16 Şubat 2013 Cumartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm V

Nihan'la buluştuğumda huzura ereceğimi, açlığımın susuzluğumun yorgunluğumun bir anda geçivereceğini falan düşünmüşüm herhalde. Öyle bir karşıladım içimden Nihan'ı çünkü. Şükürler olsun geldi geldi falan diyerek oturduğum yerden kalktım. Nihan'ın da durumu benden iyi değildi. San Francisco'dan NY'a uzun bir uçuştan (ve en önemlisi o uçağa binebilmek için yurt odasından havaalanına kadar olan taksi-otobüs-tren-metro yolculuğundan sonra) o da benim gibi bakıyordu dünyaya. Dedim ya o gelince dertlerim biter sanmıştım, meğerse birlikte çok daha güzel dertler alabiliyormuşuz başımıza.
Önce nereye gitsek karnımızı mı doyursak direkt otele mi gitsek kendimizi yatağa bıraksak diye karar vermeye çalışırken bir yandan yürüdük, terminal 8'de bavulların alındığı bantların sağ tarafına doğru ilerledik. Orada çıkış kapısının bulunduğu alanda camlı bölmeler ardında bilgi alabileceğimiz görevliler ve onların önünde de telefon ahizeleri ile broşürlerin bulunduğu bölüm vardı. Bu kısım toptan havaalanından şehre ulaşımla ilgili konular içinmiş. Biz direkt bir amca bulduk görevli, camının arkasından önce bize yardımcı olmaya çalıştı. Anlattı falan, sonra rastladığımız ilk iyi niyetli insan olarak bölmesinden çıkıp bizi broşürlere ve telefona yönlendirdi. Hem gösterdi hem anlattı, bir yandan da ısrarla sakın kimseye kanıp ne olduğu belli olmayan şeylere gitmeyin türünden cümleler etti. Telefonda öğrendiğimiz kadarıyla shuttle biraz pahalı gibi göründü gözümüze, hem misal shuttle'a aynı paradan iki tane verecektik kişi başı olacağı için, taksiye ise tek ücreti ikiye bölüp verecektik. Metro, otobüs olayına falan girsek JFK'den otele iki araç değiştirip, arada bir de bavullarla yürümek zorunda falan kalacaktık. Tam o sırada, biz öyle şaşkın ve yorgun, broşürlerin önünde dikilip hesap kitap yaparken dibimizde bitireveren tipi görememişiz. Yanıbaşımızda biri birşeyler diyor, gelin ben taksiciyim nereye gideceksiniz bavullarınızı alayım şu kadara giderim bakın shuttle'a ne kadar vereceksiniz ben şu kadara götürürüm diye sıralıyor. Böyle Nihan'ın boyunda var yok, esmer ama bizim esmerlerden değil, ben diyeyim Latin esmerliği siz deyin Hint esmerliği, kısa kesilmiş saçları tepesinde jöleyle falan dik dik edilmiş. Hafif burnundan konuşuyor, sümük mü dolu yoksa konuşması mı öyle ben pek çözemedim. Böyle bıdır bıdır konuşan, yılışık bir tip. İkimiz de pek birşey demedik adama, yok hayır sağol git başımızdan diyebilirdik. Ama demedik. Nihan'la ikimiz niyeyse pek bir itiraz edemeden kendimizi Ricky'nin - adını hemen söyledik kendini tanıttı falan efendim - ardında baygın bir şekilde dışarıya yürürken bulduk. Hem yürüyoruz hem birbirimize bakıyoruz tedirgin şekilde. Ricky de biz arada durakladıkça ikna çabalarına devam ediyor, habire muhabbet ediyor, havayı ısıtmaya çalışıyor. Nihan da ben de birbirimize durup durup napıyoruz gitmeyelim onunla diyoruz ama yürümeye devam ediyoruz. Sonuda ıssız bir köprü altı gibi bir yere gelip, Ricky'nin taksisi olan arabanın önünde durduğumuzda yok artık dedik ikimiz de. Normal bir araba, hani büyük falan iyi de bir araba belki ama taksi değil ki bu. Biz bu sefer ciddi duraklayınca Ricky de telaşa kapıldı, bakın işte bu taksi olduğuma dair kağıt bu yapışkan falan diye ön camdaki şeyleri gösteriyor. Allahım biz napıyorduk ki öyle bilmiyorum, bindik o arabaya. Valla da bindik billa da bindik.
