11 Şubat 2013 Pazartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm IV

NY uçağı bindiğim ilk büyük uçaktı. İstanbul'dan Prag'a uçtuğum ve Budapeşte'den İstanbul'a geri uçtuğum uçakların ikisi de yurtdışı uçuşu olmasına rağmen, hatırladığım kadarıyla küçüktü. Bu uçaksa hani filmlerde gördüklerim gibi, cam kenarında iki koltuk yan yana bir koridor üç koltuk yan yana bir koridor cam kenarında iki koltuk yan yana şeklindeydi. Bir de bileti alırken netten yer seçimi yapılabiliniyordu, ben en arka sağ cam kenarını seçmiştim, o yüzden kapıdan girince tüm uçağı boylu boyunca yürümüş, her yerini görmüş oldum. El bagajım yoktu zaten, bir tek paltomu koyacaktım üst kısma. Yerime geldiğimde bir teyze vardı yanımda, sonradan İtalyan olduğuna karar verdim tüm yolculuk boyunca okuduğu İtalyanca botanikle ilgili kitabından. Önümdeyse İspanyol bir çift vardı, genç. Her koltukta yolcuları bekleyen birer kulaklık, battaniye ve yastık vardı. Ama çok güzeldi renkleri be. Böyle bebek mavisi mi diyorlar ben bilmem öyle güzel bir mavi. Bir de yumuşacık o battaniye. Ama tabi THY'nin güzellikleri bunlarla bitmiyormuş. Yolculuk boyunca fındık paketi, iki kere pek güzel yemekler, devamlı içecekler, bir de yolculuk paketi gibi birşey verdiler. Böyle güzel mi güzel bir kalemlik gibi teneke kutuda diş macunu, diş fırçası, çorap, kulak tıkacı, dudak yumuşatıcı ve gözümüzü kapatıyoruz ya böyle ışıktan rahatsız olmayalım diye - ismi ne ben bilmiyorum o yüzden böyle anlatıyorum - ondan olan bir paket. Hiçbir şey görmemiş, tamamen saf, ilk defa böylesi bir yolculuğa çıkan bir insan olarak tabiki bayıldım ben bu THY'nin uçuşuna, normal yani aldırmayın siz bana.
Yalnız koltukların arası biraz dar, sonradan Amerika içi uçuşlarda deneyimlediğim üzere öyle karar verdim ki ben bile bu boyutla - bu bendeki boyla ve kiloyla - dar geldi diyorsam bir anormallik vardır demekki. Uçaktaki hostesler ise inanılmaz iyiydi. Valla o kumral-koyu saçlı genç, ince, pek sevimli hostes tüm yolculuğumu aydınlattı, güneş gibiydi benim için yol boyunca. O kadar sevdim ben onu, o da dahil tüm ekip hep mi güleryüzlü hep mi yardımcı olur, onlar da insan değil mi yorulmuyorlar mı, bıkmıyorlar mı? Aynı şeyi dönüş yolculuğunda da hissettim, THY hep böyleydi (Ya reklam yapıyor gibi oldum resmen ama elimde değildi ben çok sevdim o ablayı.).
Yanımdaki teyze de pek sevimliydi, keşke konuşsaydım onunla muhabbet etseydim. Gerçi gene kendimi çok aştım bu yolculukta ama teyzeyle yol boyu mimiklerle, işaretlerle, gülümsemelerle anlaştık. Bir de işte en fazla özür dilerim kusura bakmayın gibisinden şeyler söyledim her tuvalete gidişimde. O benim masama, içeceğime yardım etti, ben onunkilere. Ha bir de o koltuk arkasındaki ekranla karşılaşınca yemin ediyorum tüm herşeyi unuttum. Böyle filmler, bir sürü film, dizi bölümü ohooo ben böyle arasam bulamam diye bir sevindim, utanmasam olduğum yerde zıplayıp olley de olley film izleyeceğim diye bağıracaktım. Herşey uçtu kafamdan, allahım başardım çıktım yola "i'm going for an adventure!" diye bağırıyorum içimden hem, hem de şimdi bir koyarım film, ohooo peşpeşe 4-5 tane izlerim oh mis diyorum.
