nine - izlemiş ve beğenmiş bir izleyici olarak yönetmenden de bir şeyler bekliyordum izlerken. Hem müzikal hem de masallar, Grimm masalları vardı önümde, en sevdiğim şeyler! Ama anlamadığım bir şekilde, olmamış geldi bana. Hem de film 3 oscar'a aday olmuşken. Çok büyük umutlarla açıp, izlemeye başladım ama ancak bir 30 dakika izleyebildim. Sıkıldım, bunaldım, içim bayıldı. Hem de tam Johnny'yi hain kurt olarak görmüşken.
Hollywood Reporter
Emily Blunt var karşımda, Merly Streep var. Jack ve sihirli fasulyelerini, kırmızı başlıklı kızı, rapunzeli, cinderella'yı alıp birbirine karıştırıp, ortaya aslında çok güzel birşeyler çıkarabilecekken böyle bir şey çıkarmışlar. Ciddi söylüyorum bende mi bir tuhaflık var? Film aslında çok iyi de ben mi anlayamadım? Hayır olabilir, genel kanıya göre müthiş olan filmleri anlayamama ve kimsenin beğenmediği, basit görülen filmlere efsane muamelesi yapmak gibi bir yeteneğim var, onu biliyorum ama bu bence bu durum bu film için geçerli olamaz.
IMDb
The Riot Club'ı ise bir zaman önce görmüş, kaydetmiştim bir kenara izleyeyim diye. Konusuna, oyuncularına, yönetmenine bakınca baya iyidir diye düşünmüştüm. Böyle filmleri severim de. Oxford Üniversitesi'ne yeni başlayan iki tamamen ayrı kişilikteki öğrenci ile okulun yüzyıllardır süren bir kulübünün içine bakış atıyoruz filmde. Riot Kulübü Oxford'a gelen ayrıcalıklı, sular seller gibi paraya sahip, büyük oranda da çook eskilerden gelen asalet ünvanları dolu ailelere mensup veletlerinin türlü türlü pisliği ve aşırılığı yapmak için bir araya geldikleri bir şey. Her okul döneminin başında 10 kişi olmak zorundalar ve desturları kesinlikle hayatı her şeyiyle en aşırısından yaşamak. Tüm ahlak, disiplin, kanun kuralını ezip geçmekle eğleniyorlar mesela. Filmimize konu olan dönemde iki yeni üye almaları gerekiyor ve birbirlerinden hiç de hazzetmeyen iki birinci sınıf öğrencisi Alistair Ryle ve Miles Richards'ı üyeliğe kabul ediyorlar (The Skulls falan izlediyseniz bu üyeliğe seçilme-kabul gibi şeylerin filmin bir 20 dakikasını aldığını biliyorsunuzdur). Dönemin ilk akşam yemeğinde bir araya geldiklerinde ise olanlar oluyor.
TIFF
Şeklinde özetleyebileceğim bir konusu olan bu filmin de 40.dakikasına kadar falan dayandım. Aslında dediğim gibi severim bu tür filmleri, bedavadan Oxford yaşantısı görüyorken bir yandan en içinden sistem-sınıf eleştirisi izliyorum. Ama nedense bu filmde bu eleştiri sinirimi bozdu. Hem bizim (pis sefillerin) tarafından anlatıyor hem de altın yumurta şeklinde doğmuşların. Hayatı boyunca şatolarda kalelerde malikanelerde yaşamış, önünden kuş sütü eksik olmamış bu aşırı şanslı veletlerin bu defaki hikayesi beni sarmadı. Yönetmeni Lone Scherfig bize An Education ve One Day gibi filmler hediye etmiş olsa da bu kulübün hikayesini izlemeye dayanamadım. Hala merak etmiyor değilim sonunda nasıl çözülecekler diye ama napalım.
Herhalde yaşım geçtikçe filmlere olan sabrım azalıyorsa demek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...