3 Temmuz 2012 Salı

niye sevdik seni downton abbey

Var ya saatlerdir ellerim klavyede ne yazacağıma karar vermeye çalışıyorum. Hastayım günlerdir, bugün de iki günlüğüne istirahat aldım, evde yatıyorum. Hazır dinlenirken, artık içimde kalmasın bahsedeyim şundan dedim ama yok, yazamıyorum. Yazıyorum, kalkıyorum gidip haplarımı içiyorum, geliyorum siliyorum yazdıklarımı. Bir türlü hoşuma gitmedi, içime sinmedi, tam düşündüklerimi, hissettiklerimi geçiremedim cümlelere gibi geldi.
O yüzden doğrudan, lafı dolandırmadan, girizgaha gerek görmeden, ilkokul standartlarında yazacağım. Bayıldım ben bu Downton Abbey'ye! Başlayacağı vakitler görmüştüm nette, haberini almıştım ama bir türlü vaktim olmamıştı, sınavlar, ne yapacağım derdi, tarih, yüksek lisans, iş bulayım kaosu içinde yeni bir maceraya atılamadım. Aklımın bir köşesine koydum, ilerledim. Eylül 2010'da başlayan diziyi ben ancak geçtiğimiz aylarda - 2 sezonunu birden - izlemiş oldum. Keşke bu kadar geç kalmasaymışım dedim ama bir yandan da iyi oldu, bir bölüm bittiğinde bir hafta beklemek veya sezon bitiminde gelecek seneyi beklemek zorunda kalmadım. Çıldırırmışım herhalde. Gerçi şu anki durumum hemen hemen bu ama olsun. En azından o iki sezonun vermiş olduğu bir rahatlama var az biraz.
Downton Abbey bir ITV yapımı, İngiliz yani. Böyle demekte fayda gördüm çünkü hemen anlamanızı istedim. Buradan çıkan yapımlarda hepimizin artık bildiği üzere sezonlar eylülde başlayıp aralıkta biter ve 8-13 arasında değişen bölüm sayısına sahip olurlar. Hiç öyle Amerika'daki gibi tüm bir eğitim öğretim sezonu boyunca sürelim, 20-25 bölüm boyunca tempoyu artıralım da artıralım, arada salak saçma bölümler yapıp vakit geçirelim demezler oralarda (Dikkatinizi çekti mi bilmem ama bizimkilere hiç girmedim bile). Sakin sakin, bir önceki seneden dolu dolu senaryolarını yazarlar, mart-nisanda başlarlar çekmeye, ağustosta bitirirler. Eh tabi ellerinde az ve öz birşey olunca tüm paralarını prodüksiyona, kostümlere, mekanlara harcayabiliyorlar. Ayrıca o kadar rahat bir takvimleri olduğundan oyunculara rollerine dibine kadar girebilme imkanı doğuyor, ki zaten "doğaüstü" oyuncular (bakınız deyip bir listeye girişecektim ama delirtmeyim dedim, sadece Maggie Smith diyeyim şimdilik dağılalım) oluyor hep ellerinde. Sonuçta izlettikleri kalite, verdikleri devasa sezon aralarını ve tadımlık bölüm sayılarını telafi ediyor.
Neyse, ne diyordum, asıl olay Downton Abbey tabi. Anlayacağınız üzere (Northanger Abbey, Mansfield Park gibi falan işte) diziye adını veren evdeyiz. Artık ev mi dersiniz, malikane mi, köşk mü, arazi mi bilemem. Sonuçta ev işte. Bu evin ve arazinin sahibi Grantham Lordu, ailesiyle tıngır mıngır yaşamakta. Amerikalı karısı Cora, 3 kızı - Mary, Edith ve Sybil - ve ufak köpeği var. Üst kattaki ailesi onlarken alt katta da bu koca evi ayakta tutan asıl ailesi var; başkahya Bay Carson, kahya kadın Bayan Hughes, evin hanımının özel yardımcısı Bayan O'Brien, baş hizmetçi Anna, uşaklar Thomas ve William, hizmetçi Gwen, aşçı Bayan Patmore, aşçı yamağı Daisy. Bunlara sonradan hizmetçi Ethel ve Mary, şoför Branson, lordun özel yardımcısı Bay Bates ekleniyor. Evin dışındansa lordun annesi Kontes Violet, Downton'ın varisi avukat Matthew ve annesi Isobel dahil oluyor aileye.
Şimdi böyle yok hizmetçi yok kahya şoför şudur budur dedim ama doğal bunlar, sene 1912 çünkü. Ama nisan ayındayız ve Downton Abbey, Titanic'in batışıyla güne uyanıyor. Her bir karakterin tepkisinden, anlıyoruz ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Downton Abbey'nin tam olarak anlatmaya çalıştığı da bu zaten. En klasik sayılabilecek bir dönemden alıp bizi, sırayla dünyayı değiştiren olaylarla tanıştırıyor ve bu değişime tanık olmamızı sağlıyor. Titanic batıyor, Çanakkale geçilmiyor, kadınlar haklarını arıyor, İrlanda bağımsızlığını soruyor, dünyanın gördüğü en anlamsız savaşlardan bir tanesi - I.Dünya Savaşı - başlıyor bitiyor, elektrik geliyor evlere, telefon kullanılmaya başlanıyor. Ve tüm bunları bu evin içinde, etrafında imkansız aşkların, fedakarlıkların, terbiye kurallarının, yıkılmaya çalışılan dogmaların, kötülüklerin, insan doğasının her bir köşesinin keskinliğinin içinde, arasında izliyoruz.
Her bir bölüm yaklaşık 50 dakika sürüyor, hatta "Christmas Special"ı ile ilk bölümü 1 saatin üzerinde. Gene de o dakikaların nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Koca koca aksiyon sahneleri olmuyor önünüzde, drama sonuçta bu ama gene de kendi dinamiği içinde siz de o merdivenden o merdivene, o odadan o mutfağa kütüphaneye koşturup duruyorsunuz. Arada ilginç sürprizler olmuyor değil mesela, Türk karakter Kemal Pamuk gibi (1912'de nasıl soyadı vardı bu adamın demeyin hemen, o ufacık adada nereden bilsinler böyle şeyleri yazıyorlar işte).
Diyeceğim o ki tek kelimeyle bayıldım ben Downton Abbey'ye. Öyle böyle değil, yeni bir diziye alışmamı sağladı, izleyeceğim bir şeyden ne bekliyorsam verdi - tarih, dönem, bilgi, romantizm, hakikaten iyi bir espri anlayışı, incelikle yazılmış karakterler, dantel gibi işlenen olay örgüsü ve niceleri - , kendimi iyi hissettirdi, mutlu etti. Hele ki bir gardırop olayı var ki, efsanevi neredeyse. Karakterlerin, özellikle Mary Crawley'nin giydiklerini hazine niyetine alıp başucuma koyabilirim. Eşyalarsa hepten ayrı bir mesele.
Bilmem tam anlatabildim mi derdimi bilemiyorum ama, izleyin izlettirin demek istiyorum ayrıca. Şimdilik en son 1920'ye girdik Downton'da karlar altında. Bu yılın eylülünde kaldığımız yerden devam edeceğiz ama herşey daha da değişmiş, daha da ilginçleşmiş olacak. Savaşları - şimdilik - atlatan Downton dünyası bakalım "roaring 20's"i, bu düşüşten önceki son büyük partiyi nasıl geçirecek?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...