İlk filmimi açtım, "Diary of a Wimpy Kid : Dog Days". Pek sevmiştim ben Wimpy Kid serisini, ısınmak için iyi gelir dedim, çok eğlendim zaten. Güldüm, kahkahalar attım. Teyze de bana güldü kanımca. Ama filmin sonlarına doğru iyice iflas etmişti hem beynim hem bedenim. Başım deliler gibi ağrıyordu, yemeği zor yemiştim. Birkaç saat böyle bilinçsiz bir vaziyette oturdum. Film izlemek istiyorum bir tane daha ama resmen bilinçsizim, uyuyamıyorum, dinlenemiyorum. Bir yemek daha geldi tabi, pek güzel bir peynirli ravioli yanında mis gibi ıspanak. Ama yiyemedim, zor yuttum. Allahım çok güzel tadı çok yemek istiyorum ama olmuyor, yutamıyorum. Zaten bir 15-20 dakika geçmedi midem deliler gibi bulanmaya başladı. Ama her zamanki gibi kontrolüm yerinde, duruma hakim olabilirim modundayım. Önümdeki bölmeden kese kağıdını alıp yavaşça onun içine kustum. Teyze endişelendi tabi, tuvalete gitmek ister misin dedi. Kalktım gittim, ama kusmak iyi gelmişti, rahatladım. Geri dönünce iyi misin falan oldu teyze, iyiyim dedim. Ama gene de midemi boşaltmış olmak iyi değildi, gene uykusuz ve bitap halime dönmüş oldum. NY'a inene kadarki kalan süreyi nasıl geçirdim bilmiyorum.
İnerken teyze bana güzel günler diledi, gülümsedi. İşte o an üzerime uçağa binmemden öncesindeki duygulardan da farklı bir bir şeyler çöktü. Üzüldüm, hüzünlendim, korku geri gelmedi o an ama bir garip hüzündü hissettiğim. Bavulumu alacağım yere yine tabelalar yardımıyla ulaşıp beklemeye başladığımdaysa tedirgin ve sabırsızdım. Bir an önce annemleri aramam gerekiyordu yine ama bavuluma sağ salim kavuşmadan elim telefona gitmiyordu. Bavulu herhalde bir yüz saat bekledim, sonunda alıp ilerlemeye başladım. Gördüğüm en büyük havaalanı şimdiye kadar İstanbul'daki diye düşünmüştüm, iç hatlar-dış hatlar şeklinde bir plan. Nihan gitmeden önce JFK'in planını mail atmıştı, onu da görmüştüm yani. Ama düşünmemişim, sadece bakıp iyi tamam demişim plana. Çünkü ABD'deki havaalanları bizimkilerden çok farklı. Terminaller şeklinde birbirinden ayrı duran kendi içinde ufak havaalanlarının toplamı gibiler. Terminaller arasında air train dedikleri bir tür metroyla dolanıyorsunuz, her terminalin havayolu şirketi listesi var. O şirketler sadece oradan yolcu alıp, oraya iniyor. İçerden dışarıdan geldiği falan değil temel aldıkları, terminal numarası. Ben Terminal 1'de inmişim, THY oraya iniyormuş. Ama tabi ben hala bavulumu alıp bir kapıdan çıkınca kocaman bir salona çıkacağım zannediyorum, bir çıktım hemen insanlar bekliyor gelenleri karşılamak için ve onların hemen arkasında da dışarıya açılan kapı. İki adım atsam sokağa fırlayacağım öyle bir alan. Beklediğimin on katı küçük. Allahım dedim havaalanı dedikleri bu mu? Ee başka kapı yok, başka uçaklar nereye geliyor? Hemen bir köşeye durdum annemi arayacağım. İnsanlar sevdiklerine kavuşuyor, bense annemin telefonuna ulaşamadım bir süre. Avea hattımı yurtdışına açtırmış, bir de bir aylığına 90 dakika konuşma paketini almıştım. Ve bakmıştım