Ricky bir yandan otelimizin adresini alıp GPS'ine girdi, bir yandan da biz kimiz nereden geliyoruz napıyoruz falan diye muhabbet ediyor. İkiz miyiz diye bile sordu mesela (tabiki yuh artık). Habire muhabbet eden bir tipti Ricky, pek sevimli olmaya çabalıyordu. İki kere telefonla konuştu yolda. İlkinde anlamadığımız bir dilde - ben İspanyolca'dır dedim Nihan Hintçe diyor - konuştu, ikincisinde dediklerini az çok anladık. Birine evde oda yok kız kardeşim gelecek falan feşmekan şeklinde bir süre dil döktü. Nihan'la bir bakıştık ki ikimiz de John McClane olsak o an kapıları açıp atlamıştık yola. O telefonda konuşmaya devam ederken biz hemen anlaşıp planı yaptık, zaten tam da Times Meydanı'nın oralardaydık. Ricky telefonu kapatınca burası bizim çok hoşumuza gitti inelim dolaşalım bir canımız çekti dedik. Yok bu saatte zaten yorgun değil miydiniz az kaldı otele gideceğiz zaten demeye başladı. Pek renkli burası biz bir inip dolaşalım açız da zaten falan dedik. Yarım saat dil döktük, sonunda bir kenara çekti arabayı ama nasıl gönülsüz. Somurtuyor, bavullarımızı falan indirdi, parayı hemen orada duran bir sokak satıcısına bozdurup üstünü verdi ama suratı düştü tabi. Vedalaşıp, arabasına bindi, biz de bavullarımızı sürüklemeye başladık ama nasıl koşturuyoruz. Bir an önce uzaklaşalım da kurtulalım diye. Nasıl tırsmışsak artık, girecek bir yerler aradık ama o koşturmada bulamadık. Her yer kapanmıştı o saatte - daha 10 bile değildi akşam herhalde - insanlar vardı sokakta ama. Bir de öyle bir soğuktu ki resmen kemiklerim titredi. Eh tabi bir de neredeyse artık 2 gündür aç uykusuz ve yol yorgunu olmamım etkisi vardı, ben öyle bir soğuk görmedim daha önce. İlk görebildiğimiz yer McDonalds'tı, hemen girip netinden faydalanmak için iki dakika oturduk ve oteli google maps'te bulup çıktık. Sokakta yine buz gibi soğukta duracakken Nihan dedi ki filmlerde hep şöyle ellerini bir kaldırıyorlar ve taksi geliyor. O sırada da elini aynen öyle, yıllardır izlediğimiz gibi kaldırdı yola doğru. Pat diye bir taksi durmasın mı! Hem de sarı olanlardan. Hemen atladık. Ama çilemiz henüz bitmemiş. Bu taksici bildiğimiz Ranjit'miş. Hintlinin hası çıkan amcanın GPS'i sorunluydu, önce bir saat o uğraştı verdiğimiz adresi cihaza yazmaya. Sonra ben alayım dedim ben denedim. Sonra Nihan denedi. Ama yok, cihazın dokunmatik ekranında bir problem var, e'ye basıyorum u yazıyor. Hey yarabbim birine sorsana be amca ne uğraşıyoruz. Yok amcaya kaç defa dedimse de takmadı beni. Soralım birine yol kenarında diyorum yok. Bir arkadaşın neyin yok mu ara diyorum yok. Durağın merkezin falan yok mu onlara sor diyorum yok. Uğraştı da uğraştı. Sonunda birini aradı konuştu, tamam tamam dedi, bastı gittik. Sonunda Holland Tunnel'dan değil de bir üstteki tünelden geçip Tonnelle Avenue'ya çıktığımızda derin bir nefes almıştık.
Ama bizim pek kıymetli otelimiz gidiş yolu değil de dönüş yolu üstünde olduğundan ve karşıya geçmek için o yol üstünde bir yer olmadığından amca bir süre dolanmak zorunda kaldı. Otele geldiğimizde ve odamıza çıkabildiğimizde JFK'den North Bergen'deki otelimize toplamda yaklaşık 200 dolar harcamış, bir sürü korku telaş üşüme yaşamıştık. Şansımıza otel yolculuğumuz boyunca kaldığımız en iyi oteldi. New York bölgesi için aratıp bulduğumuz en ucuzu olmasına rağmen gayet temiz, rahat, büyüktü. Görevlileri güleryüzlü, sevimli insanlardı, yardımcı olmaya çabaladılar hep bence. O ilk gece 2 kişilik kocaman yataklarımıza kendimizi bıraktık ve NY'daki ilk saatlerimizin deliliği aklımızdan uçup gitti. Ne jetlag kaldı ne birşey.
Gene de ben hala düşünüyorum, acaba Ricky bizi sağ salim otele götürecek miydi gerçekten de?


Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm I
Bölüm II
Bölüm III
Bölüm IV

Bölüm VI
Bölüm VII

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...