oradayken annemi nasıl ararım diye, başına ya 00 koyun ya da + koyun çevirin diyordu nette. Onu deniyorum olmuyor, bunu deniyorum olmuyor. Ne yapacağım ben, annemi neyse de Nihan'ı nasıl arayacağım? (Annem önemli değil diye demiyorum, hani Nihan'a ulaşmak kilit nokta, çünkü ona ulaşırsam annemi de arayabilirim kendim beceremezsem) Onun da numarası ABD numarası ve onu da çevirmiyor telefon, yanlış girmişim herhalde. Sonunda denemelerden birinde annemi arayabildim, iyiyim geldim dedim kapattım. Ama asıl "challenge" şimdi başlıyordu. Nihan da San Francisco'dan uçakla geliyordu ve benden neredeyse bir 5 saat sonra inecekti JFK'ye. Hemen telaşla ilk gördüğüm görevliye yanaştım, eeee dedim. Baktı bana kadın. Excuse me dedim. Hah tamam şimdi oldu gibi baktı. How can i go to terminal "sekiz" dedim. Kadın kaldı. Ne dediğimin farkına varıp haaa eight eight dedim. Fesuphanallah der gibi nefes alıp anlatmaya koyuldu, şurada asansör var çık oradan bir üst kata, trene bin, bu tarafa değil şu tarafa gidene bin, ilk durakta in orası. Lan ben buna ne sordum da trene bineceğim manyak mı ne diyorum içimden ama tabi bunları cümleye dökebilsem bile dökmem. Teşekkür edip, deli mi ne bu diyerekten içimden asansörün oraya yürüdüm. Gene de dediklerini yapacak değilim, sonuçta bence beni anlamadı ve havaalanından çıkarsam yandım niye trene binip de çıkayım havaalanından. Asansörün önünde şaşkın şaşkın dikilirken bu sefer The Godfather'dan veyahut da Donnie Brasco'dan fırlamışçasına bir şekilde olan iyi niyetli bir amca dedi sen nereye gitmeye çalışıyorsun. Dedim Terminal eight. Bu sefer doğru dedim allahtan. Amca da anlayışlı bir ifadeyle aynı tarifi vermesin mi, hey yarabbim nereye düştüm ben böyle. Biraz daha dikildim asansörün önünde, gelmiyor, çalışıyor gibi bile görünmüyor, dedim benden günah gitti. Yürüdüm ileride yürüyen merdivene. Bir üst kata çıktım, hakikaten az ileride bir koridor, onun sonunda merdivenler, inince de iki yanım tümden cam. 3 tur falan attım orada, bir ileri bir geri. Sonra merdivenlerden geri çıkıp bir daha bir dolandım. Sonra dayanamadım geri indim camlı yere. Sonra bir baktım o camların dışından birşey kayarak geliyor, anaa hakikaten de tren var burada, boşuna laf etmişim millete. Ama in cin top oynuyor, sadece bir grup siyahi arkadaş var hepsi benim 3 katım, dolanıyorlardı sonra o gelen trene bindiler. Ben hangisine bineceğim peki? Soracak insan da yok. Sonra nereden çıktı bilmem bir hanımkız belirdi, beklemeye başladı. Tamam dedim bu son şansım. Yanaştım, bunlara bileti nasıl alabilirim dedim. Biletsiz öylece biniyorsun dedi. Gökçek hepsi senin suçun, beni böyle bilet-paso-ücret paranoyağı bir insana dönüştürdün hakkımı helal etmiyorum. Hakikaten de geldi bu sefer diğer taraftaki tren, bindim, şansıma doğrusuymuş ilk durakta indiğimde dedikleri gibi terminal sekizdeydim. Haa en başta demedim, neden sekizi arıyorum ben diye. Nihan'ın havayolu, saati, terminali bilgilerini toptan alıp kaydetmiştim o yüzden.
Terminal sekizin ortasına çıkıverdim. Burası tam İstanbul'daki dış hatların aynısı gibi geldi bana. Tek farkla, daha da kalabalık. Bavulumu sürüklemeye bile yer yok, kaldı ki oturup nerede bekleyeceğim. Gençler yerlere kurulmuş, tamam ben de bu yolculukta kendimi 10 yaş genç hissediyorum ama önce işimi halletmeliyim. Dolandım durdum, 5 tur falan attım, en son herkes tip tip bakıyordu bu ne iş diye. Sonunda baktım bu iş böyle olmayacak, Nihan'ın uçağı hangi kapıya gelecek nereden bileceğim, en iyisi sorayım. Yine buldum bir görevli tam ortada dikilen. Pek sevimli bakıp gülümseyen, gençten bir kız. Direkt lafa dalacağım ya excuse me'mi dedim gene ama ilk seferkinden daha uzun sürdü sessizliğim onun ardından. Allahım ne diyeceğim ben buna şimdi! "My friend....coming....from San Francisco....eee...American Airlines....where?" Zavallı kız anlamaya çalışırcasına suratıma bakıyor, konuşturmaya çalışıyor beni, hem de anlıyor halimi ve endişelendi. Sırtımdan aşağı terler boşalıyor, yüzüm gözüm kızardı gitti zaten. Bavulun sapını sıkmaktan koparacağım herhalde. 3-4 kere tekrarladım "where" diye. O tek sözcükte ben neler anlatmaya çalışıyorum oysaki. Hangi kapıya gelecek benim arkadaşım, ben o kapıya nasıl giderim de dahil olmak üzere destanlar anlatmak istiyordum ben o tek sözcükle. Şansım yaver gitti ama, kız büyük çaba sarfetti ve anladı beni. Şuradan aşağıya ineceksin zaten görürsün hemen orada kapı dedi. Binlerce teşekkür edip yine yürüyen merdivene yöneldim. Hakikaten de bir aşağı kat varmış, indim ve üsttekinin tam tersi bir ortam. Soğuk, arada sadece yeni bir uçak indiğinde kalabalıklaşıyor ve bavulların geldiği bantlar var. Bir kenarda bank gibi bir yer bulup çöktüm. Bir ucunda ben diğer ucunda görevli üniforması giymiş ama ziggy marley'den hallice bir eleman. Arada insanlar gelip aramıza oturdu, her biri birbirinden farklı kokuyordu. Zaten indiğim andan itibaren hep bir değişik bir koku. Hemen sol tarafımda bir Dunkin Donut şeysi, insanlar ikide bir ellerinde donut ve kahveler ile geçiyorlardı önümden. Bense aç bilaç, tükenmiş bir halde gittikçe soğuklaşan o yerde oturdum. Kendime niye öyle bir eziyet ettim bilmiyorum. Ama parmağımı oynatacak halim yoktu, yanım, önüm ikide bir kalabalıklaşıyordu. Kimse benim kadar uzun beklemedi orada gerçi, o buz gibi havada terlikle dolaşan siyahi, geniş kalçalı kızlar, bavullarına sahip olmaya çalışırken kahvesini yere boşaltan ince uzun adam, allahım neden tüm genleri oraya verdin de bizi unuttun dedirten sarışın, elle çizilmiş gibi duran her yerlerinden sağlık fışkıran iki çocuklu çift...Hepsinin kokusu farklıydı, hepsiyle oturdum. Arada Hobbit ve Felsefe'yi okudum, bavulumu önüme çekip bacaklarımı uzattım üstüne gene okudum. Şu yaşımda, tek başıma, kimsenin beni tanımadığı, dünyanın bir ucundaki bir havaalanının soğuk bir köşesinde, her milletten insanla oturuyordum. Ne dediklerine, nereden gelip nereye gittiklerine dair en ufak bir fikrim yoktu. İlk defa kendimden sıyrılıp insanlara baktım, utanmadan, sıkılmadan, kendimi kısıtlamadan oturdum. Kimse de ayıplamadı beni, kimse kınamadı. Ben de yargılamadan baktım onlara, belki bir gün gerçekten tüm düşüncelerimden arınabilirim diye.

2 yorum:

  1. Ne kadar samimi bi insansın sen ya... Gökçek kısmına koptum yalnız:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. içimden nasıl geliyorsa öyle yazmaya çalışıyorum valla;)

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...